700’lü yıllarda Yenisey Yazıtları ve Orhun Yazıtları ile başlayan yazınımız Yunus Emre (ö.1321) ile zirvesine ulaşmıştır. Sözler ile yaşanan, aktarılan bir hazine olan Türkçe bu 6 yüzyıllık dönemde olgunlaşarak, paha biçilmez hazineler yazı diline aktarılmıştır. Yunus Emre’de en üst düzeye çıkan insan anlayışımız bizi çağlar boyu diri tutmuştur.
Türk insanının değerleri Büyük Asya ve Küçük Asya coğrafyalarında yoğrulmuştur. Destanlardan ve mezar taşlarından, ardından da yazıtlardan başlayarak ilk yazılı Türkçe kitap Kutadgu Bilig’e kadar insan ve değerleri inceden inceye işlenmiştir. Kişi ve eser adlarında, içeriklerinde sürekli bilge ve bilgelik vurgusundaki maksat, kişiliğin işlenmesindeki mükemmeliyetçilik kaygısıdır. 11.yüzyılda Küçük Asya’ya giren Türkler burada onbin yıllık bir yerleşik kültür geleneği ile karşılaştılar. Gelişlerinden iki yüzyıl sonra ise Yunus Emre gibi çağlar üstü bir değeri ortaya çıkardılar.
Büyük Asya’daki binlerce yıllık birikim, Maveraünnehir ve Horasan üzerinden Anadolu’ya taşındığında, aynı kavramsal çerçeve süreklilik arzetmiştir. Sözkonusu birikimin en yüksek olarak dile getirildiği yer ise Yunus Emre’nin yaşadığı Eskişehir topraklarıdır. Sibirya bataklıklarından Sakarya Nehrine taşınan aynı insanlık anlayışıdır. Kesintisiz bir süreklilik ile Yunus’da dile gelmektedir. Küçük Asya coğrafyasındaki onbin yıllık yerleşimin getirdiği yegâne kültür birikimi ve insan çeşitliliği, Türklerin yarımadaya gelişleri ile birlikte evrensel bir senteze kavuşmuştur.
Kişi ve Kamu, kendileri olabildiklerinde mekânlar (hava, yer, deniz) kuşaklanmış olacaktır. Kilit kavramdır kendilik. Kavramı en çok kullananlar Bilge Tonyukuk, Yunus Emre ve Osmanlılar olmuştur.
Tonyukuk’un satırlarına yansıyan ifadeler kendilik literatürünün en şiirsel ve iddialı ifadeleridir. Daha ilk satırda kendisini ortaya koyar ve son satıra kadar bu şekilde devam eder. “Ben Bilge Tonyukuk” kendiliğin en özlü bir ifadesidir.
Tonyukuk’dan sonra kavramı en sık ve vurgu ile kullanan bu kez tasavvuf öncülerimizden Yunus Emre’dir ve kendi içine yönelerek, “bir ben vardır benden içeri” ifadesiyle o içsel değerleri dışa çıkartma çabasında olur.
Kişi ve Kamu Sentezi
Kavrama ilk kez Oğuz Kağan Destanında rastlarken, en yoğun kullanım ise Farabi ve Yunus Emre’de gözükmektedir. Gözetilen bütünlük ve birliktelikten doğacak olan enerjidir. Türkler kişinin özgürlüğünü ve toplumun birlikteliğini, bütünlüğünü devlet yapıları altında kaynaştırma konusunda gözetici olmuşlardır. Hep batıya doğru yol alan Türkler, Çin, Rusya, İran gibi doğu toplum ve devlet yapılarından da farklılaşmışlardır.
Kişinin özgürlüğü ve kamunun kapsayıcılığı aynı önem seviyelerindedir. Yunus Emre’nin deyişince Kamu, Âlem’dir bize. Âlem, Kamu olarak tanımlanmıştır. Dışımızdaki dünya bir âlem’dir. Âlem bizleri kavrayan ve kapsayandır. Farabi’de de âlem-insan ilişkisi kurularak, etkileşimlerine vurgu yapılmıştır.
