Ana Sayfa Blog Sayfa 59

Dış Dünya. Mehmet Akif Okur ile D8

0

1 Neden D8 ülkeleri arasında barter yapılmalı?

2 Barter yapılırsa D8 ülkelerinin kazançları ne olacak?

3 Özellikle, Sistem nasıl işleyecek, gümrükler ve Mevzuat en önemli problem ve konular.

4 Her ülkenin gümrük mevzuatı farklı. Örneğin Türkiye’den Malezya’ya, Nijerya’dan Pakistan’a ürün geldiği zaman bu ürünler gümrüklerden nasıl geçecek. Bunun mevzuatı, kanunu çok önemli. Bunu bir uzmanla konuşup sunuma koyarsanız iyi olur. Şu şu kanun değişikliği olursa bu ürünler gümrükten çok daha rahat şekilde geçer trzında bilgiyi araştırıp ekleyin.

5 D8 Genel Sekreterliğine ve Vakıfa ufak da olsa bir pay verin, temsili bir kazancımız olsun ki bu işemlerden, bizi ortak olarak kabul edin ki, üye ülkelere sizi kabul ettirmemiz kolay olsun.

Mehmet Akif Okur: Çok önemli sorular Levent Bey, ben konuya katkısı olabileceğini düşündüğüm arkadaşlara danışıyorum. Ancak henüz aşağıda anlattığım nitelikte uzman desteği bulamadım. Şöyle ki:

A) D8 ülkeleri arasındaki dahili ticaretin nitelik ve potansiyelini bilen bir iktisatçı lazım. Başlıca kalemler olarak hangi ülke ne alıyor, ne satıyor. D8 ülkeleri arasındaki Barter, üçüncü ülkelerle yapılan ticaretten daha cazip imkanlar sunarak bu ticari akışın bir kısmına yön mü değiştirtecek yoksa âtıl bazı kapasiteleri aktif hale getirerek yeni ticaret imkanları mı üretecek? Bu sorularla ilgili veriler ve yorumlar için özellikle bu alana odaklanmış bir akademisyene ve ekonomi bürokrasisinin yardımına ihtiyacımız var. İktisatçı akademisyenin değerlendirmelerini bürokrasinin/bürokratın deneyimi ve verileriyle sınamalıyız. Bürokrasinin verilerini de iktisatçıya yorumlatmalıyız.

B) Mevzuat için bartera aşina iyi bir ticaret hukukçusu lazım. Çünkü mevzuat, teknik boyutu önemli bir konu. Hangi nitelikte bir kanuna ve yönetmeliğe/yönetmeliklere ihtiyaç var? Oluşturulacak Barter mevzuatının genel ticaret mevzuatıyla uyumu için hangi kanunlarda değişiklik gerekecek? Genel çerçeve için dünyada barter konusunda başarılı ülkelerin mevzuatına bakılabilir. Detaylar için yukarıda niteliklerinden bahsettiğim iktisatçı-bürokrat ikilisiyle ticaret hukukçusunu buluşturmak lazım. Bu üçgenden çıkan metni de yine mevzuat yazımı pratiği olan bürokrasiden bir isme göstermek yerinde olur.

C) Üçüncü bahis, meselenin diplomatik yönüyle ilgili. D8 ülkelerine müşterek bir mevzuat mı önermek lazım, yoksa belirli ilkeler tespit edip müzakereye davetle müşterek bir sistem için mutabakat aramak mı gerekir. Bazı ülkeler, bazı ticari kalemlerde sisteme girmemek, geç girmek, belirli farklılıkta mevzuatla girmek isteyebilirler. Bu durum, ticaret anlaşmalarıyla ilgili tartışmalarda sık karşılaşılan bir husus. Bu türden ihtimalleri de düşünerek bir diplomatik strateji tespiti gerekecek.

Kanaatimce, sağlıklı bir başlangıç için ilk yapılması gereken şey bu uzmanlık halkalarını kişi ve kurum olarak isimlendirmek olur. Çünkü, bu çerçeve temel nitelikte ve biz oturup hazırlamaya çalışırsak, ne kadar dikkat edersek edelim, projenin imajını sarsacak hatalar yapmamız kuvvetle muhtemel.

Levent Ağaoğlu: Mehmet Akif Hocam; yolu derinlemesine ve gepegeniş açtınız, müteşekkirim. Arada bir gümrük birliği olmadığı için tek tek ülkeleri çalışmamız gerekecek.  Uzmanları sayenizde bulabilirsek bu iş tamam olur.

Mehmet Akif Okur: Ben teşekkür ederim Levent hocam, somut soruları önümüze koymasaydınız çerçeve üzerine düşünmek mümkün olmazdı. İnşallah

Mehmet Akif Okur: Levent Bey, şu çalışma 2013’te yapılmış. D8 ülkeleri arasındaki ticaretin serbestleşmesi halinde, bu ülkeler arasındaki ticaretin % 87 artacağı sonucuna varmışlar. Ancak, barterla ilgili bu muhtevada bir çalışma yok. Olması için “bartera müsait” ticaret kalemleriyle ilgili ülkeler bazında veri lazım. Bu muhtemelen mevcut değildir:

Mehmet Akif Okur: Barterla ilgili mevzuat yazımına yardımcı olacak Ticaret Hukukçusu ve bürokrat ikilisi için İstanbul Ticaret Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ömer Özkan hocaya danışmak faydalı olabilir. Ticaret hukuku, hocanın sahası.

Avrupalılar aylardan beridir, Amerikan yaptırımlarını aşmak delmek amacıyla bir çeşit “barter” sistemi olan “Vehicular ad hoc network (VANETs)” isimli mekanizmayı hayaya geçirmeyi tartışıyor. Sözkonusu mekanizma, İran’ın petrol ve gaz ihracatları ile İran’ın AB’den hizmet ve mal satın alımları arasında değiş tokuş (trampa) operasyonlarını düzenlemeyi öngörüyor.

Levent Ağaoğlu: Hocam, bu makaleyi heöen okuyacağım. Teşekkür ederim.

Ticaret kalemleriyle ilgili verileri www.trademap.com üzerinden takip ediyorum. Müthiş bilgiler var orada. GTİP bazında. Barter’a müsaitliği konusu ayrıca görüşelim. D8 e de sorabiliriz. Ülkelerden tek tek bu konuda bilgiler toparlasın. Hürmetlerimle..Levent

Levent Ağaoğlu: https://www.researchgate.net/publication/322161179_D8_Ulkeleri_Arasindaki_Dis_Ticaret_Islemlerinde_Barter_Yonteminin_Uygulanabilirligi_Applicability_of_Barter_Method_in_Foreign_Trade_Transactions_between_D-8_Countries

Mehmet Akif Okur: Çok teşekkür ederim Levent Bey, okuyacağım bunu da

Levent Ağaoğlu: İHRACATLARININ İÇİNDE D8 PAYI (2017):

  • INDONESIA 9.2%
  • EGYPT    9%
  • MALAYSIA 6.8%
  • PAKISTAN 6.5%
  • IRAN    5.8%
  • NIGERIA    5.5%
  • TURKEY 4.5%
  • BENGLADESH 3%

Source: TRADEMAP

başlatan, baş olamamış ne yazık. dipteyiz.

Mehmet Akif Okur: D8’e toplam ihracatımız nerdeyse ancak Fransa’ya yaptığımız kadar

iddialarımızın takipçisi değiliz..

Mehmet Akif Okur: Maalesef

Mehmet Akif Okur: Barterla bu dengenin değişebilmesi için

a) Bu ülkeler birbirlerine ne satabilirler sorusuna cevap arayan ülkeler bazında pazar araştırması ve analizi lazım

b) Mevcut potansiyeller tespit edildiğinde, barterın oynayabileceği rolün belirlenerek muhataplara ulaşılması ve anlatılması lazım.

Yalnızca sistemi kurup müşteriyi beklemek yeterli olmaz. Ticari potansiyelleri keşfedip aktif biçimde bağlantı kurmak için uğraşmak lazım. Bu ülkelerdeki ticaret ataşelikleriyle entegre çalışma gerekir. Ticaret ataşeliklerinin de aktif ve güçlü personelle donatılmasının ihtiyaç var.

Mehmet Akif Okur: D8 arasındaki uluslararası ticarette barterın kullanılmasına özel vergilendirmeyle ilgili teşvikler, ilk ticari bağlantıların kurulmasını hızlandırabilir. Bu bağlantılar tesis edildikten sonra teşvikler kademeli olarak kaldırılabilir.

Levent Ağaoğlu: AB mekanizmaları hep teşviklerle çalıştırılıyor. D8 ortak paydamızı harekete geçirebilir.

Mehmet Akif Okur: Bunun için işleyebilir bir yönteme ihtiyaç var. Barter sistemi ile ilgili olarak, anlayabildiğim kadarıyla, ilk kritik eşik firmaların havuza dahil edilmesi. Sekiz farklı ülkeden firmaları havuza dahil etmek için

a) Bu firmaların faaliyet gösterdikleri ülkelerde tabi oldukları hukuku ve havuza başvuracak/davet edilecek firmaları güvenilirlik vb açılardan değerlendirmeye imkan verecek bilgi kaynağına ihtiyaç var.

b)Anlaşmazlık vukuunda işleyecek hukuki süreçle ilgili net prosedürlerin tespitine ve hukuken garanti altına alınmasına ihtiyaç var.

c)Sonraki aşama da firmalarla temas ve havuza katılmaya teşvik süreci

Levent Ağaoğlu: Türk barter sektörü yıllardan bu yana önemli bir birikim oluşturduğu için, doğru yöntemi de emre amade bir biçimde sunmuş oluyor. a, b, c şıkları için ise sıkı çalışmamız proaktif olmamız lazım.

