MEDENİYET TARİHİ PROF. DR. TEOMAN DURALI 28.11.2007 2. Bölüm
13-14 ARASI
Teoman Duralı – Ve bunların bir benzerini Eski Mısırlılarda görüyoruz. Firavun Mısır’ında da kafatasları uzundur. Son Firavun Mısırının tip örneğini söyleyeyim size. Yaşı benimle olanlar bilirler Enver Sedat vardı. Kaçta öldürüldü? Yetmişlerin sonlarında öldürüldü. Enver Sedat tipik bir Firavun-Mısır örneğiydi. Böyle top atan kavunu gibi uzun bir kafatası vardı, ince bir yüzü… Onun halefi Mübarek, fellah, yusyuvarlak bir kafatası ve eğimli bir yüzü vardı.
17:50-23:06
Levent Ağaoğlu – Göbekli Tepe’deki bu şekilleri gösterdiniz. Bu şekillerin bir Hintli Profesör Vedalarda olduğunu açıkladı ve ben okumuştum onları ve çok da mantıklı görmüştüm kendimce. Şimdi aynı zamanda Mısırlıların piramitlerini gösterdiniz. O piramitlerde biliyorsunuz açıklıklar var onlarda Orion takımyıldızına doğru yöneliyor. Oraya doğru ruhların uçacağını Firavunlar söylüyorlar. Burda da aynı şekilde Orion takımyıldızı ile ilgili görüntüler var. Bunların arasındaki gerçekten enteresan, aynı şekildeki buluşmaları insanı hayrete düşürüyor. Bu konuda sizin yapabileceğiniz bir açıklama var mı?
Teoman Duralı – Orada bir noktaya belki tesadüfen temas ettiniz. Çağımızın en büyük bir hastalığı hammiyetçilik. Vedalardan söz ettiniz, oradan aklıma geldi. Şimdi Vedalar Hinduların kutsal mitidir. Hindular bahsettim mi bilmiyorum. Hindular Ari’dirler. Hint-Avrupa kavmidir. Göbekli Tepe’nin ne olduğunu bilmiyorum. Bir kere o kadar eski ki, artık bir önceliği olması lazım.
Levent Ağaoğlu – Vedalar 4 bin yıl önce, öbürü ise 12 bin yıl önce.
Teoman Duralı – Dediğiniz doğru bugün Avrupalı arkeologlar, tarih öncesi araştırmacılar durduk yerde Arileri sokuyorlar işin içerisine Vedalarla bağlantılıdır, değildir vs.
Ve buradan biz gene Arilik propagandasıyla karşı karşıya geliyoruz. Benzerini zenciler yapmıştır. Mısır Medeniyeti bizden çıkmıştır, bir zenci medeniyeti diyor. Hâlbuki Firavunlar Mısırı zenci değildi. Ak tenli bir kavimdi. Kavimler bölümleri içerisinde Hamilerdir. Mısırcada nitekim Arapçadan önce kullanılan Mısırca bir Hami dilidir. Bugün bu Hami dilinin birkaç kalıntısı var. Berberi dili, Tuarek dili ve Habeşistan’da konuşulan Hamhar dili. Somali’de de kullanılıyor bu Hami dillerinin mensupları oralarda da var. Biz de yapıyoruz bu saçmalamaları, katmadığımız adam kalmadı Sümerlere de Türk diyoruz. Hiç alakası yok. Ne oldukları bilinmiyor. Hititler, eskiden bunları Eti diyorduk. Nerden geliyorsa, O tarihte ne Türk var, ne o var, ne bu var. Sümerler M.Ö. 4. yüzyıla uzanan bir kavim.
Dillere bakarak bir şeyler çıkarıyoruz ama o da değil. Bunların Vedalarla benzeşmesi o çağın bir gereği olabilir. Ama kavmiyet itibariyle birbirleriyle bağlantılarını göremiyoruz. Yani kavim olarak aralarında bir irtibatın bulunduğunu bize kanıtlacak bütün belgelerden yoksunuz.
38:40-42:10
Levent Ağaoğlu – Hocam bu Hami dili hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz? Bir de Koptik dil Hami dili midir?
Teoman Duralı – Koptik dil Hami dilidir. Türkçesi Kıpti. Koptik Yunancadan geliyor. Çingeneden uzaktan yakından ilgisi yok. Bizde çok garip hastalıklar var. Mesela Çingene demek ayıp. Niye ayıp olduğunu bir türlü öğrenemedim. Çingene, Çin’den gelen demekmiş. Doğu’dan geliyor ya aslında Çin’le hiçbir ilgisi yok. Çingeneler Pencap’tan gelmişlerdir. Milattan sonra oralardan kalkıp buralara gelmişlerdir. Hatırı sayılır muteber bir kavimdir. Doğu’dan gelen ne varsa Çin demişiz. Çünkü bizim en eski düşmanımız. Hindistan’ı biliyor muyduk, bilmiyor muyduk, ama bir kısmı da çok sonraları yeni zamanlarda Kavalalı Mehmet Ali Paşa zamanında Mısır’dan gelmiş bir kavim Anadolu’ya ve Yunanistan’a. Mısır’dan geliyor diye bunlara Kıpti demişler. Kıpti’nin Çingenelikle bir alakası yoktur. Kıpti eski Mısırlıların kabul ettiği Hristiyanlıktır. Milattan sonra 2. yüzyılda, Eski Mısır’da, Firavunlar Mısırından kalıntılar, o zaman Arap etnisine girmemişti, Hristiyanlığı alıyorlar, Mısır Hrisitiyanlığı bir Ortodoks koludur. Ortodokslar yekpare değildir, çeşit çeşit Ortodoks vardır. Ermeni Ortodoksları, Kıpti Ortodokslar, Habeş Ortodoksları vardır. Rum Ortodoksları vardır. Rus Ortodoksları vardır. Dediğim gibi Kıptiler bir Ortodoks grubudur. Eski Mısırlıların devamı oldukları görüşündedirler. Yanlış hatırlamıyorsam Kitab-ı Mukaddesleri de eski Mısır dilindedir. Arapça da değildir. Bildiğim kadarıyla, emin değilim.
MEDENİYET TARİHİ PROF. DR. TEOMAN DURALI 30.01.2018
- 1:35:00- 1:42:53
Levent Ağaoğlu – İran’dan bahsettiniz. Farslardan. Harezmi Arapça yazmıştır. Kendisi Fars mıydı, Türk müydü?
Teoman Duralı – Farstır. Biz çok duygusal insanlar olduğumuzdan herkesi Türkleştiriyoruz. Cengiz Türktür, Atilla Türktür, Biruni Türktür, İbni Sina Türktür. Ve aklınıza kim gelirse, bana kalırsa Biruni, İbni Sina Türk olsunda, Cengiz niye Türk olsun. Atilla niye Türk olsun. Kelle kesenler adamlar bunlar.
Levent Ağaoğlu – Devamında bizim İranlılarla, Farslarla ilişkimiz 1000 yıllık, iç içe yaşamamız
Teoman Duralı – Bize en yakın millet Farslardır. Nesnel olarak baktığımızda bize en yakın olandır. Siz bakmayın Yunanlılar içiçeyiz… vs. hikaye. Bizim en içiçe olduğumuz bütünleştiğimiz, seviştiğimiz diyemem. Zaten ne kadar yakın olursanız o kadar düşman oluyorsunuz.
