Ana Sayfa Blog Sayfa 63

ATATÜRK’ün LİDERLİK  KRİTERLERİ

0

 

1             Adanmışlık

2             Başkanlık

3             Bilgelik

4             Bütünü Görebilmek

5             Cesaret

6             Çevre Bilincine Sahip Olma

7             Dayanıklılık

8             Deha

9             Denetim

10          Devamlılık

11          Disiplin

12          Dürüstlük

13          Düşünüp Taşınma, Danışma

14          Eğitimcilik

15          Espri Anlayışı

16          Etkileyicilik, Tesir

17          Fedakarlık

18          Fırsatlar

19          Geliştirmecilik

20          Gerçekçilik

21          Görev

22          Gözlemcilik

23          Hedef Odaklılık

24          Hız

25          Hikmet

26          İdealistlik, Ülkü

27          İlericilik

28          İleriyi Görmek

29          İlerlemecilik

30          İletişim

31          İlkecilik

32          İnisiyatif

33          İrade

34          Kamuoyu

35          Karar Alma Süreci

36          Kararlılık

37          Karizma

38          Kuvvetli, Kuvvetlilik

39          Liderlik

40          Liyakat

41          Mükemmeliyetçilik, Yetkinlik

42          Otoritecilik

43          Öngörü

44          Prensip

45          Programlılık

46          Sezgi

47          Soğukkanlılık

48          Sorumluluk

49          Tarih Bilinci

50          Tecrübe

51          Yaratıcılık

52          Yenilikçilik

53          Yüksek Vasıflar

54          Zaman

 

Atatürk ve İnsan Değeri

0

Kocacık’lı (Makedonya) Hacı Ahmet Efendi’nin torunu Mustafa Kemal hangi süreçlerden geçerek Türklerin Ata’sı olmuş Atatürk olarak kalplerimizde yerini edinmişti. Eksikliğini hissettiğimiz husus ise Atatürk’ün 30 ciltte 10.000 sayfayı aşan söz, söylev, emir ve demeçlerinden süzülen Referansların henüz oluşmadığı gerçeğinin yol açtığı hüzündür.

“Dehanın üçüncü mühim karakteri terkip ve sentez kudretidir. Dâhilerin tabiat eline verdiği fani maddeleri, hayat ve ruhları birbiriyle anlaştıra anlaştıra yepyeni, orijinal terkipler, canlı ve eşsiz sentezler var ederler. Atatürk’ün eline gelen Türkiye, İmparatorluğun iflas ettirdiği eski Türkiye idi. Atatürk bu Türkiye’yi yeni baştan kompoze ederek onu en güzel bir sanat eseri, canlı, kuvvetli, cazip, güzel bir mevzu haline getirdi. Hiçbir tarih ve hiçbir millet ‘Atatürk Türkiyesi kadar bir ve bütün düşünen, duyan, işleyen ve bir insan topluluğu görmemiştir. Atatürk bu Türk sentezinin yaratıcı başlangıcıydı.” Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, “Dehâ Nedir?”, Bugün, (22 Kasım 1938).

Kurtuluş Savaşı öncesindeki 15 yıllık ve ardından gelen Diriliş dönemindeki 15 yıllık dönemlerde, Atatürk insanları hedefler etrafında yekpare olarak kenetleyen bir dehadır. Hedefler savaş ve barış dönemlerinde farklılaşsa da Atatürk için farketmemiştir. Atatürk Sofralarının sırrı insanların fikirlerinden yararlanmak, enerjilerini harekete geçirmektir.

Yeteneklerini keşfettiği insanları takip ederek yetiştirebilmek ve yükseltmek, yurtdışına “kıvılcım olarak gönderip ateş topuna dönüşerek dönmelerini dörtgözle beklemek” Atatürk’ün ideallerindendi.

Her zaman halkın içindedir. Anadolu’yu gezer ve dönüşte “halk zengin olmak istiyor” diyerek duygularını dile getirir. Kağnıları sakat sakat güdenleri, Kurtuluş Savaşında yolu olmayan Anadolu’da ordunun her türlü araç gerecini durmaksızın taşıyan devecilerini ülkenin Efendi’si yapmaktı sevdası. İnsanları hep yükseltmek vazgeçilmez bir tutkusu idi.

“Atatürk’ün Cumhuriyet Türkiye’sine getirdiği yeniliklerin en başında, eski kişisel ilişkiler dünyasının ortadan kaldırılıp yerine gayr-ı şahsî mekanizmaları yerleştirme özlemi gelir. Bütün “yeni”ler, “eski”lere bağlı olduğundan bunun tümüyle gerçekleşmediğini biliyoruz. Doğaldır ki, bir liderin çabalarıyla yapılan reformlarda da “kişisellik” kendini gösterecekti. Ancak Atatürk’ün, “ideal Türkiye’sini, kişisel ilişkilerin değil, kurum ilişkilerinin yani yeni onur’un egemen olduğu bir Türkiye olarak düşündüğü açıktır. Söylev ve demeçlerinde bunu kanıtlayan birçok görüşe rastlanır. “ Kaynak: Şerif Mardin, Toplum ve Siyaset

Atatürk’ün insan kaynağı ve yönetim anlayışında insana verdiği önem açısından yaklaşılmıştır.  Pergelin ucunu kurucumuzun izlerine koyarak O’nun ışığında Kurtuluş ve Kuruluş sürecinin “insan” ayağı, “kulluktan insanlığa” geçiş olgusu incelenmiştir.

Atatürk’ün çeşitli tarih ve yerlerde yaptığı konuşmalarda, olaylara ve insanlara yaklaşımındaki özellikler çalışmada analiz edilmiştir. Ülkemizin en temel mayası olan onbin yılı aşan engin kültürü ve İnsan Değeri, Atatürk tarafından en önemli unsur olarak değerlendirilmiştir.

21.yüzyılda liderlik bilgiye sahip olanın ve onu doğru yorumlayanın olacaktır.   Yeni dönemde bilgiyi en iyi yöneten, insanı en iyi değerlendiren ve sürekli olarak güçlendiren ülkeler önde olacaklardır. 21.yüzyıl, insanların yaratıcı fikirlerinin geliştirildiği ve bu fikirler etrafında işbirliği yapıldığı bir çağ olacak ve ülkemiz bu dönemde üstüne kurulduğu değerlerle birlikte, kurucusunun insana verdiği değerin izlerini taşıyacaktır.

Cumhuriyet’in kuruluşundaki değerlerde “insan” a verilen önemin, 21. yüzyılın henüz daha başlarında 2020 yılı itibariyle, sınırlarımızda ve içimizde yaşadığımız insan kasırgalarında ülkemizi öne geçirecek özellikleri içinde barındırdığı görülecektir.