0

MEDENİYET TARİHİ PROF. DR. TEOMAN DURALI 28.11.2007 2. Bölüm

13-14 ARASI

Teoman Duralı – Ve bunların bir benzerini Eski Mısırlılarda görüyoruz. Firavun Mısır’ında da kafatasları uzundur. Son Firavun Mısırının tip örneğini söyleyeyim size. Yaşı benimle olanlar bilirler Enver Sedat vardı. Kaçta öldürüldü? Yetmişlerin sonlarında öldürüldü. Enver Sedat tipik bir Firavun-Mısır örneğiydi. Böyle top atan kavunu gibi uzun bir kafatası vardı, ince bir yüzü… Onun halefi Mübarek, fellah, yusyuvarlak bir kafatası ve eğimli bir yüzü vardı.

17:50-23:06

Levent Ağaoğlu  – Göbekli Tepe’deki bu şekilleri gösterdiniz. Bu şekillerin bir Hintli Profesör Vedalarda olduğunu açıkladı ve ben okumuştum onları ve çok da mantıklı görmüştüm kendimce. Şimdi aynı zamanda Mısırlıların piramitlerini gösterdiniz. O piramitlerde biliyorsunuz açıklıklar var onlarda Orion takımyıldızına doğru yöneliyor. Oraya doğru ruhların uçacağını Firavunlar söylüyorlar. Burda da aynı şekilde Orion takımyıldızı ile ilgili görüntüler var. Bunların arasındaki gerçekten enteresan, aynı şekildeki buluşmaları insanı hayrete düşürüyor. Bu konuda sizin yapabileceğiniz bir açıklama var mı?

Teoman Duralı – Orada bir noktaya belki tesadüfen temas ettiniz. Çağımızın en büyük bir hastalığı hammiyetçilik. Vedalardan söz ettiniz, oradan aklıma geldi. Şimdi Vedalar Hinduların kutsal mitidir. Hindular bahsettim mi bilmiyorum. Hindular Ari’dirler. Hint-Avrupa kavmidir. Göbekli Tepe’nin ne olduğunu bilmiyorum. Bir kere o kadar eski ki, artık bir önceliği olması lazım.

Levent Ağaoğlu  – Vedalar 4 bin yıl önce, öbürü ise 12 bin yıl önce.

Teoman Duralı – Dediğiniz doğru bugün Avrupalı arkeologlar, tarih öncesi araştırmacılar durduk yerde Arileri sokuyorlar işin içerisine Vedalarla bağlantılıdır, değildir vs.

Ve buradan biz gene Arilik propagandasıyla karşı karşıya geliyoruz. Benzerini zenciler yapmıştır. Mısır Medeniyeti bizden çıkmıştır, bir zenci medeniyeti diyor. Hâlbuki Firavunlar Mısırı zenci değildi. Ak tenli bir kavimdi. Kavimler bölümleri içerisinde Hamilerdir. Mısırcada nitekim Arapçadan önce kullanılan Mısırca bir Hami dilidir. Bugün bu Hami dilinin birkaç kalıntısı var. Berberi dili, Tuarek dili ve Habeşistan’da konuşulan Hamhar dili. Somali’de de kullanılıyor bu Hami dillerinin mensupları oralarda da var. Biz de yapıyoruz bu saçmalamaları, katmadığımız adam kalmadı Sümerlere de Türk diyoruz. Hiç alakası yok. Ne oldukları bilinmiyor. Hititler, eskiden bunları Eti diyorduk. Nerden geliyorsa, O tarihte ne Türk var, ne o var, ne bu var. Sümerler M.Ö. 4. yüzyıla uzanan bir kavim.

Dillere bakarak bir şeyler çıkarıyoruz ama o da değil. Bunların Vedalarla benzeşmesi o çağın bir gereği olabilir. Ama kavmiyet itibariyle birbirleriyle bağlantılarını göremiyoruz. Yani kavim olarak aralarında bir irtibatın bulunduğunu bize kanıtlacak bütün belgelerden yoksunuz.

38:40-42:10

Levent Ağaoğlu  – Hocam bu Hami dili hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz? Bir de Koptik dil Hami dili midir?

Teoman Duralı – Koptik dil Hami dilidir. Türkçesi Kıpti. Koptik Yunancadan geliyor. Çingeneden uzaktan yakından ilgisi yok. Bizde çok garip hastalıklar var. Mesela Çingene demek ayıp. Niye ayıp olduğunu bir türlü öğrenemedim. Çingene, Çin’den gelen demekmiş. Doğu’dan geliyor ya aslında Çin’le hiçbir ilgisi yok. Çingeneler Pencap’tan gelmişlerdir. Milattan sonra oralardan kalkıp buralara gelmişlerdir. Hatırı sayılır muteber bir kavimdir. Doğu’dan gelen ne varsa Çin demişiz. Çünkü bizim en eski düşmanımız. Hindistan’ı biliyor muyduk, bilmiyor muyduk, ama bir kısmı da çok sonraları yeni zamanlarda Kavalalı Mehmet Ali Paşa zamanında Mısır’dan gelmiş bir kavim Anadolu’ya ve Yunanistan’a. Mısır’dan geliyor diye bunlara Kıpti demişler. Kıpti’nin Çingenelikle bir alakası yoktur. Kıpti eski Mısırlıların kabul ettiği Hristiyanlıktır. Milattan sonra 2. yüzyılda, Eski Mısır’da, Firavunlar Mısırından kalıntılar, o zaman Arap etnisine girmemişti, Hristiyanlığı alıyorlar, Mısır Hrisitiyanlığı bir Ortodoks koludur. Ortodokslar yekpare değildir, çeşit çeşit Ortodoks vardır. Ermeni Ortodoksları, Kıpti Ortodokslar, Habeş Ortodoksları vardır. Rum Ortodoksları vardır. Rus Ortodoksları vardır. Dediğim gibi Kıptiler bir Ortodoks grubudur. Eski Mısırlıların devamı oldukları görüşündedirler. Yanlış hatırlamıyorsam Kitab-ı Mukaddesleri de eski Mısır dilindedir. Arapça da değildir. Bildiğim kadarıyla, emin değilim.

MEDENİYET TARİHİ PROF. DR. TEOMAN DURALI 30.01.2018

  1. 1:35:00- 1:42:53

Levent Ağaoğlu  – İran’dan bahsettiniz. Farslardan. Harezmi Arapça yazmıştır. Kendisi Fars mıydı, Türk müydü?

Teoman Duralı – Farstır. Biz çok duygusal insanlar olduğumuzdan herkesi Türkleştiriyoruz. Cengiz Türktür, Atilla Türktür, Biruni Türktür, İbni Sina Türktür. Ve aklınıza kim gelirse, bana kalırsa Biruni, İbni Sina Türk olsunda, Cengiz niye Türk olsun. Atilla niye Türk olsun. Kelle kesenler adamlar bunlar.

Levent Ağaoğlu  – Devamında bizim İranlılarla, Farslarla ilişkimiz 1000 yıllık, iç içe yaşamamız

Teoman Duralı – Bize en yakın millet Farslardır. Nesnel olarak baktığımızda bize en yakın olandır. Siz bakmayın Yunanlılar içiçeyiz… vs. hikaye. Bizim en içiçe olduğumuz bütünleştiğimiz, seviştiğimiz diyemem. Zaten ne kadar yakın olursanız o kadar düşman oluyorsunuz.

Levent Ağaoğlu  – Aynı şey Mısır içinde söz konusu olabilir mi?

Teoman Duralı – Hayır.

Levent Ağaoğlu  – Bir ay kadar Mısır’daydım. İlk Tolunoğulları 800’lerden Kavala’ya kadar gelen. İnsanlara baktığımda gülümseyen, güler yüzlü, sıcakkanlı insanlar. Bizlerle çok kaynaşmışlardır. Yani İran’da olan Mısır’da da mı olmuş?

Teoman Duralı – Şimdi birincisi Mısırlılar, dediğiniz gibi olağanüstü sevimlidir. İnsan adamlardır. Misafir eder, yedirir, içirir, hiçbir şeyi yoksa ekmeğini verir. Genelde Araplarda var bu. Çöl Arapları dışında, Bedeviler daha sertler, daha diktirler. Mısırlılar köylüdürler, fellah ve onun verdiği bir yumuşaklık vardır. Yumuşaktırlar, dövüşmeye pek müstenatları istidatları yoktur. Kızarlar, bağırırlar, çağırırlar, çok da gırtlaktan konuşurlar. Ama oradan bir halt çıkmaz. Kabadayılıkları yoktur. Türklerin en önemli özelliği, o eski savaşçılığının, kabadayılığının  devamı vardır. Yani bu bizim yürüyüşümüze bile geçmiştir, yengeç yürüyüşü gibi. Şimdi kayboluyor tabii, Avrupalılaştığımız ölçüde. Ama benim gençliğimin en önemli olayı kabadayı olmaktı. Hepimiz kabadayı olmaya çalışmışızdır. Mısır’da bu yok. İran’da yok. Hatta İran’ın Acem kesiminden, Türk kesimine geçtiğimizde Azerbaycan’a ilk gözünüze çarpacak olan budur.