Levent Ağaoğlu – Aynı şey Mısır içinde söz konusu olabilir mi?
Teoman Duralı – Hayır.
Levent Ağaoğlu – Bir ay kadar Mısır’daydım. İlk Tolunoğulları 800’lerden Kavala’ya kadar gelen. İnsanlara baktığımda gülümseyen, güler yüzlü, sıcakkanlı insanlar. Bizlerle çok kaynaşmışlardır. Yani İran’da olan Mısır’da da mı olmuş?
Teoman Duralı – Şimdi birincisi Mısırlılar, dediğiniz gibi olağanüstü sevimlidir. İnsan adamlardır. Misafir eder, yedirir, içirir, hiçbir şeyi yoksa ekmeğini verir. Genelde Araplarda var bu. Çöl Arapları dışında, Bedeviler daha sertler, daha diktirler. Mısırlılar köylüdürler, fellah ve onun verdiği bir yumuşaklık vardır. Yumuşaktırlar, dövüşmeye pek müstenatları istidatları yoktur. Kızarlar, bağırırlar, çağırırlar, çok da gırtlaktan konuşurlar. Ama oradan bir halt çıkmaz. Kabadayılıkları yoktur. Türklerin en önemli özelliği, o eski savaşçılığının, kabadayılığının devamı vardır. Yani bu bizim yürüyüşümüze bile geçmiştir, yengeç yürüyüşü gibi. Şimdi kayboluyor tabii, Avrupalılaştığımız ölçüde. Ama benim gençliğimin en önemli olayı kabadayı olmaktı. Hepimiz kabadayı olmaya çalışmışızdır. Mısır’da bu yok. İran’da yok. Hatta İran’ın Acem kesiminden, Türk kesimine geçtiğimizde Azerbaycan’a ilk gözünüze çarpacak olan budur.
1970’te ben Tahran’dan Tebriz’e gelirken arabanın nerde durduğunu bilmiyorum. Tenhaydı soramadım burası Azerbaycan mıdır, Şah dönemi zaten korkuyordum, her yerde ajanlar var. Kapı açıldı, iki adam girdi. Yumurta topuk, takım elbise, ceketini sağ omzuna atmış, habire tesbih çekiyor, böyle geliyorlardı. Azerbaycan’dayız. Bir iki adım attılar, Türkçe konuştular, Azeri Türkçesi. Ve gönlüme su serpildi. Tebriz’e yaklaşıyoruz artık diye. Mısır’ı yönettik, Memluklar ya da Kölemenler Türktüler, daha sonra Osmanlılar geldi. Ama Mısır’la bizim çok içli dışlı olma durumumuz yoktu. Çünkü biz Orta Asya’dan buraya gelirken İran coğrafyasına, burasını unutmayalım hep İran coğrafyasıydı. Yani Farslarındı. Oradan aldık biz buraları. O yüzden buralarda 1000 yıl içiçe yaşadık. Anadolu’ya intikal edinceye kadar, gene büyük bir kısmımız buralarda kaldı. Burası zaten tamamen Türkleşmediler. Onun dışında İran’da da hatırı sayılır bugün 80 milyon nüfusun, yanlış hatırlamıyorsam 24-25 milyonu Azeri’dir. 2-3 milyonda Türkmen vardır. Bazı ufak tefek Türkler, Kaçkarlar vardır. Yani İran’ın neresine giderseniz gidin, Türkçeyle geçiriyorsunuz. Tutum itibariyle de bu böyledir. Gerçekten diller çok içiçe geçmiştir. Çok büyük benzerlik ortaya çıkmıştır. Gramer olarak da kelime itibariyle bir Arapçadan çok daha fazla Farsça almışız dilimize. Arapça daha ziyade yüksek seviyedekilerin kelime haznesinde kalmıştır. Gündelik konuşmalarda pencere, cam, zemin, çark… dini terimler: namazdı, oruçtu… hep Farsçadan gelen kelimeler.
Bu anlamda ben kendi yaşantımdan hareketle söyleyeyim, Mısır’da o kadar kendimi evimde hissetmedim. İran’da hissettiğim kadar orda hissetmedim. Tek oradaki terslik Şah zamanında Şiiliğin ısırganlığıydı. Camiye gireceksin Şii misin diye, benim tipimde aykırı olduğu için hemen durduruyorlardı, nereye gidiyorsun diye. Bugün o da kalkmış görünüyor.
Humeyni 10 yıl daha yaşasaydı, bu tefrik büyük ölçüde kalkacaktı. Zaten demişler ne olur ilan et -kayıp imam- sen ol demişler, o da estağfurullah demiş. O gerçek değil de saçmalık. Bu tabii benim görüşüm, ne kadar doğru, ne kadar yanlış. Kılık kıyafet açısından da çok benzeşiyoruz. Tabii Mısır çok farklı. Entari giymeleri tabii öyle bir memlekette normal.
MEDENİYET TARİHİ PROF. DR. TEOMAN DURALI 28.11.2017 1. Bölüm
0:00-08:40
Teoman Duralı – Beni en çok çarpan husus, insanın dehası. Size daha önce söylemiştim geçmiş yıllarda. İnsan iki katlı varlıktır, demiştim. Beşer tarafı vardır, insan tarafı vardır.
Beşer tarafı, öteki canlılarda, hayvanlarla içiçeliği var. Beşer yanımız dirim tarafımız. Ama insan tarafımızı, öbür canlılarla bir bağlantısı yok. Tamamiyle ordan bağımsız. Bu sebepten, bu düşüncemle, bu fikrimle, ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabiliyorum. Dine karşı olanlar, evrimi, insanla bağdaştıramadığından ötürü beni yererken, sıkı müslümanlar, beşerin evrenine, içiçeliğine işaret etmemden ötürü bu sefer beni yeriyor. Şimdi göstermeye çalışacağım resimde, 15 bin yıl önce, yani medeniyet falan yokken ortada, salt bir kültür hayatı içinde yürüdüğünü varsaydığımız insanlığın ortaya koyduğu kalburüstü başarılar ve bunları biyolojik açıdan hiçbir açıklayamayız. Biyolojik bir açıklaması yok. Yani nasıl Itri’yi, Dede Efendi’yi evrimsel bir gelişimin sonucu olarak gösteremesek, 15 bin yıl öncesine tarihlenen Avustralya yerlileri Aborjinleri, onların ve bizim Güneydoğu Anadolu’da Göbeklitepe denilen bir yerde ortaya koyulmuş olan ilk yerleşim yerlerinden birisinde ortaya konan eserler, felaket bir şekilde insanı hayrete düşürüyor.
O dakiklik, o bugüne mahsus gördüğümüz, saydığımız, teknolojik fenni dakiklikleri, yani bundan kastım, adamlar taş işçiliğinde olağanüstü, ancak elektrik ve elektronik aletlerle kesebileceğiniz granitleri yontmuşlar, yan yana ve üst üste koyarak tapınaklarını, binalarını inşaa etmişler. Tesadüfe zerrece yer bırakmamacasına, bu taşları yan yana getiriyor, ebatlarını farklı tutuyor ve buradan kubbevari yapıları meydana getirmişlerdir. Birbirinden çok farklı yörelerde, –bir de bu ilginç– İnkaların merkezi Maçu-Piçu’da yaklaşık 4 bin metre intifada bir bölge İnkaların başşehri, Göbeklitepe’de, Mısır’da ehramların, piramitlerin inşaatında farklı tarihlerde, en eskisi Göbeklitepe 15 bine tarihleniyor. Burada kullandıkları sembolleri aynısıyla Avusturalya yerlilerinde de görüyoruz.