“Benim gözümde hiçbir şey yoktur; ben yalnız liyakat âşığıyım.”                         Mustafa Kemal Atatürk

1920’li yılların başında Türkiye’ye saldıran Batılı ülkeleri insanlık değerlerine uymaya ve egemenliğimizi tanımaya davet eden Atatürk’ün kurduğu devlet, çok geçmeden 100 yıl sonra,   2020 yılında Batı’ya yardım konvoyları gönderirken, gelinen nokta insanı da yapaylaştırılarak tükenme ikilemi ile karşı karşıya bırakmıştır.  Kaybolan insanlık tekil insanı da tehdit etmeye başlamıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, kurtuluş ve ardından gelen diriliş döneminde ülke yokluklar içinde boğuşurken, para yok, pul yok, teçhizat yok iken bir tek gerçekliğe güvendi: İnsan. Ne yaptı ise insan unsurunu hareketlendirerek, ona değer katarak yaptı, inşa etti. İnsan demek sonsuz enerji demekti, vazgeçilmez değerler demekti. İnsan bir değer idi ve İnsana değerdi. Eylemlerinde iletişime birinci önceliği vermesi, insan değerine verdiği önceliğin en önemli kanıtı idi. İnsan ikna edilebildiğinde, kendisinle doğrudan iletişim kurulabildiğinde, o bir tek insan diğer insanları da çağırıyordu.

Zaten Cumhuriyet de kulluğu, tabi olmayı esas alan, insanı değersizleştiren Monarşik yapının aksine halkı, insan topluluklarını yüceltiyordu.

Atatürk’ün hitabetinin bir numaralı öznesi olan “Efendiler!” tabiri İnsan’a olan yüceltici bakışının simgesi idi. İnsan; Efendi’dir.

Türklerde ilk kez Tonyukuk Yazıtında (MS.720) dile getirilen “Budun da Budun boldı” (Halk da halk oldu)  tabiri ise halkın nasıl da olması gereken yere yükseltildiğinin ilk örneğini göstermekte idi. Türkler ıssız ve susuz bozkırların biçimlendirdiği zorlu hayat şartlarında yaşadıklarını, meydana getirdiklerini (kültür, dil, devletler. vb) hep bir insani dayanışma mücadelesi ile ortaya koydular.  Türklerin Yaratılış Destanı ve Oğuz Kağan Destanında da aslolan tüm evrensel gerçekliği ile İnsan idi.

“Ben yalnız liyakat âşığıyım” veTaşa toprağa değil, insana kıymet verin! “ tespitleri ise son derece güçlü bir vurgu içermekte ve insana verilen üstün değer ve önemi göstermektedir.

Geleceğin Türkiye’sini, İnsan ve Değeri kavramları üzerinden şekillendirmeye çalışan Atatürk, geçmiş Türk Tarihi araştırmaları neticesinde de sadece Türklerin değil, ilk insanlığın vatanı sayılan Orta Asya’yı,  insanlığın da ortak atası ve kökleri olarak görerek İnsan, İnsan Değeri ve İnsanlık kavramlarını bir potada eriterek sentezlemiş ve evrensel bir düşünce mirasını bizlere bırakmıştır.

Kitap, Atatürk’ün başardıkları ile ilgili “Nasıl?” sorusuna verilebilecek cevapların detaylı bir incelemesidir.

Türk Evi Yayınları Atatürk Referansları serisine Atatürk ve İnsan Değeri kitabı ile başlarken devam edecek olan başlıklar yine Kurucumuz hakkında şimdiye değin öne çıkmayan konular olacaktır.

300’ü aşan sayıda liderler, Türk devletlerine başkanlık etmiştir. İçlerinde şiirler dışında yazılı miras bırakanlar bir elin beş parmağıdır. Oğuz Kağan efsaneleşirken, Bilge Tonyukuk ve Bilge Kağan’ın yazıtları, Babür ve Ekber Şahların yazmaları, Atatürk’ün ise yazdığı kitaplar zamanlar ötesine yollanan çoban ateşleridir; hedeflerimizin sırlarıdır. Karahanlı, Altınorda hanları, Gazneli, Memluk, Selçuklu, Timurlular, Osmanlı sultanları, Safevi şahları şiirler yazarken Hun, Göktürk, Babür ve Türkiye devlet başkanları ise düzyazılı eserleri ile Moğolistan, Çin, Hindistan ve Türkiye’de tarihi hem yapmış hem de yazarak en değerli bir miras bırakmışlardır.

Atatürk’ün ağzından ve kaleminden çıkanlardan oluşan (yazı ve konuşmalar, belgeler, telgraflar, tamimler, beyannameler, hatıralar, söylev ve demeçler, kararlar, mektuplar, röportajlar, söyleşiler, yazışmalar, demeç, tutanak, görüşmeler, kitaplar) 12 bin sayfalık eseri, bizlere bıraktığı ve gençlik üzerinden geleceğe emanet ettiği, tüm Türk devletlerinde birikmiş binlerce yıllık insan değerinin dile gelişidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Akdeniz Medeniyeti – Afrasya Binyılı

0

Dünyanın Ortası Akdeniz’in kıyıları hep fikirlerle dolup taşan limanlar ile çepeçevredir; İstanbul, Troya, Miletos, Bergama, Halikarnassos, Atina, Selanik, İzmir, Efes, Roma, Barcelona, Beyrut, Pire, İskenderiye, Girne, Magosa, Baf, Hayfa, Trablusgarp, Kasablanka, Tunus, Cezayir, Assos, Hayfa, Yafa, Alanya, İskenderiye, Lazkiye, Tartus limanları büyük düşünürlerin yetiştiği şehirlerdir. Aristo, Eflatun, Pisagor, İbn Bacce, İbni Tüfeyl, İbni Rüşt, İbnül Arabi, İbni Batuta, İbni Haldun, İsmail Hakkı İzmirli, Bergamalı Muhyiddin Kafiyeci, İshak Efendi (Başhoca), Hilmi Ziya Ülken, Niyazi Berkes gibi evrensel düşünürler Akdeniz Havzası’ndan neşet etmekte olan Afrasya Medeniyeti’nin öncül ışıltılardır, ışık hazineleridir.

Akdeniz Havzası bir Düşünce Atlası, dünyanın en kapsamlı Düşünürler Ansiklopedisi’dir; felsefenin anavatanıdır. Ansiklopedinin ilkler maddesi en kalabalık maddelerinin başında gelmektedir. İlk felsefe Atina ve Miletos’da, İlk kütüphane İskenderiye’de ve Bergama’da, ilk Hristiyanlık Antakya’da, Tarsus’da, İlk sosyoloji Tunus’da, günümüz alfabesinin ilk kökleri Fenikelilerde, Küçük Asya, Eski Mısır, Eski Yunan ve Girit medeniyetlerinin, Endülüs Medeniyetinin ışıltıları hep bu kıyılarda hayat bulmuştur.

Akdeniz’i çevreleyen adalar, yarımadalar, nehirler, dağlar, iç denizler, limanlar, havzalar, boğazlar, körfezler, kanallar dünyanın bu en etkileşimli coğrafya parçasında en etkileyici fikirler ve düşünürlerin orta çıkışına neden olmuştur.

Düşünürlerimizden Halikarnas Balıkçısı tarafından Altıncı Kıta olarak adlandırılan Akdeniz, üç kıtanın ortasında yeralan bir havzadır ve tüm düşünsel birikimleri bünyesinde barındırmaktadır; İskenderiye’den İskenderun’a, İzmir’den İtalya’ya, İspanya’ya Fas’tan Fransa’ya, Kahire’den Katalonya’ya ve daha nicelerine.