1970’te ben Tahran’dan Tebriz’e gelirken arabanın nerde durduğunu bilmiyorum. Tenhaydı soramadım burası Azerbaycan mıdır, Şah dönemi zaten korkuyordum, her yerde ajanlar var. Kapı açıldı, iki adam girdi. Yumurta topuk, takım elbise, ceketini sağ omzuna atmış, habire tesbih çekiyor, böyle geliyorlardı. Azerbaycan’dayız. Bir iki adım attılar, Türkçe konuştular, Azeri Türkçesi. Ve gönlüme su serpildi. Tebriz’e yaklaşıyoruz artık diye. Mısır’ı yönettik, Memluklar ya da Kölemenler Türktüler,  daha sonra Osmanlılar geldi. Ama Mısır’la bizim çok içli dışlı olma durumumuz yoktu. Çünkü biz Orta Asya’dan buraya gelirken İran coğrafyasına, burasını unutmayalım hep İran coğrafyasıydı. Yani Farslarındı. Oradan aldık biz buraları. O yüzden buralarda 1000 yıl içiçe yaşadık. Anadolu’ya intikal edinceye kadar, gene büyük bir kısmımız buralarda kaldı. Burası zaten tamamen Türkleşmediler. Onun dışında İran’da da hatırı sayılır bugün 80 milyon nüfusun, yanlış hatırlamıyorsam 24-25 milyonu Azeri’dir. 2-3 milyonda Türkmen vardır. Bazı ufak tefek Türkler, Kaçkarlar vardır. Yani İran’ın neresine giderseniz gidin, Türkçeyle geçiriyorsunuz. Tutum itibariyle de bu böyledir. Gerçekten diller çok içiçe geçmiştir. Çok büyük benzerlik ortaya çıkmıştır. Gramer olarak da kelime itibariyle bir Arapçadan çok daha fazla Farsça almışız dilimize. Arapça daha ziyade yüksek seviyedekilerin kelime haznesinde kalmıştır. Gündelik konuşmalarda pencere, cam, zemin, çark… dini terimler: namazdı, oruçtu… hep Farsçadan gelen kelimeler.

Bu anlamda ben kendi yaşantımdan hareketle söyleyeyim, Mısır’da o kadar kendimi evimde hissetmedim. İran’da hissettiğim kadar orda hissetmedim. Tek oradaki terslik Şah zamanında Şiiliğin ısırganlığıydı. Camiye gireceksin Şii misin diye, benim tipimde aykırı olduğu için hemen durduruyorlardı, nereye gidiyorsun diye. Bugün o da kalkmış görünüyor.

Humeyni 10 yıl daha yaşasaydı, bu tefrik büyük ölçüde kalkacaktı. Zaten demişler ne olur ilan et -kayıp imam- sen ol demişler, o da estağfurullah demiş. O gerçek değil de saçmalık. Bu tabii benim görüşüm, ne kadar doğru, ne kadar yanlış. Kılık kıyafet açısından da çok benzeşiyoruz. Tabii Mısır çok farklı. Entari giymeleri tabii öyle bir memlekette normal.

MEDENİYET TARİHİ PROF. DR. TEOMAN DURALI 28.11.2017 1. Bölüm

0:00-08:40

Teoman Duralı – Beni en çok çarpan husus, insanın dehası. Size daha önce söylemiştim geçmiş yıllarda. İnsan iki katlı varlıktır, demiştim. Beşer tarafı vardır, insan tarafı vardır.

Beşer tarafı, öteki canlılarda, hayvanlarla içiçeliği var. Beşer yanımız dirim tarafımız. Ama insan tarafımızı, öbür canlılarla bir bağlantısı yok. Tamamiyle ordan bağımsız. Bu sebepten, bu düşüncemle, bu fikrimle, ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabiliyorum. Dine karşı olanlar, evrimi, insanla bağdaştıramadığından ötürü beni yererken, sıkı müslümanlar, beşerin evrenine, içiçeliğine işaret etmemden ötürü bu sefer beni yeriyor. Şimdi göstermeye çalışacağım resimde, 15 bin yıl önce, yani medeniyet falan yokken ortada, salt bir kültür hayatı içinde yürüdüğünü varsaydığımız insanlığın ortaya koyduğu kalburüstü başarılar ve bunları biyolojik açıdan hiçbir açıklayamayız. Biyolojik bir açıklaması yok. Yani nasıl Itri’yi, Dede Efendi’yi evrimsel bir gelişimin sonucu olarak gösteremesek, 15 bin yıl öncesine tarihlenen Avustralya yerlileri Aborjinleri, onların ve bizim Güneydoğu Anadolu’da Göbeklitepe denilen bir yerde ortaya koyulmuş olan ilk yerleşim yerlerinden birisinde ortaya konan eserler, felaket bir şekilde insanı hayrete düşürüyor.

O dakiklik, o bugüne mahsus gördüğümüz, saydığımız, teknolojik fenni dakiklikleri, yani bundan kastım, adamlar taş işçiliğinde olağanüstü, ancak elektrik ve elektronik aletlerle kesebileceğiniz granitleri yontmuşlar, yan yana ve üst üste koyarak tapınaklarını, binalarını inşaa etmişler. Tesadüfe zerrece yer bırakmamacasına, bu taşları yan yana getiriyor, ebatlarını farklı tutuyor ve buradan kubbevari yapıları meydana getirmişlerdir. Birbirinden çok farklı yörelerde,  –bir de bu ilginç– İnkaların merkezi Maçu-Piçu’da yaklaşık 4 bin metre intifada bir bölge İnkaların başşehri, Göbeklitepe’de, Mısır’da ehramların, piramitlerin inşaatında farklı tarihlerde, en eskisi Göbeklitepe 15 bine tarihleniyor. Burada kullandıkları sembolleri aynısıyla Avusturalya yerlilerinde de görüyoruz.

En çarpıcı olan sürekli olarak kuş resimleri çıkıyor. Bu bir tesadüf değil. Kuş ruhu temsil ediyor. Ruhu temsil eden çeşitli ifade biçimleri var. Kuş öyle, ağaç öyle, duman öyle. İnsanların en önem verdikleri husus: Ruh. Ruhu bugünün insanı dışında, çağlar boyunca insanlar olağanüstü derecede önemsemişlerdir. Neden önemsemişlerdir.

Her çağda, her coğrafyada insan ruhu özü olarak görmüş, öz olarak kabul etmiştir. Ruhun zirve noktası kabul edilen, akıl, evet burada Maya’larda, millattan önce bine kadar gidiyor, burada taş işçiliğine, tekniğine bakınız. Bunu asla kesinlikle gelişi güzel çekiçle ve benzeri aletlerle becerebileceğiniz iş değil. Bunlar Mısır’da, dediğim gibi Mayarlarda, bu da İngiltere’de ortalarındaki Stonehenge dedikleri o da milattan önce binlere doğru gidiyor. Bu da Peru’daki o dağın tepesine inşa edilmiş harkulade şehrin resmi.

Gördüğünüz gibi hepsi birbirinden tamamen farklı coğrafyalarda, birbiriyle temas halinde bulunma ihtimali olmayan toplumların üstün başarıları.

……………………………………………

Levent Ağaoğlu – Hocam çok güzel söylediniz; nasiplenmek, nasipmiş bizde buraya geldik. Justinyanus Ayasofya’yı inşa ediyor ve adı da galiba Kanuni demek. Aynı zamanda Roma hukukunu da İstanbul’da kodifiye ediyor, bunu bir kenara yazdık. Biz de Kutad kubilig var. İkisinin de anlamı aynı. Ayasofya ve Kutad kubilig. Kutsal bilgi.  Şimdi biz neden nasiplenemedik?

Teoman Duralı – Hayır nasiplendik, biraz önce söyledim. Bir şey söylemeyi ihmal ettiğim. Aristoteles çok önemli bir kurumun daha kurucusu, askerlik sanatının, bu bilinmeyen ve yahut bilinen ama az bilinen bir olay. Aristotelesle birlikte savaş dediğimiz olay çıkmıştır. Daha öncesinde kavga vardı. Bizim eskiden bilirsiniz mahalle kavgaları olurdu. Biz mahalle çocuğuyuz di mi? Mahalle kalmadı artık. Ve o mahalle kavgalarına benzer döğüş vuku bulurdu toplumlar arasında obalar, boylar, hatta devletler arasında. Aristoteles’i çocukluk arkadaşı Makedonya hükümdarı II. Filipos Pera’ya davet eder, çağırır. Bizim şehzadeyi yetiştir, İskender’i. O sırada Aristoteles Midilli’dedir.

Talebesi Teosfakros’un memleketi, araştırmalar falan yapıyor. Palas pandıras Pera’ya gider. Pera’ya bir kaç kilometre bilmiyorum 15-20 kilometre uzaklıkta Mieza adında bir şehir var. Bu şehirde tarihî, askerî okulunu kurar. Bugün artık alıştığımız bir adla söyleyelim, askerî akademiyi kurar. Tabii öyle bir ad yok ama bugün alışık olduğumuz bir adla anayım dedim. Bu Mieza’daki okulda, İskender’in yanı sıra İskender’in yoldaşı olacak Makedonya Kurmay Heyeti’ni yetiştirdi. Savaş sanatında iki bölüm vardır. Aynen bilimde olduğu gibi bilimde bilimin heyet-i mecmunu fümel görünümünü sağlayan yapıya teori diyoruz. Her bilim için bu söz konusu. Altında yasaları vardır, varsayımları vardır, o vardır bu vardır ama üst kurum teoridir.