En çarpıcı olan sürekli olarak kuş resimleri çıkıyor. Bu bir tesadüf değil. Kuş ruhu temsil ediyor. Ruhu temsil eden çeşitli ifade biçimleri var. Kuş öyle, ağaç öyle, duman öyle. İnsanların en önem verdikleri husus: Ruh. Ruhu bugünün insanı dışında, çağlar boyunca insanlar olağanüstü derecede önemsemişlerdir. Neden önemsemişlerdir.
Her çağda, her coğrafyada insan ruhu özü olarak görmüş, öz olarak kabul etmiştir. Ruhun zirve noktası kabul edilen, akıl, evet burada Maya’larda, millattan önce bine kadar gidiyor, burada taş işçiliğine, tekniğine bakınız. Bunu asla kesinlikle gelişi güzel çekiçle ve benzeri aletlerle becerebileceğiniz iş değil. Bunlar Mısır’da, dediğim gibi Mayarlarda, bu da İngiltere’de ortalarındaki Stonehenge dedikleri o da milattan önce binlere doğru gidiyor. Bu da Peru’daki o dağın tepesine inşa edilmiş harkulade şehrin resmi.
Gördüğünüz gibi hepsi birbirinden tamamen farklı coğrafyalarda, birbiriyle temas halinde bulunma ihtimali olmayan toplumların üstün başarıları.
……………………………………………
Levent Ağaoğlu – Hocam çok güzel söylediniz; nasiplenmek, nasipmiş bizde buraya geldik. Justinyanus Ayasofya’yı inşa ediyor ve adı da galiba Kanuni demek. Aynı zamanda Roma hukukunu da İstanbul’da kodifiye ediyor, bunu bir kenara yazdık. Biz de Kutad kubilig var. İkisinin de anlamı aynı. Ayasofya ve Kutad kubilig. Kutsal bilgi. Şimdi biz neden nasiplenemedik?
Teoman Duralı – Hayır nasiplendik, biraz önce söyledim. Bir şey söylemeyi ihmal ettiğim. Aristoteles çok önemli bir kurumun daha kurucusu, askerlik sanatının, bu bilinmeyen ve yahut bilinen ama az bilinen bir olay. Aristotelesle birlikte savaş dediğimiz olay çıkmıştır. Daha öncesinde kavga vardı. Bizim eskiden bilirsiniz mahalle kavgaları olurdu. Biz mahalle çocuğuyuz di mi? Mahalle kalmadı artık. Ve o mahalle kavgalarına benzer döğüş vuku bulurdu toplumlar arasında obalar, boylar, hatta devletler arasında. Aristoteles’i çocukluk arkadaşı Makedonya hükümdarı II. Filipos Pera’ya davet eder, çağırır. Bizim şehzadeyi yetiştir, İskender’i. O sırada Aristoteles Midilli’dedir.
Talebesi Teosfakros’un memleketi, araştırmalar falan yapıyor. Palas pandıras Pera’ya gider. Pera’ya bir kaç kilometre bilmiyorum 15-20 kilometre uzaklıkta Mieza adında bir şehir var. Bu şehirde tarihî, askerî okulunu kurar. Bugün artık alıştığımız bir adla söyleyelim, askerî akademiyi kurar. Tabii öyle bir ad yok ama bugün alışık olduğumuz bir adla anayım dedim. Bu Mieza’daki okulda, İskender’in yanı sıra İskender’in yoldaşı olacak Makedonya Kurmay Heyeti’ni yetiştirdi. Savaş sanatında iki bölüm vardır. Aynen bilimde olduğu gibi bilimde bilimin heyet-i mecmunu fümel görünümünü sağlayan yapıya teori diyoruz. Her bilim için bu söz konusu. Altında yasaları vardır, varsayımları vardır, o vardır bu vardır ama üst kurum teoridir.
Metafiziğe geçtiğimizde sistem vardır. Bilim üstü yapı sistemi, bilimin en üst kesimi feorya Yunancasıyla. Ne demek, geneli görmek tarassut etmek manasına gelir. Savaş sanatında da strategiya, strateji bilimin teorisidir. Ve savaşın bölümleri, vuruşmalardır, muharebelerdir. Orada taktik söz konusu. Savaş, harp manasında kullanıyorum, muharebe karşılığı olarak da vuruşma diyorum. Doğru mu, yanlış mı sen tayin edeceksin. Bu ayırımı beraberinde getiriyor. İkisini de genel olan stratejiyle özel ve özgül olan, spesifik olan taktiği de mantığa dayalı belirliyor. İskender’in zaferlerinin, kendisinden katbekat üstün ordulara karşı sayıca, silahça zaferinin arkasında yatan bu akıl işidir. Tabii ki İskender’in ustalığı şusu busu var ama o ustalığın da büyük bir yüzdesini gördüğü eğitimden almıştır. Bu anlamda felsefe bilime bürünmüş bir toplum topyekün donanımlıdır. Bunun içine savaş sanatı da girer. Ve bu çeşit toplumlar, milletler galip gelmeye namzettirler. Biz de demin dediğim gibi bir zamanlar bu yolda yürüyorduk. Oradan taviz vermeler sonucunda eksik kalmaya başladık. Düşüşe geçtik. Bilmem sorunuza cevap teşkil edebildi mi? Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş, böyle diyelim.
Dinleyici – Günümüzde felsefe bilimin bittiğini söylediniz, peki ne yapacağız biz?
Nasıl nefes alacağız, akıntıya mı bırakacağız?
Teoman Duralı – Bitti demeyelim de durdu diyelim. Kalkınmış, ilerlemiş dediğimiz toplumlar, milletler var olan felsefe bilimle idare ediyorlar. Yeni bir felsefe bilime ihtiyaç var mı? Bence var, ama biraz da benim latif kaygılarımdan ileri geliyor. Ekmek paramızı buradan kazanıyoruz. Bu yüzden lüzumsuz dersek, ekmek kapımız kapanır, diye korkuyorum. Hattı zatında yok zannederim. Olanla götürülüyor bu iş. Bilimde son büyük atılım, demin andığım o kişiyle yanında yer alan başkaları da var, Einstein gibi şimdilik onunla idare ediyor, nasıl ki yüzyıllar boyunca Newton’la idare edebilmişse Avrupa. Çok ilgi çekici bir olay var bunu zikredip bitireyim.