Atlantik Aklı bölgeyi egemenliğine almak için parçalamış ve Ortadoğu vb. askeri terminolojide kullanılan tabirleri parçaladığı bölgeyi genelleştirmek için kullanmıştır. Ortadoğu olarak ötekileştirilen Akdeniz, objektif ve doğru bir okumaya tabi tutulduğunda Orta Dünya’dır. Mediterrane’nin etimolojik anlamı budur. Orta Dünya’da tüm yönler biraraya gelmektedir.

Bir Orta Dünya daha vardır; Zhong Guo yani Çin. Pasifik kıyıları’nda yeralan limanlar da Yeni Akdeniz’i teşkil etmektedir. İpek Yolu güzergahı üzerinde yeralan İç Asya (Türkistan) da vahaları ile birlikte, tarihten gelen Akdeniz tarzı bir yapılanmadır.

 

Su ve İnsan: Türk Bilgeliği

0

Kişi ve Gönül

Türk insanını ruhunu kavramsal açıdan incelediğimizde iki enteresan sonuçla karşılaşırız. Birincisi kişi kavramı, ikincisi de gönül kavramı.  Diğer bütün dillerde insan kavramı homo, humus, human olarak toprak/zemin temelli bir kelime olarak karşımıza çıkarken sadece Türk dilinde farklı bir kavram olarak su temelli dinamik kişi kavramı kullanılmaktadır ki bir özgünlük ve farklılık sözkonusudur. Kişi, Sibirya’nın güneyindeki sulak yerlerde,  su kenarlarında yaşayan kiş (su samuru) ile ilintilidir.

Farabi’de felsefi olarak ortaya konulan metinler, Yunus Emre’de dizelerle dile gelmiştir. Sibirya’nın güneyindeki su kenarlarında kiş (su samuru) ile başlayan insan yolculuğumuz, Küçük Asya’nın Sivrihisar kasabasında Yunus Emre ile nihai şeklini almıştır. Yunus Emre’nin 417 şiirinde insanı ve evreni tüm yedi kavram ile tanımlayan Türkçe artık kıvamını bulmuş, en üst dereceden bir ifade gücünü kazanmıştır.

Humus (toprak) ve Kiş (su samuru) kökenli farklı etimolojik kökenlerin elverdiği, sabit ve dinamik kişilik farkları da, birörnek (uniform) ve binçiçek (hercai) zenginliğinin zıtlıklarıdır. Birey’in “bir”liği, benciliği ve gönülün bencileyin zenginliği farkıdır bu.

Zemin itibariyle Türkler 3 kıtada hâkimiyet sağlamışlardır. Zeminde sürekli hareket halindedirler. Zaman su gibi akarken, Türkler de zeminde sürekli akmaktadırlar. Batıda insanın toprak bazlı human kavramıyla ifade edilmesi mekânda sabitliği, mekân bağımlılığını, Türk geleneğinde ise su bazlı kişi kavramı ile ifade edilmesi, zeminlerde zaman misali akışı göstermektedir.

Su ile irtibat akışkanlığı,  Türklerin konargöçer bir kavim olmasını,  Türk devletlerinin şemsiye devlet olabilmesini, Türklerin intibak kabiliyetlerini, sentez oluşturup hem kendilerini, hem diğer kavimleri dönüştürebilmelerini izah eder. Batı, yerleşik toplumları ve mekânı, Türkler göçebeliği ve zamanı temsil eder. (Celal Tahir)

Humus:

Latince humus “toprak” sözcüğünden alıntıdır.

Humanus: İnsani

Homo, Homin:

Toprağa ait, İnsan

Âdem (İnsan) kelimesi etimolojik açıdan arapça insan ve latince homo, humanus tabirlerinden çok daha eskidir. Hümanist tabiri ilk kez İtalyan şair Lodovicio Ariosto (1474-1533) tarafından kullanılırken, bu sözcük Latince humanus “insani” sözcüğünden türetilmiştir. Latince sözcük Latince homo, homin- “‘toprağa ait’, insan” sözcüğünden türetilmiştir.

Kişi:  “Yaşam, Ölüm, Yaratılan”        

KİŞİ, es. tr. kiş (okluk, kadın, kürk/samur, atların çıkardığı yansıma ses) ten.

kiş-i/kişi (kök anlamı: okluğu olan, ok taşıyan, atların kişneyişi gibi ses çıkaran, kürk giyen/avladığı yaratığın göründen giysi yapan bg.).

Kişi sözcüğü, Türk dilinin en eski yazılı kaynaklarında, değişikliğe uğramadan, yine “kişi” biçiminde geçmektedir. Ancak, kiş kökünün içerdiği anlamlar çok değişiktir. Nitekim Kâş. Bu konuda değişik içerikli sözcükleri gösteriyor. Hint-Avrupa, İslav, Arap-Fars, Germen dillerinde kişi sözcüğünü “insan” anlamında veren bir sözcük yoktur. Öte yandan Hitit, Sümer, Akad, Asur dillerinde de “insan” karşılığı söylenen kişi biçiminde bir sözcük yoktur.

  • Arapça. İns (İnsan), Beşer,
  • Farsça. İnsan, Âdem,
  • Almanca. Mensch,
  • Latince. Homo,
  • Fransızca. Homme,
  • Sümerce. Ur
  • Akadça. Amelu, Avılu (Erkek), Avıltu (Kadın),
  • Grekçe. Antropos,
  • Hititçe. Antuhsas,
  • Sanskritçe. Adamas,
  • Gotça. Guma

Bu örnekler kişi sözcüğünün, Asya Türkçesi dışında bir kökene bağlanamayacağını gösteriyor. Kaynak: İsmet Zeki Eyüboğlu. Türk Etimoloji Sözlüğü.

Kelimelerin etimolojik kökenlerine gittiğimiz zaman insan kavramı Arapçadır ve anlamakla ilintilidir. Türklerde karşılığı kişi kavramının kökeni ise su ile alakalıdır. Dilimizde; yaşam, ölüm, kişi bu üç kavram su ile ilintilidir. Hint-Avrupa kökenli insan tabirinde esas olan anlamak iken, kişi tabirinde yaratılan olmak (insan tanrı tarafından yaratılmıştır) önem kazanmaktadır. Tonyukuk, Bilge Kağan ve Kültigin yazıtlarında bunlar açık açık ifade edilmiştir kişi ölümlüdür.

Hâlbuki Batı anlayışına göre insan ölümsüzlük peşinde koşmaktadır. Türklerin kozmolojisi ise kavram itibariyle böyle bir idealin peşinde değildir çünkü ölümden sonra yaşam devam etmektedir. Batı ise insan kavramından Hümanizm akımını türetmiş ve insanı izm haline getirmiştir.  Türklerin anlayışında ise insan, tanrı tarafından yaratılmıştır, insan tanrı değildir. Hümanizm ise insanı tanrı olarak ifade etmektedir.