Metafiziğe geçtiğimizde sistem vardır. Bilim üstü yapı sistemi, bilimin en üst kesimi feorya Yunancasıyla. Ne demek, geneli görmek tarassut etmek manasına gelir. Savaş sanatında da strategiya, strateji bilimin teorisidir. Ve savaşın bölümleri, vuruşmalardır, muharebelerdir. Orada taktik söz konusu. Savaş, harp manasında kullanıyorum, muharebe karşılığı olarak da vuruşma diyorum. Doğru mu, yanlış mı sen tayin edeceksin. Bu ayırımı beraberinde getiriyor. İkisini de genel olan stratejiyle özel ve özgül olan, spesifik olan taktiği de mantığa dayalı belirliyor. İskender’in zaferlerinin, kendisinden katbekat üstün ordulara karşı sayıca, silahça zaferinin arkasında yatan bu akıl işidir. Tabii ki İskender’in ustalığı şusu busu var ama o ustalığın da büyük bir yüzdesini gördüğü eğitimden almıştır. Bu anlamda felsefe bilime bürünmüş bir toplum topyekün donanımlıdır. Bunun içine savaş sanatı da girer. Ve bu çeşit toplumlar, milletler galip gelmeye namzettirler. Biz de demin dediğim gibi bir zamanlar bu yolda yürüyorduk. Oradan taviz vermeler sonucunda eksik kalmaya başladık. Düşüşe geçtik. Bilmem sorunuza cevap teşkil edebildi mi? Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş, böyle diyelim.

Dinleyici – Günümüzde felsefe bilimin bittiğini söylediniz, peki ne yapacağız biz?

Nasıl nefes alacağız, akıntıya mı bırakacağız?

Teoman Duralı – Bitti demeyelim de durdu diyelim. Kalkınmış, ilerlemiş dediğimiz toplumlar, milletler var olan felsefe bilimle idare ediyorlar. Yeni bir felsefe bilime ihtiyaç var mı? Bence var, ama biraz da benim latif kaygılarımdan ileri geliyor. Ekmek paramızı buradan kazanıyoruz. Bu yüzden lüzumsuz dersek, ekmek kapımız kapanır, diye korkuyorum. Hattı zatında yok zannederim. Olanla götürülüyor bu iş. Bilimde son büyük atılım, demin andığım o kişiyle yanında yer alan başkaları da var, Einstein gibi şimdilik onunla idare ediyor, nasıl ki yüzyıllar boyunca Newton’la idare edebilmişse Avrupa. Çok ilgi çekici bir olay var bunu zikredip bitireyim.

Japonya dış dünyaya kapalıydı. İlk defa Portekizliler orayı zorluyorlar 1500’lerin başlarında. Ve Japonya’ya yanaşan bir Hollandalı kaptanın idare ettiği Portekiz gemisidir. Japonlar bu acayip yaratıkları, yakalıyorlar. Portekizlileri ve Hollandalı kaptanı. Derebeyi Şogun’a götürüyorlar. Bir kere şurada ki akla bak kafalarını kesmiyorlar, bunlar barbardır, yabancıdır, gavurdur demeyip götürüyorlar, bakalım ne var bunun arkasında. Şogun’un dikkatini ilk çeken, “siz diyor aynı dili konuşuyorsunuz, ama birbirinize benzemiyorsunuz”.  Haliyle Hollandalı kaptan Portekizce öğrenmiş, Portekizce konuşuyor adamlarıyla, tayfalarıyla ama bu kaptan uzun boylu, sarışın, mavi gözlü bir adam. Öbürleri ufak tefek, kumral kişiler. Bu tip ayrılığı Şogun’un dikkatini çekiyor. Nasıl oluyor? Bütün Japonlar birbirine benziyorlar.  Bu gelen gavurlar niye böyle acaba? Farklı. Hollandalı kaptanın yanında Hristiyan olmuş bir Çinli var. Çinli, Latince ve Japonca biliyor. Tercüme ediyor, diyor ki; “bu adamlar (Portekizli falan demiyor çünkü anlamazlar) benim gibi başka bir milletten. Yani bu ikisi aynı değil. Biri senin gibi öbürü benim gibi ayrı milletten”. Şogun da diyor ki; “madem öyle, biz gene birbirimize benziyoruz bir ölçüde. Bunlar hiç benzemiyorlar. Nereden ve nasıl gelmişler” diyor. Anlatıyor kaptan nasıl geldiklerini, haritaları açıyor, izah ediyor. Şogun; “Bu sırrı siz nerden öğrendiniz, bu kadar uzak mesafelerde yol almayı nasıl becerdiniz” diyor. Kaptan; “Benim üstümde bir adam var, Newton” diyor. Şogun bu adamı anlatmasını istiyor. Kaptan diyor ki “Bunu anlayamazsın, kendine mahsus bir dili var, biz buna fizik diyoruz, mekanik diyoruz”. Şogun çok ısrar ediyor; “bunun sırrını bize ifşa etmezsen hepiniz ölürsünüz, ederseniz sizi serbest bırakacağım, hatta hediyelere boğacağım”diyor. Hollandalı kaptan ilk defa yanlış hatırlamıyorsam Kyoto’da olan, Japonya’nın başşehri o zaman, okul açıyor. Okulları var tabii Japonların ama yüksek okul değil, fiziğin tedris edildiği okul açıyor. Ve okullarda dili döndüğünce tabii kendisi de fizikçi değil, dili döndüğü ölçüde anlatıyor.

Hızını alamıyor Japonlar, kısa bir süre sonra Newton’un eserini Japonca’ya tercüme ettiriyorlar. Newton’un Principia Mathematica’sı ilk Flemenkçeye ve Japoncaya tercüme ediliyor. Flemenkçeye tercüme edilmesinin sebebi de Japoncaya aktarılabilmesi içindi. Çinli çünkü Flemenkçe de biliyor ve daha rahat götürüyor. Principia Mathematica Latince ve İngilizceye tercümesinden çok önceki müellifi İngiliz Japoncaya tercüme ediyor. Buna dayanarak Japonlar 19. yüzyıldan çok once, Avrupa’da olup bitenleri izlemeye başlıyor. Özellikle de askeri güçlerini buna göre düzenliyorlar, bu nizama göre.

20.yüzyıl başlarında, 1911 civarında Bertrand Russell Çin’e gidiyor. Mantık öğretmeye, çünkü Çin’de mantık yok. Hint de yaklaşımlar var, ama kurum olarak mantıkla karşılaşmıyoruz. Ve o arada Çin’e Japonya’dan gelen talebeler Pekin’e Russell’a soruyorlar. Diyorlar ki; “biz 16. yüzyıldan beri ordumuzu savaş sanatımızı size göre inşa etmeye çalışıyoruz. Ne diyorsunuz”. “Beceremezsiniz” diyorlar. Mantığı almadıkça mantığı esasa koymadıkça çünkü o savaş sanatının altında Aristoteles mantığı yerleştirmiştir. Temelsiz kalmasın, diye. Bunun üzerine Japonlar Avrupa’da Almanya’ya ve Fransa’ya talebe gönderiyorlar, mantık öğrensin diye. Mantıkla birlikte matematik öğreniyorlar. Fransa matematiği merkezi Decartes geleneğiyle, Paskal matematikte son derece çalışılır. Ve bunlar geri gidiyorlar. Fransa, İngiltere ve Almanya’nın yanı sıra mantık, matematikte Japonya ve Polonya olağanüstü ilerlemeler kaydediyorlar. Japonya her şeyden önce bunu orduya, savaş sanatına yönlendiriyor ve I. Dünya Savaşı’nı büyük bir başarıyla bitiriyor Japonya. II. Dünya Savaşı’nda tabii eli mahkum, kimse Amerika’yı alt edecek durumda değil. Onlarda tabii sonunda, o mantıksızlığı gösteriyorlar, o mantıksızlık bir yerde sonradan mantığa girmenin ceremesini çekiyorlar. Pearl Harbor baskınını düzenliyorlar.

İstanbul Üniversitesi, Aristo 2400 Yaşında

29 Kasım 2016 Salı, Savaş Sanatı; Aristoteles

…………………………………………….

Başlangıç— 1: 08:00 Göktürklere değin

Son– 1:23:00 Efendim uzatmıycam dedim

Teoman Duralı– Göktürklere değin, Uygurlara değin Türkler Çin medeniyetindendiler. Mutlak anlamda değil, çok saptıkları noktalar var ama heyeti mecmu dediğimiz içinde Çin medeniyetine mensuptular. Doğu medeniyetleri camiasından Çin medeniyetine mensuptular. Uygurlar Hint medeniyetine geçerler. Türk tarihinin en büyük devlet adamlarından biri Tonyukuk’tur. Kesif bir budacılık akımı vardı. Budacılığa geçme isteği. Tonyukuk Çin’de dünyaya gelip yetişmiş, öğrenim görmüş bir Göktürk’tür. Ve Bilge Kağan’ın veziri azamı olmuş.

Kesinlikle budacılık ve taoculuğa geçilmeyecek, diyor. Bunlar yatalak dinler bizi miskinliğe sevkeder, diyor. Her dine girmişlerdir, en olmayacak dine bile girmişler, Yahudi olmuşlar Hazarlar. Yasaktı, çünkü İbrani değilseniz Yahudi olamazsınız. İbraniliğin tekelindedir. Bunlar olmuşlar. Ama asıl iktisap ettikleri Müslümanlık olmuştur. Bana öyle geliyor ki Müslümanlığın savaşı meşru addetmesindendir. Kim ne derse desin, öyle barış dini falan değil, cihat var işin içinde ve bu çok celb etmiş onları. İçerden evlenen sivil ve barışçıl bir kültür olan Parslar hiçbir zaman İslam’ın askeri olamamışlardır. Bu yüzden de Türkler 1000 yıl boyu İslam medeniyetini sırtlamışlardır. 1000’den 1920’lere değin bu medeniyetin sırtlayıcısıdırlar.