Japonya dış dünyaya kapalıydı. İlk defa Portekizliler orayı zorluyorlar 1500’lerin başlarında. Ve Japonya’ya yanaşan bir Hollandalı kaptanın idare ettiği Portekiz gemisidir. Japonlar bu acayip yaratıkları, yakalıyorlar. Portekizlileri ve Hollandalı kaptanı. Derebeyi Şogun’a götürüyorlar. Bir kere şurada ki akla bak kafalarını kesmiyorlar, bunlar barbardır, yabancıdır, gavurdur demeyip götürüyorlar, bakalım ne var bunun arkasında. Şogun’un dikkatini ilk çeken, “siz diyor aynı dili konuşuyorsunuz, ama birbirinize benzemiyorsunuz”. Haliyle Hollandalı kaptan Portekizce öğrenmiş, Portekizce konuşuyor adamlarıyla, tayfalarıyla ama bu kaptan uzun boylu, sarışın, mavi gözlü bir adam. Öbürleri ufak tefek, kumral kişiler. Bu tip ayrılığı Şogun’un dikkatini çekiyor. Nasıl oluyor? Bütün Japonlar birbirine benziyorlar. Bu gelen gavurlar niye böyle acaba? Farklı. Hollandalı kaptanın yanında Hristiyan olmuş bir Çinli var. Çinli, Latince ve Japonca biliyor. Tercüme ediyor, diyor ki; “bu adamlar (Portekizli falan demiyor çünkü anlamazlar) benim gibi başka bir milletten. Yani bu ikisi aynı değil. Biri senin gibi öbürü benim gibi ayrı milletten”. Şogun da diyor ki; “madem öyle, biz gene birbirimize benziyoruz bir ölçüde. Bunlar hiç benzemiyorlar. Nereden ve nasıl gelmişler” diyor. Anlatıyor kaptan nasıl geldiklerini, haritaları açıyor, izah ediyor. Şogun; “Bu sırrı siz nerden öğrendiniz, bu kadar uzak mesafelerde yol almayı nasıl becerdiniz” diyor. Kaptan; “Benim üstümde bir adam var, Newton” diyor. Şogun bu adamı anlatmasını istiyor. Kaptan diyor ki “Bunu anlayamazsın, kendine mahsus bir dili var, biz buna fizik diyoruz, mekanik diyoruz”. Şogun çok ısrar ediyor; “bunun sırrını bize ifşa etmezsen hepiniz ölürsünüz, ederseniz sizi serbest bırakacağım, hatta hediyelere boğacağım”diyor. Hollandalı kaptan ilk defa yanlış hatırlamıyorsam Kyoto’da olan, Japonya’nın başşehri o zaman, okul açıyor. Okulları var tabii Japonların ama yüksek okul değil, fiziğin tedris edildiği okul açıyor. Ve okullarda dili döndüğünce tabii kendisi de fizikçi değil, dili döndüğü ölçüde anlatıyor.
Hızını alamıyor Japonlar, kısa bir süre sonra Newton’un eserini Japonca’ya tercüme ettiriyorlar. Newton’un Principia Mathematica’sı ilk Flemenkçeye ve Japoncaya tercüme ediliyor. Flemenkçeye tercüme edilmesinin sebebi de Japoncaya aktarılabilmesi içindi. Çinli çünkü Flemenkçe de biliyor ve daha rahat götürüyor. Principia Mathematica Latince ve İngilizceye tercümesinden çok önceki müellifi İngiliz Japoncaya tercüme ediyor. Buna dayanarak Japonlar 19. yüzyıldan çok once, Avrupa’da olup bitenleri izlemeye başlıyor. Özellikle de askeri güçlerini buna göre düzenliyorlar, bu nizama göre.
20.yüzyıl başlarında, 1911 civarında Bertrand Russell Çin’e gidiyor. Mantık öğretmeye, çünkü Çin’de mantık yok. Hint de yaklaşımlar var, ama kurum olarak mantıkla karşılaşmıyoruz. Ve o arada Çin’e Japonya’dan gelen talebeler Pekin’e Russell’a soruyorlar. Diyorlar ki; “biz 16. yüzyıldan beri ordumuzu savaş sanatımızı size göre inşa etmeye çalışıyoruz. Ne diyorsunuz”. “Beceremezsiniz” diyorlar. Mantığı almadıkça mantığı esasa koymadıkça çünkü o savaş sanatının altında Aristoteles mantığı yerleştirmiştir. Temelsiz kalmasın, diye. Bunun üzerine Japonlar Avrupa’da Almanya’ya ve Fransa’ya talebe gönderiyorlar, mantık öğrensin diye. Mantıkla birlikte matematik öğreniyorlar. Fransa matematiği merkezi Decartes geleneğiyle, Paskal matematikte son derece çalışılır. Ve bunlar geri gidiyorlar. Fransa, İngiltere ve Almanya’nın yanı sıra mantık, matematikte Japonya ve Polonya olağanüstü ilerlemeler kaydediyorlar. Japonya her şeyden önce bunu orduya, savaş sanatına yönlendiriyor ve I. Dünya Savaşı’nı büyük bir başarıyla bitiriyor Japonya. II. Dünya Savaşı’nda tabii eli mahkum, kimse Amerika’yı alt edecek durumda değil. Onlarda tabii sonunda, o mantıksızlığı gösteriyorlar, o mantıksızlık bir yerde sonradan mantığa girmenin ceremesini çekiyorlar. Pearl Harbor baskınını düzenliyorlar.
İstanbul Üniversitesi, Aristo 2400 Yaşında
29 Kasım 2016 Salı, Savaş Sanatı; Aristoteles
…………………………………………….
Başlangıç— 1: 08:00 Göktürklere değin
Son– 1:23:00 Efendim uzatmıycam dedim
Teoman Duralı– Göktürklere değin, Uygurlara değin Türkler Çin medeniyetindendiler. Mutlak anlamda değil, çok saptıkları noktalar var ama heyeti mecmu dediğimiz içinde Çin medeniyetine mensuptular. Doğu medeniyetleri camiasından Çin medeniyetine mensuptular. Uygurlar Hint medeniyetine geçerler. Türk tarihinin en büyük devlet adamlarından biri Tonyukuk’tur. Kesif bir budacılık akımı vardı. Budacılığa geçme isteği. Tonyukuk Çin’de dünyaya gelip yetişmiş, öğrenim görmüş bir Göktürk’tür. Ve Bilge Kağan’ın veziri azamı olmuş.
Kesinlikle budacılık ve taoculuğa geçilmeyecek, diyor. Bunlar yatalak dinler bizi miskinliğe sevkeder, diyor. Her dine girmişlerdir, en olmayacak dine bile girmişler, Yahudi olmuşlar Hazarlar. Yasaktı, çünkü İbrani değilseniz Yahudi olamazsınız. İbraniliğin tekelindedir. Bunlar olmuşlar. Ama asıl iktisap ettikleri Müslümanlık olmuştur. Bana öyle geliyor ki Müslümanlığın savaşı meşru addetmesindendir. Kim ne derse desin, öyle barış dini falan değil, cihat var işin içinde ve bu çok celb etmiş onları. İçerden evlenen sivil ve barışçıl bir kültür olan Parslar hiçbir zaman İslam’ın askeri olamamışlardır. Bu yüzden de Türkler 1000 yıl boyu İslam medeniyetini sırtlamışlardır. 1000’den 1920’lere değin bu medeniyetin sırtlayıcısıdırlar.
Selçukluların büyük hizmeti vardır. Haçlıları durdurmuşlardır. Sonra Moğollarla becelleşmişlerdir. Selçukluların yanında çok önemli iş gören başka bir Türk devleti de Memluklar yahut Kölemenler ve daha sonra dediğim gibi Osmanlı’ya geçen bir olay. Bu savaşçılığın sonucudur. Bunu yalnız ben tesbit etmiyorum. Hitler’in Sofrabaşı Sohbetleri diye çok ilgi çekici bir kitap var. Türklerin Müslümanlıkta gördükleri işi, biz Hristiyanlıkta göremedik, diyor Almanlar için. Soruyor etrafındakilere, bir sürü abuk, sabuk cevap çıkıyor. Hayır diyor, hiçbirisi doğru değil, intisap ettiğimiz din yanlış da ondan diyor. Bize uygun bir din değil diyor Hristiyanlık. Onlar gibi bizde bize uygun düşen dini seçseydik, dinimize ve ona dayalı medeniyeti kurtarırdık.