Yazıtlar, Kutadgu Bilig, Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli gibi kurucu düşünürlerimizin eserlerindeki kişiler, kamu adına kaygıları, dertleri olan insanlardır. Kendimizi, kendi insanımızı, halkımızı iyi tanımamız önem taşımaktadır.
Bilge Kağan ve Kül Tigin yazıtlarında ilk kez karşımıza çıkan Kamu kavramı, Kutadgu Bilig ve Divan-ı Lugat it Türk’de de karşımıza çıkmaktadır. En yoğun kullanım ise kendi kavramında olduğu gibi, yine Yunus Emre ile dile gelmektedir.
Pasifik kıyılarına yaslanmış Hunlarla başlayan Türklerin gök yolculuğu‘nun zirvesi 1400 yıl sonra küçük Asya’da Anadolu’da yaşanacaktır. Bu zirvenin adı da Yunus Emre’dir. Yunus Emre kullandığı Türkçe tasavvuf kavramları ile içimizdeki göğü aydınlatmış, kamu âlemdeki insanları birbirine bir kılmıştır. Yunus ile birlikte göğ ekini biçmiştir. Göğün aydınlattığı gönün içindekidir, gönüldür. Gönül kumaşı ise gökte dokunmuştur.
Yunus Emre’nin çağdaşı Mevlana’da da Sema (Gök) ayinleri ile Semazenlerle görselleştirilen Mesnevi de gökteki sırlarla ilişkilidir.
Mevlana, Yunus, Köroğlu, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Âşık Veysel, Neşet Ertaş halkın içinden çıktılar, halk filozofları oldular. Orta Anadolu türküleri ve müzik geleneğinin kökleri Orta Asya’da halkın geliştirdiği düşünceler ve sanatlarla ilişkilidir. Doğaçlama anlatımı ile sürekli filozofik bilgelikler dile getirilmektedir.
Yunus Emre, tasavvufu, halk seviyesinde, halk diliyle ortaya koyuyordu. Mevlâna ise, “Mesnevi”siyle, farsça olarak yüksek tabakaya hitap ediyordu ama Mevlâna ile Yunus Emre’nin dünya ve din görüşleri birbirinin hemen hemen aynıydı. Eski Türk kültürü, halk kültürüyle ve yüksek kültürle beraber o çağın mahsülüdür. Bundan dolayı eskiyi değerlendirirken ikisini beraber değerlendirmek gerekir.
Türkistan/Horasan – Endülüs Sentezi: Türkistan/Horasan Tasavvufu ardından Anadolu ve Rumeli’ne sıçrayarak Demir Baba/Sarı Saltuk/Yunus/Mevlana/Hacı Bektaş çizgisine ilaveten Endülüs’ten hicret eden İbnül Arabi ile mücadeleci de bir kimliğe bürünecek, kolonizatör Dervişler her iki kıtayı da tekke, zaviye ve dergâhlarla şenlendirerek hem müteşebbis hem de mütefekkir olmanın birlikteliğini yaşatacaklardır.
Maya (Yusuf Has Hacip. Yesevi. Yunus)
Atatürk’ün ölümünden sonra izlenen yeni politika çerçevesinde, eski Yunan esas alınmış batıdaki Avrupa’daki hümanizm kavramı ithal edilerek büyük bir yabancılaşma çerçevesinde bize ait olmayan bir akım Türk düşünürlerine yansıtılmaya çalışılmıştır. Buradaki Türk düşünürleri en başta Yunus Emre, Mevlana olmak üzere hümanist olarak adlandırılmıştır. Türk sözde düşünürleri kendi tarihlerini araştıracaklarına, 1600’lü yıllarda Avrupa’da bir akım haline gelen Hümanizmi olduğu gibi taklit ederek okul müfredatlarına Eski Yunan’ı yerleştirmişlerdi.