Selçukluların büyük hizmeti vardır. Haçlıları durdurmuşlardır. Sonra Moğollarla becelleşmişlerdir. Selçukluların yanında çok önemli iş gören başka bir Türk devleti de Memluklar yahut Kölemenler ve daha sonra dediğim gibi Osmanlı’ya geçen bir olay. Bu savaşçılığın sonucudur. Bunu yalnız ben tesbit etmiyorum. Hitler’in Sofrabaşı Sohbetleri diye çok ilgi çekici bir kitap var. Türklerin Müslümanlıkta gördükleri işi, biz Hristiyanlıkta göremedik, diyor Almanlar için. Soruyor etrafındakilere, bir sürü abuk, sabuk cevap çıkıyor. Hayır diyor, hiçbirisi doğru değil, intisap ettiğimiz din yanlış da ondan diyor. Bize uygun bir din değil diyor Hristiyanlık. Onlar gibi bizde bize uygun düşen dini seçseydik, dinimize ve ona dayalı medeniyeti kurtarırdık.

Evet Uygurlar kısmen Budacı oluyorlar ve Hint medeniyetine giriyorlar, yerleşiyorlar. Seyyah olma özelliğini kaybediyorlar. Ama onların dışında kalan Oğuzlar, Peçenekler, Kırgızlar devam ettiriyorlar bu geleneği. Oğuzların dışında kalan Türk boyları devlet kurmuyorlar, kuramıyorlar. Oğuzlar, Uygurlarla birlikte Karahanlılar’ı kuruyorlar, Gazneliler’i kuruyorlar. Ve esas ondan sonra da büyük Türk devleti Selçuklu Devleti karşımıza çıkıyor. Selçuklu Devleti, Osmanlı’ya el vermiştir. O Türk tarihinin zirvesini meydana getiriyor. Tarihte kurulmuş Çin, Roma ve İngiliz imparatorluklarının yanında en büyük imparatorluktur. Hiç şüphesi yok bunun, en önemli imparatorluktur. Sadece yayıldığı saha itibariyle değil olağanüstü özgünlüğü ve getirdiği büyük yeniliklerdir. Bunun devlet felsefesi yapılmamıştır. Devlet kurmada üstümüze yok ama iş felsefe-bilime gelince yerlerde sürünmüşüz. Hiç oraya dokunmamışız. O olmayınca özbilincimizi ortaya koyamamışızdır. Kimiz, ne yaptık, nereye kadar götürdük, sorularını cevaplayamıyorsunuz, felsefeniz olmayınca. Niye felsefemiz olmadığı konusuna hemen bilmiyorum cevabı kullanacağız.

Dinleyici – Yerleşik olmamak olabilir mi hocam?

Teoman Duralı – Birinci sebebi o olabilir, ama en azından Selçuklu ve Osmanlı döneminde bir felsefe binasını oluşturabilirdik. Tabii var, bölük pörçük filozofumuz başta Farabi ama onun bize hiçbir etkisi olmamıştır. Önemli bir düşünürümüz, filozof sayılır mı sayılmaz mı Yusuf Has Hacib’tir, Tonyukuk’tur. Ama dört dörtlük mufassal bir devlet felsefesi çıkmamıştır. Ziya Gökalp buna teşebbüs eder, ama bu da akim olmaz.

Dinleyici –  Hocam, Ahmet Yesevi için ne düşünüyorsunuz?

Teoman Duralı – O bir mutasavvıftır. Felsefe dinden çok farklı bir olaydır. Çünkü felsefe yalın bir akla dayanır. Duygular işin içine girmez. Felsefi görüşler tabii her zaman ortaya atılır. Ama akli bir temellendirme olmadıkça sistem ortaya çıkmıyor. En önemli kaybımız Eflatun’un devlette çizdiği bir teşkilat var, asker teşkilatı. Bunun tıpkı basımı Yeniçeri Ocağı’dır. Tıpkısı ve bu eşsizdir. Nerden geliyor bilmiyoruz. Elimizdeki hiçbir kayıt Eflatun’a atıfta bulunmuyor. Sadece mukayeseden, karşılaştırmadan onun bir izdüşümü gibi olduğunu görüyoruz. Buna uzun boylu girmeyeceğim. Romalılar’da İslam devletlerinde esirlerden oluşturulan ordular var. Arapların Gulam dedikleri, topladıkları ama Yeniçeri teşkilatı hiç buna benzemez. Bir kere esir değildir o adamlar. Hristiyan ailelerden, seçilmiş ailelerden, birden çok oğlu olan aileden, oğulların en sağlamı, yakışıklısı, yapılısı alınıyor, ailenin rızasıyla kaçırılıyor falan değil. Verir mi aile, gayet tabii verir vermez olur mu, adam olacağını biliyor. Ve o çocuklar alınıyorlar, ortalıkta açık bir Türklük bilinci yok, Türk ailelerine veriliyorlar bir intizam. Arada Türk soyundan gelenler Hristiyansa, devşirilmiştir. Örnek Koca Sinan. Kayseri çevresinden bir Hristiyan bir Türk ailesinden. Çünkü orada Karamanlılar vardı ve Karamanlılar aslı Peçenektir, Oğuz değildir.

Oğuzlardan çok önce kuzey Karadeniz üzerinden Balkanlar’a gelmişler, Bizans bunları almış, Hristiyan kılmış ve asker olarak kullanmıştır. Başka bir işe de yaramamışlardır. Her tarafta asker olarak kullanılmış. Bunu 2. Dünya Savaşı’nda Almanlar bile yapmışlardır. Orta Asya’da ve Kırım’da topladıkları Türkler’den SS birlikleri kurmuşlardır. Mükemmel savaş alanlarında kullanmışlardır. Sadakat gösteriyorlar. Neyse Sinan, Peçenek soyundan gelen Hristiyan’dır ve harikulade okullarda seçmeci adamlar bunlar, elitist, orada yetişiyor ve kabiliyetleri doğrultusunda mimarlığa yönlendiriliyor, ama herkes temelde asker olmasından ötürü, mimarlığına rağmen, bir yandan da askerdir. Son olarak şunu söyleyeyim, asker demek savaşçıyla aynı düzlemde olmak demek değildir. Savaşçılar, asker değildir. Ama askerler özde savaşçıdırlar. Çok savaşçı topluluklar vardır. Afrika’da, Amerika’da, Asya’da savaşçı topluluklar var, Kızılderililer var, ama onlar asker değildir. Askerliğin getirdiği şartlara haiz değillerdir. Asker olabilmeniz için bir kere devletiniz olacak. Nasıl devleti olan topluma millet diyorsak, devleti olan savaşçı askerdir. Savaşçılığın topluluğu çetecilerden meydana gelir. Asker topluluğu ordu oluşturur. Ve bu minval üzere üç bin yıllık bir geçmişi devirerek gelmişlerdir.

Uzak Asya’dan kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanmakla kalmamıştır, Nazım ötesini görmemiş demek ki, Orta Avrupa’ya kadar uzanmışlardır. Akdeniz’le kalmamışlar, Kuzey Afrika’ya gitmişlerdir. Hani diyorlar ya, biz Avrupalıyız, çünkü Avrupa’da 500-600 yıl bulunmuşuz, bulunmamışız kılıç sallamışız. Ona bakarsanız Afrikalı’da sayılırız. Afrika’da da hayli bir zaman kalmışız. Ama herşeyden önce Asya’lıyız, Asya’dan gelmişiz, ve büyük bir kısmı Asya’da hâlâ.

başlangıç 1:00:50 toplum üç seviyeden oluşmaktadır

Toplum üç seviyeden oluşmaktadır. Bilge Kağan, Alpler ve Budun. Millet, ne derseniz deyin. Bunların burada herkes aslında Alp’tir. Zaman zaman işleri gereği bazı Alpler, Budun’un işlerine soyunur. Çobanlık eder. En önemli işlerden biri de madenciliktir. Maden işler, silah imal eder. İmal edilen en dahice silah ok, İç Asya icadıdır. Müsbeten ilk çağlarda Yunan’a gelmiştir.

Bahsettim mi bilmiyorum, Yunanlılar sevmezler, oku, kalleşlik olarak görürler. “Delikli demir icat edildi, mertlik öldü” denilmesi gibi -ok icat oldu, mertlik öldü- demeye getiriyorlar. Oku, uzak mesafeden saklanarak atıyorsunuz. Kadim Yunan’da aşağı yukarı Milattan önce 6. yüzyıldaki önceki Yunan’da, özellikle Homeros destanlarından hatırladığımız Yunanlılar,  döğüş gözgöze, göğüsgöğüse yapılır. Yunanlılar Truva’yı kuşattıklarında Yunanlı Hükümdar  karısı güzel Helena’yı kaçırmış olan Truvalı şehzade Paris’i cenke çağırır. Meydan okur haykırır, “Ey Paris çık ortaya, erkeksen” İki şey göğüs göğüse ve göz göze olur. Sevişme ve savaşma. İnsanın en önemli iki etkinliği. Bunların göz göze olması lazım. Sırtını çeviren kahpedir, kalleştir. Bu yüzden Yunanların en eski dönemlerinde Kadim Yunanda, atlıdan ziyade yaya askerliği vardı. Faranj dedikleri yaya askerleri mızrakla giderler çok uzun kargıları vardır ve kılıçla dövüşürler.