Arapça insan kavramının kökünde Hint Avrupa kökü olan ins yer almaktadır, anlayan, duyan, bilen, tanıyan anlamlarını taşımaktadır. İnsan kavramı ise sadece insan yetilerinden sadece anlama, duyma, bilmeyi içermektedir. Kişi kavramı ise yaşam ve ölüm esaslıdır, insanın hayatının başını ve sonunu içermektedir. Yaşam ile ölüm arasındaki süre içerisindeki tüm yetileri içermektedir.  Kişi tabirinin kökeni Türkçedir, başka herhangi bir dilden alınmamıştır. Türklerin kendi yaşantılarından süzdükleri bir özdür.

Bütün Evren tasavvurlarının amacı insanın evrendeki yerini göstermektir. İnsanın evrendeki yeri, öncelikle, insanın nasıl ortaya çıktığının belirtilmesi, nasıl yaşaması gerektiği ve öldükten sonra ne olacağının belirlenmesiyle ilişkilidir. Bu sorulara verilecek cevaplar, insan anlayışının zeminini oluşturur. “Hayat kaynağını Gök Tanrı’dan alır” inancı gereği, insanın kökeninin Tanrı’ya bağlandığı görülmektedir.

Göktürk metinlerinde, insanın Tanrı tarafından yaratıldığı açıkça ifade edilmiştir. Söz konusu metne göre, önce Gök, sonra yer ve en sonra da insan yaratılmıştır (Kül Tigin Yazıtı, D 1). Hem Kül Tigin hem de Bilge Kağan yazıtında yer alan bu düşünceler, gök ile yer yaratıldıktan sonra insanın yaratılmış olduğunu açıkça dile getirmektedir. Bunun yanında, insanın sonlu bir varlık olduğunu da “ölmek için doğmuştur” ifadesinden anlamak mümkündür.  Yaratma sürecinin nasıl işlediği hakkında bilginin olmamasına rağmen insanlar yaratıldıklarını inanmışlardır.

İnsanın su ile ilişkisi ve suyun kutsal kabul edilmesi göz önüne alındığında insanın sudan yaratıldığına ilişkin bir izlenim doğmaktadır. Türkçede hayat anlamına gelen yaşamın kökü olan yaş, ıslak ya da nemli manasında kullanılmaktadır. Yaş, ıslak, nemli takımlarının her biri doğrudan su’yla ilgilidirler. Dolayısıyla hayatın su kökenli olduğu açıktır. Yaş aynı zamanda insanın doğduğu andan başlayarak yıl olarak hesaplanan hayat süresi anlamında da kullanılır. Birey için kullanılan yaşama süreci anlamındaki yaş, hayat ya da canlılık anlamlarını da taşımaktadır. Yaş, bireyin sınırlı ömrünün süresini belirtmek için kullanılmakla birlikte, onun canlı olduğunu, canlılığını da yaşla (ıslak ve nemli), yani su ile beslendiğini ifade etmektedir.

Türkçede ölüm teriminin kökü de suyla ilişkilidir. Ölüm, öl kökünden türetilmiştir. Öl, ıslak, yaş anlamına gelir. Bu anlamların her biri su kaynaklıdır; yani su aracılığıyla elde edilmektedir. Ölmek fiilinin etimolojik anlamının su olması, suyun da hayat anlamına gelmesi sebebiyle ölümün anlamı, yaşamak, hayat bulmak şeklinde ifade edilebilir. Dolayısıyla Türkler için Ölmek yeni bir hayata geçmektir. Hem yaşamın hem de ölümün aynı kökten, su’dan gelmesi, Türklerin insan anlayışında, suyun ne kadar belirleyici olduğunu göstermektedir.

Eski Türkçede insan anlamında kullanılan kişioğlunun kökü olan Kiş, samur ve sadak anlamında kullanılmıştır. Sibirya bataklık samuru Kişioğlu teriminin ortaya çıkmasında etkili olmuş olabilir. Bataklık samuruna işaret eden kiş ile insan anlamına gelen kişi arasında bağlantı kurmak mümkün gözükmektedir. Samurların yaşadığı su kenarlarındaki sazlık alanla suları bol bir ormanda yaşayan halk arasındaki benzerlikten kiş, kişten de kişi türetilmiş olmalıdır. Böylelikle yaşama alanı insan teriminin kökeni haline getirilmiştir. Göktürkler’de orman ve ırmakların yerleşim yerinin ya da yurdun belirleyici nitelikleri arasında sayılması, bu bağlantıyı güçlendirmektedir. Ayrıca, köken efsanelerinin suyla doğrudan ya da dolaylı ilişkili olması, insanın su kökenli olduğu düşüncesini güçlendirmektedir.

İnsan teriminin kökü ve boyun suyla ilişkili oluşu, ayrıca dünyanın su üzerinde durduğu düşüncesi, suyun Türklerin yaratılışında birinci dereceden görev aldığını göstermektedir. Ayrıca Türkler, Yer-su adı altında kutsal yerlere ve sulara dualar okumuş, onlardan dileklerde bulunmuşlardır. Bunun başlıca nedenlerinden biri kökenlerini suya dayalı oluşudur.  Diğer bir neden de suyun niteliklerinde aranmalıdır. Su, hayatın kökeni olduğundan canlıdır,  hareketlidir, esin kaynağıdır, iyileştirir, rehberlik eder. Su kaynağı ya da nehir, güç, yaşam, süreklilik ifadesidiri. Suyun ana olarak benimsenmesi, su kaynaklarının kutsal kabul edilmesi, suyu kirletmenin günah sayılması, Türklerin suya olan inançlarının göstergeleri arasındadır.

Suyun değişkenliği, toprağa nüfuz etmesi, buharlaşıp uçması, akışkan olması, ruhun içinde çeşitli katmanlarda dolaşmasını yansıtması açısından önemlidir. Hayatın su kökenli oluşu, yaşama sürecinde ortaya çıkan her türlü iniş çıkışlar ile zorlukları da açıklamaktadır. Engellerle karşılaştığında suyun yön değiştirmesi, engelleri zaman içinde aşındırarak ortadan kaldırması, buharlaşıp her türlü engeli aşarak kutsal göğe yükselmesi, sel halindeyken çok daha güçlü olması gibi özellikleri, insan hayatı ile büyük benzerlik göstermektedir. İnsanlar da hayatlarında zorluklarla karşılaştıklarında, aşamalı olarak o zorluğun üstesinden gelmeye çalışırlar; ancak sorunu çözemediklerinde hayatlarında değişiklikler yaparlar.  Suyun birikerek göl ya da deniz olması, toplumun sayıca fazlalığı ve gücü olarak yorumlanmıştır. Ayrıca suyun sel hali, devletin seferleri ile ilişkilendirilebilir.

İnsanın iki temel özelliği, yani hayatı ve ölümü su temelinde dayandırılması, Türklerin eski dünyanın her yerine dalgalar halinde yayılmasını sağlayan zihniyetin oluşmasında etkili olmuştur. Su, düzen içinde kullanıldığında varlığını korumaktadır. Düzenin dışına çıktığında, yok olmaktadır. Benzer şekilde, Türkler de devletli olduklarında varlıklarını sürdürmüşlerdir, devletsiz olduklarında ise su gibi dağılıp gitmişlerdir.