Evet Uygurlar kısmen Budacı oluyorlar ve Hint medeniyetine giriyorlar, yerleşiyorlar. Seyyah olma özelliğini kaybediyorlar. Ama onların dışında kalan Oğuzlar, Peçenekler, Kırgızlar devam ettiriyorlar bu geleneği. Oğuzların dışında kalan Türk boyları devlet kurmuyorlar, kuramıyorlar. Oğuzlar, Uygurlarla birlikte Karahanlılar’ı kuruyorlar, Gazneliler’i kuruyorlar. Ve esas ondan sonra da büyük Türk devleti Selçuklu Devleti karşımıza çıkıyor. Selçuklu Devleti, Osmanlı’ya el vermiştir. O Türk tarihinin zirvesini meydana getiriyor. Tarihte kurulmuş Çin, Roma ve İngiliz imparatorluklarının yanında en büyük imparatorluktur. Hiç şüphesi yok bunun, en önemli imparatorluktur. Sadece yayıldığı saha itibariyle değil olağanüstü özgünlüğü ve getirdiği büyük yeniliklerdir. Bunun devlet felsefesi yapılmamıştır. Devlet kurmada üstümüze yok ama iş felsefe-bilime gelince yerlerde sürünmüşüz. Hiç oraya dokunmamışız. O olmayınca özbilincimizi ortaya koyamamışızdır. Kimiz, ne yaptık, nereye kadar götürdük, sorularını cevaplayamıyorsunuz, felsefeniz olmayınca. Niye felsefemiz olmadığı konusuna hemen bilmiyorum cevabı kullanacağız.
Dinleyici – Yerleşik olmamak olabilir mi hocam?
Teoman Duralı – Birinci sebebi o olabilir, ama en azından Selçuklu ve Osmanlı döneminde bir felsefe binasını oluşturabilirdik. Tabii var, bölük pörçük filozofumuz başta Farabi ama onun bize hiçbir etkisi olmamıştır. Önemli bir düşünürümüz, filozof sayılır mı sayılmaz mı Yusuf Has Hacib’tir, Tonyukuk’tur. Ama dört dörtlük mufassal bir devlet felsefesi çıkmamıştır. Ziya Gökalp buna teşebbüs eder, ama bu da akim olmaz.
Dinleyici – Hocam, Ahmet Yesevi için ne düşünüyorsunuz?
Teoman Duralı – O bir mutasavvıftır. Felsefe dinden çok farklı bir olaydır. Çünkü felsefe yalın bir akla dayanır. Duygular işin içine girmez. Felsefi görüşler tabii her zaman ortaya atılır. Ama akli bir temellendirme olmadıkça sistem ortaya çıkmıyor. En önemli kaybımız Eflatun’un devlette çizdiği bir teşkilat var, asker teşkilatı. Bunun tıpkı basımı Yeniçeri Ocağı’dır. Tıpkısı ve bu eşsizdir. Nerden geliyor bilmiyoruz. Elimizdeki hiçbir kayıt Eflatun’a atıfta bulunmuyor. Sadece mukayeseden, karşılaştırmadan onun bir izdüşümü gibi olduğunu görüyoruz. Buna uzun boylu girmeyeceğim. Romalılar’da İslam devletlerinde esirlerden oluşturulan ordular var. Arapların Gulam dedikleri, topladıkları ama Yeniçeri teşkilatı hiç buna benzemez. Bir kere esir değildir o adamlar. Hristiyan ailelerden, seçilmiş ailelerden, birden çok oğlu olan aileden, oğulların en sağlamı, yakışıklısı, yapılısı alınıyor, ailenin rızasıyla kaçırılıyor falan değil. Verir mi aile, gayet tabii verir vermez olur mu, adam olacağını biliyor. Ve o çocuklar alınıyorlar, ortalıkta açık bir Türklük bilinci yok, Türk ailelerine veriliyorlar bir intizam. Arada Türk soyundan gelenler Hristiyansa, devşirilmiştir. Örnek Koca Sinan. Kayseri çevresinden bir Hristiyan bir Türk ailesinden. Çünkü orada Karamanlılar vardı ve Karamanlılar aslı Peçenektir, Oğuz değildir.
Oğuzlardan çok önce kuzey Karadeniz üzerinden Balkanlar’a gelmişler, Bizans bunları almış, Hristiyan kılmış ve asker olarak kullanmıştır. Başka bir işe de yaramamışlardır. Her tarafta asker olarak kullanılmış. Bunu 2. Dünya Savaşı’nda Almanlar bile yapmışlardır. Orta Asya’da ve Kırım’da topladıkları Türkler’den SS birlikleri kurmuşlardır. Mükemmel savaş alanlarında kullanmışlardır. Sadakat gösteriyorlar. Neyse Sinan, Peçenek soyundan gelen Hristiyan’dır ve harikulade okullarda seçmeci adamlar bunlar, elitist, orada yetişiyor ve kabiliyetleri doğrultusunda mimarlığa yönlendiriliyor, ama herkes temelde asker olmasından ötürü, mimarlığına rağmen, bir yandan da askerdir. Son olarak şunu söyleyeyim, asker demek savaşçıyla aynı düzlemde olmak demek değildir. Savaşçılar, asker değildir. Ama askerler özde savaşçıdırlar. Çok savaşçı topluluklar vardır. Afrika’da, Amerika’da, Asya’da savaşçı topluluklar var, Kızılderililer var, ama onlar asker değildir. Askerliğin getirdiği şartlara haiz değillerdir. Asker olabilmeniz için bir kere devletiniz olacak. Nasıl devleti olan topluma millet diyorsak, devleti olan savaşçı askerdir. Savaşçılığın topluluğu çetecilerden meydana gelir. Asker topluluğu ordu oluşturur. Ve bu minval üzere üç bin yıllık bir geçmişi devirerek gelmişlerdir.
Uzak Asya’dan kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanmakla kalmamıştır, Nazım ötesini görmemiş demek ki, Orta Avrupa’ya kadar uzanmışlardır. Akdeniz’le kalmamışlar, Kuzey Afrika’ya gitmişlerdir. Hani diyorlar ya, biz Avrupalıyız, çünkü Avrupa’da 500-600 yıl bulunmuşuz, bulunmamışız kılıç sallamışız. Ona bakarsanız Afrikalı’da sayılırız. Afrika’da da hayli bir zaman kalmışız. Ama herşeyden önce Asya’lıyız, Asya’dan gelmişiz, ve büyük bir kısmı Asya’da hâlâ.
başlangıç 1:00:50 toplum üç seviyeden oluşmaktadır
Toplum üç seviyeden oluşmaktadır. Bilge Kağan, Alpler ve Budun. Millet, ne derseniz deyin. Bunların burada herkes aslında Alp’tir. Zaman zaman işleri gereği bazı Alpler, Budun’un işlerine soyunur. Çobanlık eder. En önemli işlerden biri de madenciliktir. Maden işler, silah imal eder. İmal edilen en dahice silah ok, İç Asya icadıdır. Müsbeten ilk çağlarda Yunan’a gelmiştir.