Biz de ağırlık taşıyan attır, atlıdır.  Buna atlı sü derler, sü asker demek. Oradan süvari gelmektedir, vari farsça bir kelimedir. Sü’ye eklenmiştir. Bugün de yine herşey de olduğu gibi çarpık, çurpuk bir sentez ortaya çıkarılmıştır. Su’su Türkçe’dir, bay’I da Moğolca’dan getirilmiştir.  Neden bilmiyorum, Subay. Türkçesi yapmak istiyorsanız sümey olması gerekir. Ama mey istenmeyen, lanetlenen bir kelime olduğundan herhalde getirilmiyor Moğolcadan bay’ı almışlar, subay olmuş. Türkçedeki ses uyumu sağlamak için sü, su olmuştur, subay olmuştur. Neyse şimdi bunları bir tarafa bırakalım. Askerlik, ağırlıklı olarak süvari şeklindedir. Ok atmaktadır. Yanında kılıç var tabii. Mızrak çok ender kullanılır. Hemen hemen yok gibi bir şeydir. Geç hanelerde mızrağa geçmişlerdir. Yunanlılarda nasıl ata binmek süvarilik, süvarilik ne zaman Yunan’a gelmiştir? 4. yüzyılda millattan önce ilk defa İskender’in hatırı sayılır süvari birlikleri vardır. Ok atmaya başlamışlardır, Orta Asya’dan aldıkları Avarlardan, İskitlerden kaptıkları bir şeydir bu. Öbür büyük kavimlerde savaş arabaları vardır. Sümerlerde, zaten arabanın mucidi Sümerlerdir. Mısırlılarda, Hititlerde savaş arabası vardır.

Türklerde yoktur savaş arabası. Yunanlarda çok ender, kullanmazlar. Arabayı sadece yarışmada kullanırlar. Araba yarışı yaparlar. Ve en çetin düşman Çinlidir. Yüzlerce yıl Çinlilerle boğuşmuşlardır. Ve Çinliler bunların önünü kesmek için o meşhur Çin Seddi’ni örmüşlerdir. Ama onu aşmışlardır. Devlet kurmada biraz önce dedim ya geçmedim Eflatun’a. Ne kadar oradan esinlenmişlerse, dediğim gibi esinlenmelerini belgeleyecek hiçbir şey yok ortada. Dolaylı Farabi, Yusuf Has Hacib’i bir yana bırakırsak, hiç haberi yok tabii Eflatun’dan Tonyukuk’un. Tonyukuk büyük bir ihtimalle Konfüçyüs’ü biliyordu. Ama tabii Yusuf Has Hacib’in tanımış olması lazım Eflatun’u, özellikle de Farabi üzerinden.

Bir başka çok çarpıcı olay anlattığımı hatırlamıyorum, bilmiyorum. Askerlik ve savaş sanatının mucidi, felsefe biliminin kurucusu olan Aristoteles’tir. Büyük İskender’in babası III. Philip Filipos, Aristoteles’in çocuk arkadaşıdır ikisi. Aristoteles Assos’ta bulunuyorken, Filipos yazar, “hemen kalk buraya” der Makedonya’ya. “Şehzadeyi (yani İskender’i) sen yetiştireceksin” der. Makedonya payidahtına 50 km uzaklıkta Mieza denilen küçük bir şehirde tarihin ilk askerlik okulu açılır. Askeri akademi. Burada Aristoteles, İskender ile silah arkadaşlarını, yani Makedonya ordusunun kumandanlarını yetiştirir ve burada savaş sanatını geliştirir. Savaş sanatının iki ana dalı vardır. Tıpkı bilimde olduğu gibi, bilimde teori vardır, pratik vardır. Savaş sanatında da strateji ve taktik vardır. Strategiya savaşma sanatı demek. Strategos ordu Arapçası serdüdeş serden geliyor. Bir savaşın en etkin umumisi çıkar ortaya. Bir savaşın nasıl yürütüleceğini belirler. Savaşın bölümleri vardır. Nasıl bir kitabın kısımları varsa, savaşın da öyle bölümleri vardır. Bunlara vuruşma, Türkçesiyle vuruşma, Arapçasıyla muharebe diyoruz. O savaşın yürütülüşüdür, pratiğidir, muharebe yahut vuruşmaktır. Onun yapılma şekli stratejide verilir, teoride verilir ve buna taktik diyoruz. İkisi askerlik terimidir.

Strateji ve taktik salt askerlik terimidir. Ve bunlar Aristoteles’le ortaya çıkmışlardır. İlk uygulayan İskender’dir. İskender’den önce savaş yok. Ne vardı, kavga vardı, kavgalar vardı. Sizler bilmezsiniz ama benim çocukluğumda mahalle kavgaları olurdu. İstanbul o zaman da en büyük şehir. Ben ilkokul 5. sınıfta sınava girdiğimde, bana o soru geldiği için hâlâ hatırlıyorum. İstanbul’un nüfusu 980 bin yıl 57, millattan önce. Ankara’nın nüfusu 240 bin. Bugün nerdeyse geri kıyım kazamızın nüfusu. O vakitler bu şehirlerde Adana, Trabzon’da, Erzurum’da, İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de mahalleler arasında kavgalar olurdu. Yeniyetme bitirimler birbirleriyle kavgaya tutuşurlardı. Taşla, sopayla işte mevsimine göre ne varsa patlıcan, domates her tarafta bunlar bitiyordu evler bahçeli, bostanlar vardı vs. Köyler arasında da böyle kavgalar çıkardı. İskender’den önce toplumlar, kabileler, aşiretler hatta devletler arasında başıbozuk kavgalar çıkıyordu.

Bu kavgalarda tabii ki belirli bir takım planlar olurdu, ama belirlenmiş her bakımdan belirlenmiş plan, program, tasarı yoktu. Strateji hazırlıyorsanız, yalnızca savaşın ayrıntılarını ön görmüyorsunuz. Ordunun nasıl naklolunacağı, nasıl besleneceği, nerede yatıp, nerede kalkacağı, hayvanlarının nasıl besleneceği vs. tüm bunları hesaplıyorsunuz. Hatta ve hatta Osmanlı gibi bir cihan devletinin muazzam ordusu askerden ibaret değildi. Askerlerin aileleri, karıları da yanlarında gidiyorlardı. 94’te Viyana’da ders veriyorum. Viyana Üniversitesi’nde, Viyana’dan belki 100-120 km güneyde, Macaristan sınırına yakın bir ovadan külah gibi tepe çıkıyor ve üstünde müstahkem bir mevkii vardı. Demir Şehir adı verilmişti. Eisentag denilen bir yer. Ben o ovada yürüyorum, Ocak ayıydı. Karşıdan kelli felli bir bey geliyordu. Genciz o zaman, o bey 70’inde vardı.

Selamlaştık, nerden geliyorsun, ne yapıyorsun falan derken, ben tarih hocasıyım, dedi. Orada liselerde tarih hocası olmak olağanüstü bir şeydir. Neyse boşverin, en merak ettiğim olaylardan biri en feci olarak kaydettiğim hadise ırza geçme olayı. Dedim ki burası Türkleri de Rusları da gördü dedim. Bunlardan hangisi daha korkunçtu, ırza geçme olayında, gerçi daha korkuncu olmazda sayıca hangisi, demek istedim. Hayatımda en şaşırdığım cevaptı. “Türkler hiç ırza geçmediler”, dedi. Adam Türk değildi, yalan söyleyecek değil. Nasıl hiç ırza geçmediler, dedim. Yaşlı adam; “Osmanlı ordusu 1683 Viyana kuşatmasında buraya aileleriyle geldiler” dedi. Adını yine unuttuğum bir şehire Viyana’ya yakın Tuna kıyısında bir yer, oraya kadınları yerleştirmişler. Viyana’nın her yanında bir dağ var Kahlenberg orada ordugah kuruluyor.

Merzifonlu Kara Mustafa’nın ordugahı Kahlenberg’de. Viyana’yı aldılar alacaklar, arkadan Jan Sobieski kumandasından Haçlılar baskın veriyorlar, beklenmedik bir anda. Osmanlı ordusu dağılıyor. Viyana kuşatması yapılamıyor. Ordu, apar topar Budin’e çekiliyor, bütün ağırlıkları bırakıyorlar. Bıraktıkları ağırlıkların arasında kahve çuvalları, bununla Avrupa’da kahve geleneği doğacaktır. Kahve çuvalları ve hanımlar kalıyorlar. O adını hatırlayamadığım şehirde oturan askerlerin karıları orada kalıyor. Bu hanımları alıyorlar Avusturyalılar, Hristiyanlar Eisentag’a getiriyorlar. Diyorlar ki, ya vaftiz olursunuz, ya da kelleniz gider. Bunlar topluca vaftiz oluyorlar.