Göktürk merkezli eski Türkler, insana ilişkin “su kökenli oluş” ve “yaratılmış olmak” üzere iki temel düşünce gelişmişlerdir. Bunların her ikisi de uyum içinde kullanılmış gibi gözükmektedir. Bununla birlikte, halk arasında su kökenli oluş daha fazla kabul görmüş olabilir. Su kökenli oluşun her bir aşamasında Tanrı’nın bir şekilde devrede olduğu açıktır. İnsanın, Tanrı tarafından yaratıldığı düşüncesi, evren tasavvurunun gelişmesi ve güçlü devletin ortaya çıkması ile yakından ilgilidir. Bireyin ruhu ve canlılığı evren düzeni içinde mümkün olmaktadır. Tanrı evren düzenini belirlendiğinden ruh aracılığıyla kazanılan ölümsüzlük, Tanrı’nın insana bağışladığı bir niteliktir. İnsanın varoluşu Tanrı’ya bağlıyken, varoluşu kazandıktan sonra varlığını sürdürmesi de toplumsal düzene bağlıdır.

İnsanın evren tasavvurundaki yerine bakıldığında, dört elementten biriyle, hayatın kaynağı olan su’yla kırıldı görülmektedir. Tanrı tarafından yaratıldığı inancı bir başka boyutu ortaya koymaktadır. Tanrı’nın verdiği ruh, hem bireyin varoluşunu gerçekleştirmektedir hem de doğadaki diğer ruhlu unsurlarla ortak özelliklere sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca bireyin toplumun temel birimlerinin ruhlarından da pay alması, onun toplumla olan zorunlu ilişkilerini de belirlemektedir.

Ölümü anlamlandırmak, insanın varoluşunun açıklanmasına bağlıdır. Birey olarak insanın varoluşu birinin doğumu ile başlayan ergenliği, erginliği, yaşlılığıyla devam eden ve ölümle son bulan bir süreçtir. Ancak, insan olarak varolmak, bireysel bir durum değil, kültürel bir durumdur.

Türkçede Hayat anlamına gelen yaşamın kökü olan yaş, ıslak ya de nemli manasında kullanılmaktadır. Ölüm terimi yerine kullanılan terimlere bakıldığında, ölümün bir yok olma değil, dünya değiştirme olduğu görülür. Öüm yerine kullanılan kaybolmak, yolunu kaybetti, kuş gibi uçtu gibi terimler iki dünya arasındaki geçişi işaret etmeye yöneliktir.  Ruhun, bedeni bırakıp gezmeye gittiğine inanıldığından, ölümü de gezmeye giden ruhun dönüş yolunu kaybetmesi olarak yorumlamışlardır. İnsanın ölümlü olduğu inancı çok açık bir şekilde varlığını sürdürmektedir.

Ölen insanların göğe çıktıklarına ve “gökte sanki canlıların arasındaymış gibi yaşadıklarına” duyulan inanç, öte dünya hakkındaki tasavvuru açık bir şekilde göstermektedir. İnsanlar ölümle yerden göğe çıkmakta ve tanrının oturduğuna inanılan yer gitmektedirler. Bir bakıma, boyut değiştirip cennette yaşamaya başlamaktadırlar. Ayrıca, hiçbir şey cehennemin varlığını göstermemektedir. Cehennem karşılığı hiçbir kelime bulunmamaktadır. Ölüm, insanın boyut değiştirerek yaşamını sürdürmesi ve ölümsüzlüğe ulaşmanın tek yoludur. Ölümün su kökünden gelişi ve suyun hayat oluşu göz önünde bulundurulduğunda, ölmek, daha yüksek seviyedeki (Gökteki hayat) ikinci hayata geçiş süreci olarak yorumlanmıştır.

Türk düşüncesinin yapısı, kökenler bağlamında dile getirilen unsurlardan oluşmaktadır. Varlık, insan,  devlet, tarih, bilgi, ilim, sanat anlayışları, eğitim sistemi, zanaatler, düşünce üretiminden sorumlu büyücüler ile yaşama şartlarını dayandırdıkları değerler, evren tasavvuru çerçevesinde Türk düşüncesini oluşturmuşlardır. Başka bir deyişle, evren tasavvuru aynı zamanda toplumun düşünce yapısıdır. Dolayısıyla, Türk düşüncesinin yapısından söz etmek, Türk Evren tasavvurundan söz etmeyi gerektirmektedir. Ayhan Bıçak. Türk Düşüncesi 1: Kökenler. Dergâh. İstanbul.2013

 

 

SU Kardeşliği

0

Su Kardeşliği

1. Su’yu tanıtmak, yaratıcı tarafından bize gönderilmiş bir hediye olduğunu vurgulamak yoluyla suyun insanlar tarafından sevilmesini sağlamak. Bilen, seven insan korur. İsraf etmez, hesapsız tüketmez. Gelecek nesillere taşır.

2. Su; duru, şeffaf, doğal, sıcakkanlı, kucaklayıcı, hayat veren ve canlıdır. Su kardeşi, özündeki, mayasındaki su gibi olmanın gayreti içinde olur. Yaratılışındaki, dünyaya gelişindeki gibi duru kalarak, kirlenmeden yaşamaya, akışta kalmaya çabalar ve arkada kalıcı izler bırak ebedi alemeduru olarak gitmeyi hedefler.

3. Savaşa, nefrete, kavgaya değil sevgiye, barışa su taşıyoruz. İnsanların önce kendi içinde, sonra insanlar içindeki, sonra tüm dünya hayatı içinde, tüm içindekilerle birlikte yaşamında barışı, sevgiyi, birlikteliği çoğaltmak istiyoruz.

4. Su kardeşliğine davet etmeye devam edeceğiz. Irka, renge, dine, dile, coğrafyaya, cinsiyete, sosyal sınıfa, hatta tutulan spor takımına, siyasi partiye ve benzeri sebeplere bağlı olarak oluşan ayrışmanın etkileri günümüzde hergün daha fazla hissedilmeye başlanmıştır. Salt olarak “biz” ve “onlar” ayırımına gittiğimiz davranışlar insanlarımızda güvensizliğe, yılgınlığa, yalnızlığa taşımaktadır.

Ayrışma, küreselleşen dünyamızda birbirimizi tehdit unsuru olarak görmeye, korku, güvensizlik ve endişe duymaya, kavgaya, nefrete, narsizme ve mutsuzluğa yol açarken, uzlaşma, işbirliği ise seviye, uyuma, gelişime, mutluluğa yol açmaktadır.

Buna karşılık işbirliği ve su kardeşliği tüm bu olumsuz duyguları, sonuçları olumluya çevirmeye yetecektir.