Bahsettim mi bilmiyorum, Yunanlılar sevmezler, oku, kalleşlik olarak görürler. “Delikli demir icat edildi, mertlik öldü” denilmesi gibi -ok icat oldu, mertlik öldü- demeye getiriyorlar. Oku, uzak mesafeden saklanarak atıyorsunuz. Kadim Yunan’da aşağı yukarı Milattan önce 6. yüzyıldaki önceki Yunan’da, özellikle Homeros destanlarından hatırladığımız Yunanlılar, döğüş gözgöze, göğüsgöğüse yapılır. Yunanlılar Truva’yı kuşattıklarında Yunanlı Hükümdar karısı güzel Helena’yı kaçırmış olan Truvalı şehzade Paris’i cenke çağırır. Meydan okur haykırır, “Ey Paris çık ortaya, erkeksen” İki şey göğüs göğüse ve göz göze olur. Sevişme ve savaşma. İnsanın en önemli iki etkinliği. Bunların göz göze olması lazım. Sırtını çeviren kahpedir, kalleştir. Bu yüzden Yunanların en eski dönemlerinde Kadim Yunanda, atlıdan ziyade yaya askerliği vardı. Faranj dedikleri yaya askerleri mızrakla giderler çok uzun kargıları vardır ve kılıçla dövüşürler.
Biz de ağırlık taşıyan attır, atlıdır. Buna atlı sü derler, sü asker demek. Oradan süvari gelmektedir, vari farsça bir kelimedir. Sü’ye eklenmiştir. Bugün de yine herşey de olduğu gibi çarpık, çurpuk bir sentez ortaya çıkarılmıştır. Su’su Türkçe’dir, bay’I da Moğolca’dan getirilmiştir. Neden bilmiyorum, Subay. Türkçesi yapmak istiyorsanız sümey olması gerekir. Ama mey istenmeyen, lanetlenen bir kelime olduğundan herhalde getirilmiyor Moğolcadan bay’ı almışlar, subay olmuş. Türkçedeki ses uyumu sağlamak için sü, su olmuştur, subay olmuştur. Neyse şimdi bunları bir tarafa bırakalım. Askerlik, ağırlıklı olarak süvari şeklindedir. Ok atmaktadır. Yanında kılıç var tabii. Mızrak çok ender kullanılır. Hemen hemen yok gibi bir şeydir. Geç hanelerde mızrağa geçmişlerdir. Yunanlılarda nasıl ata binmek süvarilik, süvarilik ne zaman Yunan’a gelmiştir? 4. yüzyılda millattan önce ilk defa İskender’in hatırı sayılır süvari birlikleri vardır. Ok atmaya başlamışlardır, Orta Asya’dan aldıkları Avarlardan, İskitlerden kaptıkları bir şeydir bu. Öbür büyük kavimlerde savaş arabaları vardır. Sümerlerde, zaten arabanın mucidi Sümerlerdir. Mısırlılarda, Hititlerde savaş arabası vardır.
Türklerde yoktur savaş arabası. Yunanlarda çok ender, kullanmazlar. Arabayı sadece yarışmada kullanırlar. Araba yarışı yaparlar. Ve en çetin düşman Çinlidir. Yüzlerce yıl Çinlilerle boğuşmuşlardır. Ve Çinliler bunların önünü kesmek için o meşhur Çin Seddi’ni örmüşlerdir. Ama onu aşmışlardır. Devlet kurmada biraz önce dedim ya geçmedim Eflatun’a. Ne kadar oradan esinlenmişlerse, dediğim gibi esinlenmelerini belgeleyecek hiçbir şey yok ortada. Dolaylı Farabi, Yusuf Has Hacib’i bir yana bırakırsak, hiç haberi yok tabii Eflatun’dan Tonyukuk’un. Tonyukuk büyük bir ihtimalle Konfüçyüs’ü biliyordu. Ama tabii Yusuf Has Hacib’in tanımış olması lazım Eflatun’u, özellikle de Farabi üzerinden.
Bir başka çok çarpıcı olay anlattığımı hatırlamıyorum, bilmiyorum. Askerlik ve savaş sanatının mucidi, felsefe biliminin kurucusu olan Aristoteles’tir. Büyük İskender’in babası III. Philip Filipos, Aristoteles’in çocuk arkadaşıdır ikisi. Aristoteles Assos’ta bulunuyorken, Filipos yazar, “hemen kalk buraya” der Makedonya’ya. “Şehzadeyi (yani İskender’i) sen yetiştireceksin” der. Makedonya payidahtına 50 km uzaklıkta Mieza denilen küçük bir şehirde tarihin ilk askerlik okulu açılır. Askeri akademi. Burada Aristoteles, İskender ile silah arkadaşlarını, yani Makedonya ordusunun kumandanlarını yetiştirir ve burada savaş sanatını geliştirir. Savaş sanatının iki ana dalı vardır. Tıpkı bilimde olduğu gibi, bilimde teori vardır, pratik vardır. Savaş sanatında da strateji ve taktik vardır. Strategiya savaşma sanatı demek. Strategos ordu Arapçası serdüdeş serden geliyor. Bir savaşın en etkin umumisi çıkar ortaya. Bir savaşın nasıl yürütüleceğini belirler. Savaşın bölümleri vardır. Nasıl bir kitabın kısımları varsa, savaşın da öyle bölümleri vardır. Bunlara vuruşma, Türkçesiyle vuruşma, Arapçasıyla muharebe diyoruz. O savaşın yürütülüşüdür, pratiğidir, muharebe yahut vuruşmaktır. Onun yapılma şekli stratejide verilir, teoride verilir ve buna taktik diyoruz. İkisi askerlik terimidir.
Strateji ve taktik salt askerlik terimidir. Ve bunlar Aristoteles’le ortaya çıkmışlardır. İlk uygulayan İskender’dir. İskender’den önce savaş yok. Ne vardı, kavga vardı, kavgalar vardı. Sizler bilmezsiniz ama benim çocukluğumda mahalle kavgaları olurdu. İstanbul o zaman da en büyük şehir. Ben ilkokul 5. sınıfta sınava girdiğimde, bana o soru geldiği için hâlâ hatırlıyorum. İstanbul’un nüfusu 980 bin yıl 57, millattan önce. Ankara’nın nüfusu 240 bin. Bugün nerdeyse geri kıyım kazamızın nüfusu. O vakitler bu şehirlerde Adana, Trabzon’da, Erzurum’da, İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de mahalleler arasında kavgalar olurdu. Yeniyetme bitirimler birbirleriyle kavgaya tutuşurlardı. Taşla, sopayla işte mevsimine göre ne varsa patlıcan, domates her tarafta bunlar bitiyordu evler bahçeli, bostanlar vardı vs. Köyler arasında da böyle kavgalar çıkardı. İskender’den önce toplumlar, kabileler, aşiretler hatta devletler arasında başıbozuk kavgalar çıkıyordu.