Bilahare o civarda erkeklerde evlerine dönüyorlar. Nitekim o şehir, onların o muhasara sırasında oturdukları şehirde kendilerini saklayan ama benim keşfettiğim 3-4 Türk asıllı aile var. Diyelim ki, Kara Mustafa Paşa’nın ordusu 300 bin civarında olsun, 100-200 binde hanım olsun orada. Bu 100-200 bin hanım oradaki erkeklerle evleniyorlar, o zaman ki Avusturya’nın nüfusu taş çatlasın bir-birbuçuk milyon falandır. Nüfusun yapısına bakın. Bir gün biz gelirsek Avrupa’nın nüfusu bozulurmuş, zaten bozulmuşsun sen. Daha başka nasıl bozulursun. Eğer oraya bir-birbuçuk milyonluk bir nüfuza 200 bin kadın eklenip, bunların çocukları olduğunda bunların soyu ürümüş, ne kalır geriye. Nitekim Almanya’da, Alman bölgesinde Türk soyadına çok rastlanır. Türke, Hun Türk gibi soyadlar hatta Hitler’in büyük generallerinden biri soyadı böyledir Fontürke geçer. Neyse bunlar bir yana İskender’le birlikte başlayan bu savaş bilimi çok tuhaf bir şekilde Türklerde var. Nerden, nasıl geçmiş bilmiyorum. Ordunun kurucusu Mete Han’dır. Ve Mete Han’ın strateji ve taktik uyguladığını biliyoruz, bunların belgeleri tekrar tekrar söylüyorum yok. Nerede, ne kadar tarihçimiz varsa, hiçbirisi size bu anlattıklarımla ilgilenmiyor, bana tahmin edici bir cevap getirememiştir. Strateji ve taktiğin Türk Silahlı Kuvvetleri’nde var olduğunu Hunlardan ve Göktürklerden bahseden Çin metinlerinde görüyoruz. Bu Çin metinleri tabii bizimkiler tercüme ettirirler.

Yanlış hatırlamıyorsam 20. yüzyılın başlarında Almanca’ya tercüme ettirmişler. Bana rahmetle andığım büyük tarihçimiz, hocam olmadı ama ben onu hocam olarak görürüm, İbrahim Kafesoğlu rahmetliye vermişler o Almanca tercümeleri, dolayısıyla bu vesiyle onu da rahmetle anayım. Gerek size anlattığım devlet anlayışı, gerekse bu askerlik sanatı belli bir kısmı İslam’dan önceki kısmı oradan geliyor, o metinlerden geliyor. Bunlar felsefe metni falan değil, bunlar düpedüz tasvirlerdir. Adamlar ne görmüşlerse yazmışlardır. Ben tarihçi değilim ama bir felsefeci olarak işim bir resmi ortaya çıkarmaktır. Tarihçi sıralar size o olay şu zamanda oldu, bu olay şu zamanda oldu. Aralardaki bağları kurmak, neden-etki irtibatını tesis etmek felsefe işidir. Size burada yapmaya çalıştığım da bu oldu. Ve bunu da ilk defa yapıyorum haberiniz olsun benim konum tarih felsefesi de değildir. Medeniyetten buraya geldik.

Türkler baş düşmanları kanlı, canlı düşmanları Çinlilerden kaçarken, -bizimkiler onlarla hep birlikteydik- derler, hayır efendim birlikteysen niye kalkıpta Talos ovasında kuzeye doğru çıkan Müslüman Arapların kucağına atlayasın. 751’de milattan sonra tabii İran’ı fethetmiş olan Araplara cankurtaran simidi gibi yapışmışlardır. Aman bizi bu Çinli beladan kurtar diye. Ve o derece can havliyle atlamışlar ki günde birkaç bin Türk ihtida etmiş. Türkler kılıç zoruyla Müslüman kılındılar, büyük bir yalandır.

Evet kılıç zoruyla Müslüman kılınmış Türkler var. Türkler tarafından ama, henüz Müslüman olmamış Türkleri kesen, yine Türklerdir. Bugün benzerini Irak’ta yaşadık. Sünni Türkler Şii Türkleri, Şii Türklerde Sünni Türkleri kesmişlerdir. Orada büyük bir iftirayla Acemlerin üzerine atarlar. Hiç alakası yok. İranlılar yani Farslılar bu son Saddam’ın devrilmesinden sonra Amerikan İşgalinin son dönemlerinde IŞID mişit ortaya çıkmış, büyük çatışmalar oluyor orada. Türkmenler birbirlerini mezhep ayrılıklarından dolayı kesiyorlar. Ve İslam’ın başında da yapmışlardır bunu. Türkleri kesen Arap falan yok.

Bir kaç günde, birkaç bin Türk ihtida ediyor o kadar ki, Arap kumandan adını hatırlayamıyorum şimdi, hayretle bağırmış, haykırmış “Türk iman” diye, onun o haykırışı Farsça’ya Türkoman diye geçiyor. O Türkoman Türkiye’de Türkmen diye geçer. Türkmen diye bir boy yok. O boy yahut da budun Oğuzlar’dır. İlk dönemlerde Oğuzların Müslüman olanlarına, bu Arap kumandanın nidasından mülhem “Türkmen” demişlerdi. Türkmen lafı oradan geliyor.

Zamanla bütün Oğuzlar, Müslüman olurlar. Bütün Türkler değil. Türklerin çok önemli başka bir özelliği girmedikleri din yok. O kadar ki, İbranilerin dışında kimsenin girmediği Yahudiliğe bile girmişlerdir. Yahudi bile olmuşlardır Hazar Türkleri. Yani bir Nobel ödülü olsa dinlere girme Nobel’i biz herhalde kavim olarak kazanırdık o Nobel’i. Budacı olmuşlar, Maniheist olmuşlar, Hristiyanlığın bütün mezheplerini Protestanlık dışında, yeni bir olay Ortodoks Türkler var, Katolik Türkler var ve nihayet Yahudi Türkler var. İbraniler onları hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. İbranilere göre Yahudi olmanız için İbrani olmanız lazım, o soydan gelmeniz lazım.

İslam’a geçişle birlikte biraz önce söylediğim o ülkü kuvve halindeki o ülkü gerçekleştirilir. Adalet savaşçısı ortaya çıkar. Alp mücahit olur. Bilge Kağan halifedir. Kağan’ın Tanrısal bir yanı vardır. Dedim ya Kutadgu Bilig sahibidir, halife de böyle görülmüş. İslamla hiçbir ilgisi yok. Tanrı’nın yeryüzündeki yansısı olarak gösterilir halife.  İslam’daki halife anlayışı bu değildir. Halife Hazreti Peygamber’in siyasi halefe anlamındadır. Kutsallığı mutsallığı yoktur. Bu anlaşılır bir şey mi bilmiyorum. Halifeye, Osmanlı Halifesine daha öncekilerde böyle bir şey yok tabii, Osmanlı halifesine bu tanrısal niteliği ekleyen gene Türkler olmuşladır. Bahsettiğim yapı Osmanlı’nın yıkılışına değin sürmüştür. Osmanlı’nın ortadan kalkmasıyla sadece İslam Medeniyeti son bulmaz, Türk tarihinin son derece belirgin omurgası da kırılır. Cumhuriyetle birlikte yapı baştan aşağı değişir. Tarihte gördüğümüz belki en önemli halis, en saf, lugat anlamıyla uygun –devrim- bizde cereyan etmiştir. Devrim demek bir geleneği, silsileyi topyekün ortadan kaldırılmasıdır. Her şeyin yeniden inşa edilmesidir. Sadece Müslümanlıkla ilgili olan taraflar atılmıyor, bize mahsus olan asker-sivil bütünlüğü yani ordu geleneği ortadan kalkıyor.

Çünkü ilk defa Türk tarihinde sivil anlayış baş göstermektedir, Cumhuriyet ile birlikte. Osmanlı’da buna bir gidiş var mıydı? Vardı ama boz bulanık, tam bir sivilleşme anlayışı henüz ortaya çıkmamıştı, bunu zaten bütün üst kademede ki zevatın askeri rütbe alışında görüyoruz. Paşa olmalarında görüyoruz. Çok üstün tutulan husus savaşçılıktı, alplikti, mücahitlikti. Sivilleşmeyle birlikte bu Alplik, bir anda silinemiyor. Gençliğimde yaşadığım, gördüğüm kabadayılık, bugün kabadayılık bir küfür gibi geliyor. Benim hayran olduğum, hep olmak için can attığım bir şeydi. Ve benim gibi bütün yeniyetmeler kabadayı olmak isterdi. Savaşçı, dövüşçü adam olmak isterdi. Sivilleşmek katmerleştikçe, yerleştikçe, savaşçılık silindikçe kabadayılık önce mafiozaya dönüştü. 1960’ların başında mafyalaştı Türkiye’de.

Kabadayıların bir kısmı oraya geçer. Daha sonra 65’lerden itibaren belli bir takım siyası teşkilatlanmaların içinde dövüşçü olurlar. 90’lardan itibaren de tamamen silinirler. Esamesi kalmaz. Günümüzde, toplumumuzda çok şükür mü diyeyim, ne yazık ki mi diyeyim bilmiyorum, değerlendirmede bulunuyorum, savaşçılık, savaşma damarı kurumuştur.

başlangıç: 1:42 savaş sanatı

Dinleyici – Savaş sanatının başlangıcı Aristoteles’in Makedonya’da İskender’i yetiştirdiği akedemide başladığını söylediniz, Türklerde de Mete Han’ın savaş komutanı stratejist olduğunu söylediniz. Bize devlet okulunda Çin Sun Tzu’nun kitabını okutmuşlardı. Bugün hâlâ da okutuyorlardı. Bizimkiler de savaş sanatını oradan almışlardır, diye düşünüyorum, doğru olabilir mi?