Sekizinci yüzyıla rastgelen yazıtlar dönemindeyse Bilge Tonyukuk, Bilge Kağan, Kül Tigin yazıtlarında kavramların çoğunluğunun metinlerde yer aldığını görmekteyiz. Yazıla, yazmalar dönemine geldiğimizde ise kavramların yedisinin de hem Farabi’de hem de Yunus Emre de söz konusu edildiğini görmekteyiz.
İç Asya’nın ve Küçük Asya’nın bozkırları bu açıdan bakıldığında göklerle irtibatın sağlandığı engin mekânlar, halkın düşünce kaynağı alanlar olmuştur. Halktaki düşünceler de düşünürleri beslemiştir. İç Asya’daki İpek Yolu bozkırları ve Küçük Asya’daki Kapadokya bölgesi ve civarı alanlar Eskişehir, Ankara, Konya, Kırşehir, Niğde, Nevşehir hattı içeriği en zengin eserlerin verildiği sahalar olmuştur. Aklımıza gelen ilk örnekler Yunus Emre, Mevlana, Hacıbektaş Veli hep bozkırda yetişmiş düşünürlerdi.
Türk İnsanı’nı tanımladığımız Kişi, Kendi, Könül, Kamu, Kuşak, Kök, Küç kavramlarını destanlar, yazıtlar ve yazmalarımız açısından değerlendirdiğimizde söz konusu 7 kavramın tamamını kullanan iki yazarımızın olduğunu görmekteyiz: Farabi ve Yunus Emre.
İnsan kavramını merkeze alan düşünürlerimiz Farabi ve Yunus Emre’dir
Yunus’un “bir ben var bende benden içeri” dizesi ile insanın benliğinin içsel özü olan kişiliği ve kişiliğin de kendiliği dile getirilmiştir.
Yunus, “kişi, kendi, kamu” örgüsündeki insan anlayışımızın sentezini yapmış bir bilge düşünürümüzdür, Divan-ı Lugat it Türk’teki tabir ile “yügrük bilge”mizdir. Türklerin yazılı sözlü eserlerinde sürekli “kişi, kendi, kamu” örgüsü işlenmiştir. Sözkonusu örgüde iki bileşen (kişi, kendi) bir senteze (kamu) yol vermektedir.
Savaşı kazanan Atatürk ardından düşmanları olan Trikopis ve Venizelos’a sevgi ve dostluk elini uzatarak Yunus Emre misyonunu devam ettirmiştir.
Eskişehir doğumlu Yunus Emre ile 1200’lü yıllarda evrensel manada yorumlanan insan varlığı 1900’lü yıllarda bu kez Eskişehir-Polatlı çizgisinde cereyan eden Sakarya Savaşında 22 gün 22 gece boyunca Atatürk’ün önderliğindeki ölüm kalım savaşının öznesi olmuştur. Yunus Emre’nin şiirleri ile gönüllere işlediği insan felsefesini, Atatürk bu kez savaş ve strateji ile kan ve gözyaşı ile kahramanca kazanmasını bilmiştir. Eskişehir-Polatlı aslında Yunus Emre ile Atatürk’ü aynı insaniyet noktasında biraraya getiren alınyazısı ve kader çizgisi olmuştur.
23 Nisan 1920’de dünyaya ilan edilen Türk insanının egemenliğinin ilk neticesi Sakarya Zaferi olmuştur. İnsan onurumuzun başlangıç noktasından yola çıktıktan sonra ilk zaferin kazanılması kısa sürede gerçek olmuştur. Yüzüncü yılının içinde olduğumuz bu onur önümüzdeki binyılların da mihenk taşıdır.
Eski Dünya Asya’dan Eskişehir’e uzanan Türklerin yolculuğu aynı topraklarda yeni bir dünyanın ve yeni bir insanın kurtuluş ve kuruluş mücadelesine tanıklık etmiş, Sakarya Savaşı’ndan bir yıl sonra yinelenen zafer ise Eski Yunan’ın demokrasi, felsefe, düşünce gücü ilkelerini kendisine güya ilke edinen saldırgan Batı’nın ikiyüzlülüğünü ortaya koymuştur. Eski Yunan kaybederken Yeni Türkiye küllerinden doğmayı bilmiştir.