Beynimiz benzer olandan “hoşlanma” ve “farklı” olandan rahatsızlık duyma dengesini kuracaktır. İnsan tanıdığı, bildiği, güvendiği ortamlarda, kendisine benzer canların, kişilerin bulunduğu gruplarda kendini daha güvenli hisseder. Tüm dünyayı bir ortam olarak kabul ettiğimiz her birimizin bir damla sudan yaratıldığımız bilgisi, yaklaşımı, inancı tedirginliği ortadan kaldıracak, birbirimize su bağı ile bağlanmanın, su bağı akrabalığının, su kardeşliği birliğinin meyvelerini yaşatacaktır.

5. Gelin su’yu sevelim, sudan yaratılmış tüm canlıları, her şeyi sevelim, su kardeşliğini egemen kılalım ve dünyamızı sevgi bahçesine dönüştürelim. Aksi halde bunu beceremezsek dünyamız bize dar gelecek değil mi? Su’yu , su’dan yaratılmış canları anlamayan kimse, sevmeyen yürek kalmasın. (Recep Ali Topçu, Ab-ı Hayat Su Müzesi)

Çin Felsefesi ve Su

Sonsuz; Sürekli; Sonsuza dek

Bir nesil geliyor ve başkası gidiyor, ama su sürekli bir döngü içinde durmadan akıyor.

Suyun bu sürekli akışından “sonsuz” luğu simgeleyen ideogram (karakter) üretildi; köpükler ve dalgalar da eklenerek suyun bir varyasyonu oluşturuldu; su, kaligrafi (hat) sanatında kullanılan sekiz temel karakteri bünyesinde taşıyarak “sonsuz” un simgesi olarak hatırlanacaktı.

​Çinlilerin kutsal sayısı 8 dir.

Cathay Pacific Hava Yolları​, Hong Kong-İstanbul uçuşlarını 8.8.1998 tarihinde başlatmıştır.

Sonsuzluk döngüsü, su karakteri ile simgelenirken, bu döngü, çin alfabesinin temel 8 karakteri ile oluşturulmuştur. Alfabedeki diğer bütün binlerce karakterler (kelimeler) bu 8 karakter kullanılarak türetilmektedir.

Shui ve su kelimelerinin benzerliği, su kelimesinin Çinlilerin sözlüğüne bizden veya bizim sözlüğümüze Çinlilerden geçtiğini gösteriyor.

Can ve Su…Canveren Su.

El ele verince, el elden üstün olacağına, eller birlikte kuvvetleniyor.

El etmek, mesafeleri kısacık yapıyor, süratle neticeye ulaşıyorsunuz.

Vatandaşlarımızın biribirlerine  “ellere karışmış” haletiyle yaklaşımlarını, kan kardeşliklerini, hele ki kan davalarını, gençlerin kanka-kanki geyiklerini aşarak, kandan (ırktan) değil sudan (yaratandan) kardeşlikleri de elele geliştireceğiz.

Mevlevi bakanlarımızdan rahmetli Hasan Ali Yücel’in oğluna verdiği isim, CAN, Can Yücel’in ise kızına verdiği isim, SU.

Can ve Su…Canveren Su.

Suyun metafizik boyutunun düşüncedeki izdüşümlerinin izlerini sürerken yollarımız herhalde Asya’ya, Asya’nın derinliklerine, Türkistan’a, Sibirya’ya, Japonya’ya, Çin’e, Hindistan’a epey uzanacak.

İpekyolu Dinleri, Richard C.Foltz, Medrese Yayınları 2006; kitabın İndex kısmında (ss. 223), su referansları 70 civarında, kitabın çevirmeni Aydın Aslan ile de zaman içinde görüşülebilir.

Tefekkürümüzde Su konusu, adım adım izlenerek, su’yun ruhu detaylandırılabilir. Kaynak her zaman derin sularda yüzen Doğu.

Düşünce tarihimizin Asya’da 500 yıllık (780-1273) dönemde şekillenen temellerinde SU ile ilgili referansları tespit edip değerlendirebilirsek, kendi kültürümüzü keşfetme yolculuğumuz, Maveraünnehir Düşünürleri ile de taçlanmış olacaktır. Burada nehir (SU) düşüncesini yakalamış oluyoruz, su gibi akışkan ve bereketli düşünceyi.

  • MUSA EL HAREZMİ maveraünnehir 780-850
  • İMAM MATURİDİ maveraünnehir 852-944
  • FARABİ maveraünnehir 872-951
  • EL BİRUNİ maveraünnehir 973-1048
  • İBNİ SİNA maveraünnehir 980-1037
  • KAŞGARLI MAHMUD;1008-1105
  • YUSUF HAS HACİB;1017-1077
  • NİZAMÜLMÜLK horasan 1018-1092
  • AHMET YESEVİ maveraünnehir 1093-1166
  • MEVLANA horasan 1207-1273

Tefekkür tarihimiz Hazreti Mevlana’ya gelene kadar, Su ile ilgili hangi düşünceleri biriktirmiş acaba?

Ayağımız hep toprağa basarken, gezip dolaşmadık, ayak basılmadık kara para parçası bırakmamışken, üç tarafı sularla çevrili bir coğrafyayı bulunca orayı köprübaşı ederek konaklamamız enteresan. Avrupa’da ulaştığımız en uç nokta Budapeşte de suyolu kenarı, kuşattığımız Viyana da öyle.

Üçgen düşünce yöntemi, Sokrates’in geliştirdiği diyalog, soru sorma, soru ile düşünceyi geliştirme yönteminin en gelişmiş hali galiba. Alt-Orta-Üst, Giriş-Gelişme-Sonuç, Tez-Antitez-Sentez, yer-gök-su , doğum – hayat – ölüm

İki nokta arasında düz bir çizgi çizildiğinde açı oluşmuyor, fakat üçgen oluşumunda, üç farklı açı sözkonusudur, bu açılar daralıp genişleyebilir, futbol oyununda üçgenler kurarak saha içinde hakimiyet sağlama, rakibe topu kaptırmama.

Üçgen yapı, dairesel döngüye dönüşebiliyor, dünyamızın yuvarlaklığı olgusunu, ortaçağ Batı düşüncesi reddetmişti. Fakat İslamiyet bu bilgiye kaadirdi.

İki nokta arasından tek doğru geçiyor, üç nokta arasından ise üç doğru geçiyor ve hangisinin doğru olduğu konusunda, diyelim üç kişi var, oylama durumunda bir çoğunluk oluşuyor, ama iki kişilik oylamada iki kişi de aynı fikirde olmadığı müddetçe bir karar oluşamıyor.

Kaynaklar:

  • Su’ya Yazdıklarım
  • Su Yolları.. Türk Boyları
  • Yunus Emre Divanı’nda SU
  • SU Külliyatı
  • Rumeli Su Kültürü
  • Göktürk Yazıtlarında SU Referansları
  • Anadolu’da su ve Meydan Çeşmesi
  • SU ile başlayan Yer adlarımız
  • SU ile başlayan Sözcüklerin Etimolojisi
  • SU Yer Adlarımız: 982 adet
  • Can ve Su…Can veren Su.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İpek Yolu güzergahı

0

İpek Yolu güzergahı’nın %70’i Türkistan – Türkiye topraklarından geçiyor.