Bu kavgalarda tabii ki belirli bir takım planlar olurdu, ama belirlenmiş her bakımdan belirlenmiş plan, program, tasarı yoktu. Strateji hazırlıyorsanız, yalnızca savaşın ayrıntılarını ön görmüyorsunuz. Ordunun nasıl naklolunacağı, nasıl besleneceği, nerede yatıp, nerede kalkacağı, hayvanlarının nasıl besleneceği vs. tüm bunları hesaplıyorsunuz. Hatta ve hatta Osmanlı gibi bir cihan devletinin muazzam ordusu askerden ibaret değildi. Askerlerin aileleri, karıları da yanlarında gidiyorlardı. 94’te Viyana’da ders veriyorum. Viyana Üniversitesi’nde, Viyana’dan belki 100-120 km güneyde, Macaristan sınırına yakın bir ovadan külah gibi tepe çıkıyor ve üstünde müstahkem bir mevkii vardı. Demir Şehir adı verilmişti. Eisentag denilen bir yer. Ben o ovada yürüyorum, Ocak ayıydı. Karşıdan kelli felli bir bey geliyordu. Genciz o zaman, o bey 70’inde vardı.
Selamlaştık, nerden geliyorsun, ne yapıyorsun falan derken, ben tarih hocasıyım, dedi. Orada liselerde tarih hocası olmak olağanüstü bir şeydir. Neyse boşverin, en merak ettiğim olaylardan biri en feci olarak kaydettiğim hadise ırza geçme olayı. Dedim ki burası Türkleri de Rusları da gördü dedim. Bunlardan hangisi daha korkunçtu, ırza geçme olayında, gerçi daha korkuncu olmazda sayıca hangisi, demek istedim. Hayatımda en şaşırdığım cevaptı. “Türkler hiç ırza geçmediler”, dedi. Adam Türk değildi, yalan söyleyecek değil. Nasıl hiç ırza geçmediler, dedim. Yaşlı adam; “Osmanlı ordusu 1683 Viyana kuşatmasında buraya aileleriyle geldiler” dedi. Adını yine unuttuğum bir şehire Viyana’ya yakın Tuna kıyısında bir yer, oraya kadınları yerleştirmişler. Viyana’nın her yanında bir dağ var Kahlenberg orada ordugah kuruluyor.
Merzifonlu Kara Mustafa’nın ordugahı Kahlenberg’de. Viyana’yı aldılar alacaklar, arkadan Jan Sobieski kumandasından Haçlılar baskın veriyorlar, beklenmedik bir anda. Osmanlı ordusu dağılıyor. Viyana kuşatması yapılamıyor. Ordu, apar topar Budin’e çekiliyor, bütün ağırlıkları bırakıyorlar. Bıraktıkları ağırlıkların arasında kahve çuvalları, bununla Avrupa’da kahve geleneği doğacaktır. Kahve çuvalları ve hanımlar kalıyorlar. O adını hatırlayamadığım şehirde oturan askerlerin karıları orada kalıyor. Bu hanımları alıyorlar Avusturyalılar, Hristiyanlar Eisentag’a getiriyorlar. Diyorlar ki, ya vaftiz olursunuz, ya da kelleniz gider. Bunlar topluca vaftiz oluyorlar.
Bilahare o civarda erkeklerde evlerine dönüyorlar. Nitekim o şehir, onların o muhasara sırasında oturdukları şehirde kendilerini saklayan ama benim keşfettiğim 3-4 Türk asıllı aile var. Diyelim ki, Kara Mustafa Paşa’nın ordusu 300 bin civarında olsun, 100-200 binde hanım olsun orada. Bu 100-200 bin hanım oradaki erkeklerle evleniyorlar, o zaman ki Avusturya’nın nüfusu taş çatlasın bir-birbuçuk milyon falandır. Nüfusun yapısına bakın. Bir gün biz gelirsek Avrupa’nın nüfusu bozulurmuş, zaten bozulmuşsun sen. Daha başka nasıl bozulursun. Eğer oraya bir-birbuçuk milyonluk bir nüfuza 200 bin kadın eklenip, bunların çocukları olduğunda bunların soyu ürümüş, ne kalır geriye. Nitekim Almanya’da, Alman bölgesinde Türk soyadına çok rastlanır. Türke, Hun Türk gibi soyadlar hatta Hitler’in büyük generallerinden biri soyadı böyledir Fontürke geçer. Neyse bunlar bir yana İskender’le birlikte başlayan bu savaş bilimi çok tuhaf bir şekilde Türklerde var. Nerden, nasıl geçmiş bilmiyorum. Ordunun kurucusu Mete Han’dır. Ve Mete Han’ın strateji ve taktik uyguladığını biliyoruz, bunların belgeleri tekrar tekrar söylüyorum yok. Nerede, ne kadar tarihçimiz varsa, hiçbirisi size bu anlattıklarımla ilgilenmiyor, bana tahmin edici bir cevap getirememiştir. Strateji ve taktiğin Türk Silahlı Kuvvetleri’nde var olduğunu Hunlardan ve Göktürklerden bahseden Çin metinlerinde görüyoruz. Bu Çin metinleri tabii bizimkiler tercüme ettirirler.
Yanlış hatırlamıyorsam 20. yüzyılın başlarında Almanca’ya tercüme ettirmişler. Bana rahmetle andığım büyük tarihçimiz, hocam olmadı ama ben onu hocam olarak görürüm, İbrahim Kafesoğlu rahmetliye vermişler o Almanca tercümeleri, dolayısıyla bu vesiyle onu da rahmetle anayım. Gerek size anlattığım devlet anlayışı, gerekse bu askerlik sanatı belli bir kısmı İslam’dan önceki kısmı oradan geliyor, o metinlerden geliyor. Bunlar felsefe metni falan değil, bunlar düpedüz tasvirlerdir. Adamlar ne görmüşlerse yazmışlardır. Ben tarihçi değilim ama bir felsefeci olarak işim bir resmi ortaya çıkarmaktır. Tarihçi sıralar size o olay şu zamanda oldu, bu olay şu zamanda oldu. Aralardaki bağları kurmak, neden-etki irtibatını tesis etmek felsefe işidir. Size burada yapmaya çalıştığım da bu oldu. Ve bunu da ilk defa yapıyorum haberiniz olsun benim konum tarih felsefesi de değildir. Medeniyetten buraya geldik.
Türkler baş düşmanları kanlı, canlı düşmanları Çinlilerden kaçarken, -bizimkiler onlarla hep birlikteydik- derler, hayır efendim birlikteysen niye kalkıpta Talos ovasında kuzeye doğru çıkan Müslüman Arapların kucağına atlayasın. 751’de milattan sonra tabii İran’ı fethetmiş olan Araplara cankurtaran simidi gibi yapışmışlardır. Aman bizi bu Çinli beladan kurtar diye. Ve o derece can havliyle atlamışlar ki günde birkaç bin Türk ihtida etmiş. Türkler kılıç zoruyla Müslüman kılındılar, büyük bir yalandır.
Evet kılıç zoruyla Müslüman kılınmış Türkler var. Türkler tarafından ama, henüz Müslüman olmamış Türkleri kesen, yine Türklerdir. Bugün benzerini Irak’ta yaşadık. Sünni Türkler Şii Türkleri, Şii Türklerde Sünni Türkleri kesmişlerdir. Orada büyük bir iftirayla Acemlerin üzerine atarlar. Hiç alakası yok. İranlılar yani Farslılar bu son Saddam’ın devrilmesinden sonra Amerikan İşgalinin son dönemlerinde IŞID mişit ortaya çıkmış, büyük çatışmalar oluyor orada. Türkmenler birbirlerini mezhep ayrılıklarından dolayı kesiyorlar. Ve İslam’ın başında da yapmışlardır bunu. Türkleri kesen Arap falan yok.
Bir kaç günde, birkaç bin Türk ihtida ediyor o kadar ki, Arap kumandan adını hatırlayamıyorum şimdi, hayretle bağırmış, haykırmış “Türk iman” diye, onun o haykırışı Farsça’ya Türkoman diye geçiyor. O Türkoman Türkiye’de Türkmen diye geçer. Türkmen diye bir boy yok. O boy yahut da budun Oğuzlar’dır. İlk dönemlerde Oğuzların Müslüman olanlarına, bu Arap kumandanın nidasından mülhem “Türkmen” demişlerdi. Türkmen lafı oradan geliyor.
Zamanla bütün Oğuzlar, Müslüman olurlar. Bütün Türkler değil. Türklerin çok önemli başka bir özelliği girmedikleri din yok. O kadar ki, İbranilerin dışında kimsenin girmediği Yahudiliğe bile girmişlerdir. Yahudi bile olmuşlardır Hazar Türkleri. Yani bir Nobel ödülü olsa dinlere girme Nobel’i biz herhalde kavim olarak kazanırdık o Nobel’i. Budacı olmuşlar, Maniheist olmuşlar, Hristiyanlığın bütün mezheplerini Protestanlık dışında, yeni bir olay Ortodoks Türkler var, Katolik Türkler var ve nihayet Yahudi Türkler var. İbraniler onları hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. İbranilere göre Yahudi olmanız için İbrani olmanız lazım, o soydan gelmeniz lazım.
İslam’a geçişle birlikte biraz önce söylediğim o ülkü kuvve halindeki o ülkü gerçekleştirilir. Adalet savaşçısı ortaya çıkar. Alp mücahit olur. Bilge Kağan halifedir. Kağan’ın Tanrısal bir yanı vardır. Dedim ya Kutadgu Bilig sahibidir, halife de böyle görülmüş. İslamla hiçbir ilgisi yok. Tanrı’nın yeryüzündeki yansısı olarak gösterilir halife. İslam’daki halife anlayışı bu değildir. Halife Hazreti Peygamber’in siyasi halefe anlamındadır. Kutsallığı mutsallığı yoktur. Bu anlaşılır bir şey mi bilmiyorum. Halifeye, Osmanlı Halifesine daha öncekilerde böyle bir şey yok tabii, Osmanlı halifesine bu tanrısal niteliği ekleyen gene Türkler olmuşladır. Bahsettiğim yapı Osmanlı’nın yıkılışına değin sürmüştür. Osmanlı’nın ortadan kalkmasıyla sadece İslam Medeniyeti son bulmaz, Türk tarihinin son derece belirgin omurgası da kırılır. Cumhuriyetle birlikte yapı baştan aşağı değişir. Tarihte gördüğümüz belki en önemli halis, en saf, lugat anlamıyla uygun –devrim- bizde cereyan etmiştir. Devrim demek bir geleneği, silsileyi topyekün ortadan kaldırılmasıdır. Her şeyin yeniden inşa edilmesidir. Sadece Müslümanlıkla ilgili olan taraflar atılmıyor, bize mahsus olan asker-sivil bütünlüğü yani ordu geleneği ortadan kalkıyor.
Çünkü ilk defa Türk tarihinde sivil anlayış baş göstermektedir, Cumhuriyet ile birlikte. Osmanlı’da buna bir gidiş var mıydı? Vardı ama boz bulanık, tam bir sivilleşme anlayışı henüz ortaya çıkmamıştı, bunu zaten bütün üst kademede ki zevatın askeri rütbe alışında görüyoruz. Paşa olmalarında görüyoruz. Çok üstün tutulan husus savaşçılıktı, alplikti, mücahitlikti. Sivilleşmeyle birlikte bu Alplik, bir anda silinemiyor. Gençliğimde yaşadığım, gördüğüm kabadayılık, bugün kabadayılık bir küfür gibi geliyor. Benim hayran olduğum, hep olmak için can attığım bir şeydi. Ve benim gibi bütün yeniyetmeler kabadayı olmak isterdi. Savaşçı, dövüşçü adam olmak isterdi. Sivilleşmek katmerleştikçe, yerleştikçe, savaşçılık silindikçe kabadayılık önce mafiozaya dönüştü. 1960’ların başında mafyalaştı Türkiye’de.
Kabadayıların bir kısmı oraya geçer. Daha sonra 65’lerden itibaren belli bir takım siyası teşkilatlanmaların içinde dövüşçü olurlar. 90’lardan itibaren de tamamen silinirler. Esamesi kalmaz. Günümüzde, toplumumuzda çok şükür mü diyeyim, ne yazık ki mi diyeyim bilmiyorum, değerlendirmede bulunuyorum, savaşçılık, savaşma damarı kurumuştur.
başlangıç: 1:42 savaş sanatı
Dinleyici – Savaş sanatının başlangıcı Aristoteles’in Makedonya’da İskender’i yetiştirdiği akedemide başladığını söylediniz, Türklerde de Mete Han’ın savaş komutanı stratejist olduğunu söylediniz. Bize devlet okulunda Çin Sun Tzu’nun kitabını okutmuşlardı. Bugün hâlâ da okutuyorlardı. Bizimkiler de savaş sanatını oradan almışlardır, diye düşünüyorum, doğru olabilir mi?
Teoman Duralı – Sun Tzu bir filozof değildi. Bir bilgeydi, strateji ve taktik yeteneği yoktur onda. O bize dövüş sanatlarını anlatır. Bu bütün Çinli bilgelerde vardır. Sadece onda değil. Kung fu, yani Konfüçyüs’te de vardır. Bütün bu doğu bilgeliklerinde “savunma sanatı” diye bilebileceğimiz olaylar vardır. Savaş ve askerlik sanatı bunu aşar. Dövüş sanatı değildir yalnızca, biraz önce söylediğim bir savaş senaryosu düşünülür. Öngörülür, orduyu nerden yürüteceksiniz, nasıl besleyeceksiniz. Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi aileyi de mi götürürsünüz. Götürseniz o aileyi de nerede barındırırsınız, ne yedirir ne içirirsiniz. Tarihçiler reddederler ama yine de bildiğimiz kadarıyla büyük sayıda asker yürütülür. İskender 60 bin kişiyi geçirir Anadolu’ya. Çanakkale üzerinden, Boğaz üzerinden muazzam bir rakam. Bu adamların beslenmesi, yürütülmesi, iaşesi ve onun yanında tabii taktik, doğrudan doğruya savaş sanatı kimleri yerleştirecek, okçularıyla, piyadesiyle, süvarisiyle. Savaş sanatının sanıyorum en önemli esin kaynağı, satranç oyunudur. Üç olay, salt akla dayanır. Bunlar hiç karışmaz. Felsefe bilim, savaş sanatı ve satranç. Felsefe bilimde tabii başı çeken en önemli zirve salt olarak mantık ve matematiktir. Bu anlamda kavgadan tamamiyle farklı bir olaydır savaş. Savaş ve ordu yeni bir olaydır. Milattan önce 4. yüzyılda başlar. Mete’de zaten 2. yüzyılda var. Bu dediğim yapıyı o çinli bilgede görmüyoruz.