  • Doğu Türkistan: 1600 km.
  • Kazakistan: 3157 km.
  • Hazar 468 km
  • Azarbeycan 429 km
  • Türkiye 2285 kmToplam  7939 km

    7939/11483: %70

İpek yolu tarihi bir ad değildir. 1877 yılında Alman coğrafyacı Ferdinand von Richthofen bu ismi önermiştir. Öyle sanırım ki Avrupa’nın aristokrat kesimine ipek elbiseler yapmak çok önemli olduğu için bu isim takılmıştır. Bu sadece bir yol da değildir, damar yollardır. Çin’in içlerinden başlayıp, Avrupa’nın içlerine kadar gidiyor. Bunların tali yolları da var, mesela Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyinden kürk yolu da var. Yine Hindistan’a kadar uzanan baharat yolu var. Yani Avrupa’nın ipeğe düşkünlüğünden dolayı bu isim konulduğunu düşünüyorum. Belki de dediğiniz gibi ipekten çok kenevir ticareti yapılmıştır bu yolda. Ama tarihsel dönemde metinlerde bununla ilgili bir ad görmüyoruz. Sadece önemli  bir ticaret yolu bu tarih öncesinden başlar ve aşağı yukarı 16.yüzyıla kadar devam eder. Ondan sonra da Avrupa’nın güçlenmesi ve denizlere açılmasıyla birlikte o eski önemini kaybeder. Artık dünyanın siyasi, kültürel ve ticari yörüngesi de bunla beraber farklı bir yöne doğru gider. Batı sömürgeciliğinin de temelleri atılmış olur. Şimdi ipeğin Çin’de üretildiği yer, Türklerin yaşadığı yerdir. İpek yolu olarak adlandırılmasının benim için bir sakıncası yok. İpek kelimesi zaten özbeöz Türkçe bir kelimedir. Batı dillerine bunu tercüme ediyorlar. Biliyorsunuz, ip kelimesinden geliyor. İpek, zarif ip demektir. Ama kenevir yolunu şimdi ki verilerle tutturmak çok zordur, çünkü dünyada bununla ilgili aşırı bir literatür oluşmuş. Tabi ki  bunu çalışmalarda vurgulamak lazım. Bu adlandırma böyledir ama bu ticaret yolunun üzerinde sadece ipek değil, başka ürünlerde taşınıyordur. Kenevir yolu adını Türk devletine ve Türk devletlerine kabul ettirsek, çok rahatlıkla yerini alır.  (Doç.Dr Babek Cavanşir)

 

Şairane

0

Evlâd-ı Fâtihân ana babanın evlâdı olarak Fâtih’te, Vakıf Gureba’da doğdu (1958), “Pâyidâr ol evlâdım” diyen büyük­lerinin ellerini öperek Mutemet Sokak’da ve Akşemsettin’de büyüdü. Payitaht bir başka idi. Sultan Fâtih Mehmed’in Tuğrasına nakşettiği tavır ve kararlılıkta olmayı seviyor: Hep daim… Her daim…. 1997-2001 yılları arasında Hong Kong’da yaşadı; yaklaşan Büyük Asya Yüzyılı’nın ayak ses­lerini duydu hep.

İsmail Gaspıralı’nın “Dil’de, Fikir’de; İş’te Birlik” idealinin peşinde koşarak Türk Evi, Tefekkür, Teşebbüs kitap serileri üzerinde çalışıyor; mütefekkirâne ve müteşebbis gözlem ve birikimlerini yazıya geçiriyor.

Levent Ağaoğlu, fikir üreterek teşebbüse geçmeyi ilke edinmiş bir şiir sevdalısı.

Düşünce eyleminin özündeki düş boyutunun olmazsa olmaz niteliğini önemsiyor; düşünce gücünü hayal gücü ile zenginleştirmeyi, çeşitlendirmeyi seviyor.

Ayasofya ile Kutadgu Bilig’in sözlük anlamlarındaki aynılıktan bir AğaSofya düşüncesi geliştirmeye gönül vermiş.

Fikir ile yatıp şiir ile kalkmayı seviyor.

Levend’nâme;

  • Yol’larda…
  • Yıl’larda…
  • Yazı’larda…
  • Yürek’lerde…
  • Yitik’lerde…

biriktirdiklerimizi şiirle buluşturuyor. “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” Türkiye ve vahaların çevrelediği Türkistan’ın oluşturduğu Büyük Akdeniz bütünlüğündeki Levend’âne şiirselliğin peşi sıra arayışlara giriyor.

Sanılanın aksine, Yol’lar, ve Yıl’lar, Yok olmamayı da sağlamıştır.

Çoğunlukla yollarda geçen zaman, yokolmayanlar, yi­tirilmeyenler ile köklü bir medeniyet oluşumuna da yol olmuş, yazıtlardan başlayarak yazılar, yazmalar ile kayıt altına alınarak yüreklerimizi sağlamlaştırmıştır.

Yol kazası diyebileceğimiz yabancılaşma neticesindeki yitiklerimiz ise geri alınacaktır elbet.

Levend, Akdeniz kıyılarında hayat bulmuş bir te­mel kavramdır; İtalya’da (Levantino), İspanya’da (Levante), Yunanistan’da (Leventis, Leventopulos), Doğu Akdeniz’de (Levant ülkeleri), Türkiye’de (Levent, Levanten) sözlükleri değişik anlamlarla zenginleştirmiş Akdenizli bir kelimedir.

LEVENDNÂME Şiirler ise, Akdeniz’den doğan, hareket­lenip ivme alan tüm dalgalar gibi Çin Seddi, Hong Kong, Hind, Mısır, İtalya, Yunanistan, Afrika, Afrin, Afganistan, Pasifik, Rumeli, Varna, Vidin, Bulgaristan, Azerbaycan, Bakü, Kaz Dağları, Arşipel, Roma, Truva, Nea Roma, İs­tanbul, Çanakkale, İda, Assos, Antandros, İyonya, Ana­tolya, Agonya, Arşipel, Ege, Midilli, Bolayır, Küçük Asya, Saruhan illeri coğrafyalarında dolaşmaktadır.

Akdeniz’in kadîm çağlardan buyana medeniyetleri kaynaştıran etkileşimi Levend’âne b ir k arakter g öste­rerek yeni Akdeniz’leri, yeni Akdenizlerin Leventlerini de çoğaltmaktadır. Pasifik limanları arasındaki etkileşim artık tipik bir Akdeniz tavrıdır. Kültür ve Medeniyetler, Levant sınırlarının doğusunda da, Türkistan vahalarında, Pasifik kenarlarında da yeni Akdenizleri çıkarmaktadır.

 

Nazım’ın dizelerince;

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan

Akdeniz’e kısrak başı gibi uzanan

Bu Memleket; Bizimdir.

Sadece bu memleket değil, Akdeniz de bizimdir, Kaptan-ı Derya’ların, Leventlerin gücü ile içselleştirilmiş, medeniyet­leri, mutfağı, çarşıları, pazarları; Beyoğlu Pera’da, Cezayir Çıkmazı’nda, Tunuslu Mahmutpaşa Caddesi’nde, Malta Fâtih’de, Eminönü Mısır Çarşısında, İstanbul Suriçi’nde Karadeniz-Akdeniz, Oğuzhan, Kızılelma caddeleri çizgi­sinde yeni hedeflere doğru yol almaktadır.

Hun, Göktürk, Oğuz atalarından beri Asya’da dillerine ekledikleri deniz, göl, ırmak, gemi, talay kelimelerini ter­kilerinde taşıyıp Akdeniz Alanya kıyılarında yüzlerce yıl sonra tekrar deniz ile yüzleşen Türkler, bu sefer de Talay (Okyanus) kıyılarında Pasifik’de Yeni bir Akdeniz’in yara­tılmasında en ön saflarda hem müteşebbis hem mütefekkir Levent’leri ile yeralacaklardır.

LEVENDNÂME Şiirler, Büyük Akdeniz Medeniyeti­mizin kıyılarında bir gezintiye götürüyor bizleri.

LEVENDNÂME Şiirler ile yol a ldığımız a ma yok ol­madığımız geniş coğrafyaları izlerken kıtalar, ülkeler ve bölgelere bir göz atalım dedik; epey varlıklı bir liste çıktı karşımıza.

Doğu Akdenizliliğe atıfta bulunan Levanten kavramına karşın Büyük Akdeniz mefkûresi ile ilintili Levend’âne kavramı dört kıtada elli civarında ülke ve bölgenin biri­kimlerini içeren bir kapsayıcılıkta gözüktü.

Thoughts and Writings

0

Hello my friends, I want to share an important topic with you, thoughts and articles. When we put our thoughts in writing, the writing activity is difficult for most of us unless we know about a ten-finger typewriter and we are afraid to write and we cannot write. During our writing activities, this also takes time and since it takes time, thoughts flow much faster, we will miss thoughts, and the fish that escape will be big.

When we look at the development of humans, there is an evolution of millions of years, and in this evolution, intellectual activities have started to develop with speech, writing comes much later. The writing activity of humanity starts with the Sumerians and starts in the 3500th year before Christ. Since the first humans set off from Africa, their thinking skills have started to develop as a result of their speaking activities. Writing down thoughts is a limiting factor. Thoughts do not exist in writing, but through speech.

Now a solution is developing from here, the latest technology available in mobile phones WhatsApp voice recordings instantly when you press the microphone button on the left side of the keyboard on WhatsApp, the phone rings and you speak to WhatsApp and this voice recording instantly turns into text or when you enter the documents section on Google Drive, a microphone appears and you speak into the microphone. he also writes.

You make corrections on the document in a way that will not be too much, you are using the full capacity of your whole mind without limiting it because you are thinking while speaking and it is recorded when you think, and then you automatically transcribe it, but you miss many thoughts during the activity of recording what you think by writing, it is gone from your mind. constitutes a limitation.

This is an important issue, a feature that will strengthen writing. Converting voice recordings to text on WhatsApp or laptop in this way is an important achievement. I started using it, and I actually recorded half an hour of conversation, three pages of writing came out. Now I could not write this three-page article in half an hour. I could not catch the thoughts that came out during the speech because of writing anxiety, he would run away. See you again, goodbye.

 

 

The Fertile Crescent

0

Excavations at more than 50 sites over the last half-century have established the Fertile Crescent of the Middle East as the homeland of the first farmers.

This arc of land, broadly defined, extends from Israel through Lebanon and Syria, then through the plains and hills of Iraq and southern Turkey and all the way to the head of the Gulf.

Among its “founder crops ” were wheat, barley, various legumes, grapes, melons, dates pistachios and almonds. 

The region also produced the first domesticated sheep, goats, pigs and cattle. But guestions persist: Where in the Fertile Crescent were the first wheat and barley crops produced?

What conditions favored this region? Why was the transition from hunting and foraging to farming so swift, occurring in only a few centuries?

New genetic studies suggest possible answers. They pinpoint the Karacadağ mountains, in southeast Turkey at the upper fringes of the Fertile Crescent, as the site where einkorn wheat was first domesticated from a wild species around 11,000 years ago. The scientists concluded, this is “very probably the site of einkorn domestication. “

 

Turkish Canon

0

1300th Anniversary of the Erection of the Wise Tonyukuk Monument in 2020. UNESCO Memorial and Celebration Anniversary. Blessed. With reference to our first author Bilge Tonyukuk, we are launching the TURKISH CANON series starting from 2020.

In terms of our Philosophy of Society and State, references identified with ourselves constitute a Turkish Canon.

  • Bilge Tonyukuk Inscription
  • Orkhon Inscriptions: Bilge Kagan Inscription, Cultigin Inscription
  • Yusuf Has Hacip: Kutadgu Bilig
  • Kemal Atatürk: NUTUK and All His Works (30 volumes)

The vision of Hun Turk Oghuz Khan produced the first written documents by the legendary trivet of the Gökturks, and these stone monuments became our canons, that is, our basic works.

First of all, we must save our Founding Thinkers, who came to life with the Legend of Oğuz Kağan and then Taş Yazıtlar (Tonyukuk, Bilge Kağan, Kültigin), and reinforce our lost ground over time, and make our pessimistic minds open and functional.

First, the inscription-laws engraved on stone by the Prime Minister Bilge Tonyukuk in the 8th century and then by Kağan (Bilge), finally a fictional Vizier was designed and this time recorded as a manuscript (Kutadgu Bilig) in the 11th century. In the 20th century, Mustafa Kemal Atatürk, following the same historical line, recorded his own history with NUTUK and entrusted it to future generations.

Although the Turks, who established 16 states in 3 continents, have created a wide literature on the subject, starting from the era of Inscriptions and continuing with Manuscripts (Politics), within the scope of the discipline of State Philosophy, the said Scriptures and Manuscripts have not been examined, and the Turkish Canon has not yet been revealed. With our References Series, we will try to contribute to our goal of being ourselves by revealing our founding works of society and state philosophy. The point we will reach under the leadership of canonical sources will be Ourselves.

In the history of the Turks, there were two great statesmen who carried the pen and sword together. Bilge Tonyukuk, the founding Prime Minister of the Turkish Khaganate, and Kemal Ataturk, the founder of the Turkish Republic. Türk Evi Yayınları aims to evaluate our founding leaders with serial books and to publish the Turkish Canon as a book.

Founding References that go beyond cliches have not taken root in our minds even in 2020, when we are approaching the 100th anniversary of the Republic. In order to overcome this infertility, we are launching our Atatürk References series, starting with the themes of Human Value, Innovation, Art of War, Global Leadership.

Then, we will launch our Bilge Tonyukuk series, as the year 2020 corresponds to the 1300th anniversary of the erection of the Tonyukuk Inscription. There is a time interval of more than 1200 years between the two states, which are known as Turkish in history. Unlike the Dynasty states that were established / collapsed in the intervening years, the states of the founding leaders of both the sword and the sword are structures that integrate with the People. Because in the Turks, Hakan and the people are inseparable. The genius who illuminates our present and future with the 62-line Inscription of Tonyukuk, also manifests itself between the lines of Atatürk’s Address to NUTUK and Youth.