Teoman Duralı – Sun Tzu bir filozof değildi. Bir bilgeydi, strateji ve taktik yeteneği yoktur onda. O bize dövüş sanatlarını anlatır. Bu bütün Çinli bilgelerde vardır. Sadece onda değil. Kung fu, yani Konfüçyüs’te de vardır. Bütün bu doğu bilgeliklerinde “savunma sanatı” diye bilebileceğimiz olaylar vardır. Savaş ve askerlik sanatı bunu aşar. Dövüş sanatı değildir yalnızca, biraz önce söylediğim bir savaş senaryosu düşünülür. Öngörülür, orduyu nerden yürüteceksiniz, nasıl besleyeceksiniz. Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi aileyi de mi götürürsünüz. Götürseniz o aileyi de nerede barındırırsınız, ne yedirir ne içirirsiniz. Tarihçiler reddederler ama yine de bildiğimiz kadarıyla büyük sayıda asker yürütülür. İskender 60 bin kişiyi geçirir Anadolu’ya. Çanakkale üzerinden, Boğaz üzerinden muazzam bir rakam. Bu adamların beslenmesi, yürütülmesi, iaşesi ve onun yanında tabii taktik, doğrudan doğruya savaş sanatı kimleri yerleştirecek, okçularıyla, piyadesiyle, süvarisiyle. Savaş sanatının sanıyorum en önemli esin kaynağı, satranç oyunudur. Üç olay, salt akla dayanır. Bunlar hiç karışmaz. Felsefe bilim, savaş sanatı ve satranç. Felsefe bilimde tabii başı çeken en önemli zirve salt olarak mantık ve matematiktir. Bu anlamda kavgadan tamamiyle farklı bir olaydır savaş. Savaş ve ordu yeni bir olaydır. Milattan önce 4. yüzyılda başlar. Mete’de zaten 2. yüzyılda var. Bu dediğim yapıyı o çinli bilgede görmüyoruz.

0

Levent Ağaoğlu – Nedret Bey’e sorum, sizin bahsettiğinizle alakalı küresel müesses nizamı, bir nizam daha var Nizam-ı Alem Türk İmparatorluğu. Nedret Bey özellikle gazeteci olarak bu bilgilerin içerisine girip, çıkıyor sürekli, onun bir ucu gözüküyor mu? Nizam-ı Alem’den Türklerin yani kastımız nedir, Türklerin bölgesel olarak tekrar genleşmeleri, onun mümkünatı var mıdır? Biz sürekli işte Rusya, Amerika o dengelerde miyiz?

Mehmet Bey’in az evvel bahsettiği Anıtkabir’de İngiltere başbakanı “Yurtta sulh, Cihanda sulh”u deftere neden yazdı? Sizin 16 Temmuzda yayınlanan söyleşinizde Fetö’yle Amerika ortak düşman idi, gizli öznesi İngiltere nerede duruyor? Yani bu 15 Temmuz’da, 9 Mart-12 Mart olayı yaşandı mı, merak ediyorum nerede İngiltere? Kahrolsun Amerika, diye çok bağırılan bir yerde İngiliz tilkiliği vardır, diye düşünüyorum.

Nedret Ersanel – İngiliz tilkiliğiyle Amerikan kartalının altındaydı 15 Temmuz’da. Onun bir parçasıydı, İngilizlerin de bilmediğini düşünmüyorum, ama ben bunu delillendiremem. Şu an onun üzerine çalışmıyorum, ama şunu biliyorum bu olayda, Amerika Birleşik Devletlerinin habersiz olduğunu düşünmek aklını ve şuurunu yitirmek demektir. Bundan da İngiltere’nin habersiz olduğunu düşünmek en azından aklınızın, şuurunuzun bir tarafını yitirmek demektir. Aslında birinci olan soru benim için kıymetli soru. Öncelikli olduğu için söylüyorum. Bize maalesef dünya dış politikasının dayattığı iki tane klişe var.

Bunlardan birisi konjonktür yani şartlar, ikincisi de real politik denen tarifdir. Ama böyle olacak, çünkü real politik o demektir. Buraya 20 tane su koymazsınız, çünkü o kadarlık yer yok. Ama Türkler koyar. Bunu söylediğiniz zaman ne onlar bunu anlıyor, ne biz derdimizi anlatabiliyoruz. Ama 15 Temmuz’da biz oraya 500 tane koyduk. Yer olmayan 3 bardaklık yere, 500 tane koyduk.

Onların anlamadığı da bu, onlar hiçbir zaman bu toprakları çözemeyecekler. Bizim mefkureden anladığımız hiçbir zaman anlamayacaklar. Bu da bir hayırdır ama, anlasalar belki daha tehlikeli olur. Bizim hissettiklerimizden inançlarımızdan, edebimizden ama en önemlisi ben o kelimeyi çok seviyorum, mefkureyi bilmiyorlar, onun için hiç öyle bir şey yok. Şimdi bakıyor adam diyor ki ya Suriye’den biz çekildik, Türkler Ruslara yaklaştı, bu olmaz diyor. Tekrar aynı hatayı yapacak. Şimdi bu şartlar dediğimiz şey de sizin o hep Amerika ile, Rusya arasında gidip gelecek miyiz? Vallahi gidip geleceğiz, çünkü sebebi bizde, onlarda değil. Boyuna kızıyorlar, efendim savunma sanayimiz bu zamana kadar dışarı bağımlıydı bu kadar beklenir mi? Bizde cevabını veriyoruz, beklemiyoruz diye ama, beklemedik mi bekledik işte. Bu her atalete uğradığında bu ülke, her önü kesildiğinde devrim arabalarında olsun, Cumhuriyet döneminde uçaklar olsun ya da hem Mustafa Kemal’in hem Recep Tayyip Erdoğan’ın bağımsız karakterinde olsun, en sevdiğim sözüdür Mustafa Kemal’in “bağımsızlık, benim karakterimdir,” çok önemlidir. Bunları her unuttuğumuzda bunlar bizim başımıza gelecek. Ondan sonra hep birlikte ağlıyoruz, biliyorsunuz. Bu böyle olmamalı, işte bir ara dedim ya konuşma sırasında aynı bu kelimeyi yazdım üç ay önce şimdi diyorlar ki beyaz bir sayfa açalım. Beyaz sayfa şurada Yalçın Bey’in kitabından göstereyim. Yani şurada beyaz sayfa açıyorlar, gerisinin olduğu gibi kan. 15 Temmuz’dan sonra çıkıp Amerika Dışişleri Bakanı demedi mi ki: Amerika’nın tarihinde ne darbe yapmak vardır, ne de darbeleri desteklemek vardır. Şimdi bu adama siz Türk mefkuresini mi anlatacaksınız.

Bütün Amerikan tarihi darbe ve darbe yaratmak üzerine kurulmuş olduğu halde bunu söylüyor işte. Biz kendi işimize bakalım yani. Kendi işimize şu kadarcık baktığımızda bile nasıl dağıldıklarını gördünüz işte. Herkesin her yere gücü yetmiyor artık. Yeni dünya böyle bir dünya. Ama ben öyle tek kutuplu, çok kutuplu tariflerinde artık çöktüğünü düşünüyorum. Bambaşka bir şey var. Avrupa birliğini görelim, Amerika’nın yeni durumunu görelim, Ruslarla şu anda herhangi bir durum gözükmüyor. Orta Asya’yı ihmal etmeyelim. Çin’i hiç ihmal etmeyelim. Tarihten kaynaklanan bazı ülkelerle ciddi sorunlarımız var, İran’ı ihmal etmeyelim, Suudi Arabistan’ı ihmal etmeyelim. Mısır’ı derleyelim, toplayalım. Bunlar iyidir iyidir, bunları hep birlikte yapalım. Sonra gerisi gelir.

0

Levent Ağaoğlu – Hocam çok teşekkür ederiz. Şimdi ben Bilge Tonyukuk ile ilgili bir kitap hazırlıyorum, ilk düşünürümüz Bilge Tonyukuk.

Mehmet Genç – Osmanlı yöneticileri, Orkun kitabelerinde söylenenlerin takipçisi. “Çıplakken giydirdim, açken doyurdum” diyor. Osmanlı sisteminin özü budur.

Levent Ağaoğlu – Benim Bilge Tonyukuk’ta gördüğüm dilden, düşünceye ilk yazar. İlk yazma eylemini gerçekleştiren Bilge Tonyukuk. İlk yazan kişi. Ben, Bilge Tonyukuk’tan dilin önemini çıkartıyorum. Dilden de düşünceye geçiyor. Şimdi sizin düşüncenize geçince, Kültür Şuranızda ki konuşmanızı ben dinledim. Orada Latincenin, Latin alfabesinin daha analitik olduğunu ifade ediyorsunuz. O görüşünüz var, o konuda detay verebilir misiniz?

Mehmet Genç – Alfabeyle ilgili Osmanlılar hakikaten çok zeki insanlardı. Arap alfabesini, Arapçayı kendi malları gibi  kullandılar. Bir kere muhteşem bir dil yarattılar. Osmanlı Türkçesi çok büyük bir dildir. Çok büyük muazzam ifade yeteneği olan, her türlü karmaşık incelikleri ortaya koyabilen, ifade edebilen bir dildir. Bu dilin İngilizce ile Türkçe arasında Lugat yapan meşhur Sir James Redhouse’un 1890’da çıkmış, Turkish-English Lexicon Lugatı vardır. Orada diyor ki, dünyada 1890’da iki büyük dil var, bir İngilizce bir de Osmanlı Türkçesi, diyor. Bu iki dilde 100’er bin kelime var. Ben bunların doksan binini bitirdim, Lugat olarak yayınlıyorum, ömrüm vefa ederse tamamlayacağım, diyor. 1890’da biliyorsunuz İngiltere süper güç idi. Dünyaya hâkimdi. Dili henüz hâkim değildi. Diplomatik dil Fransızca’ydı o zaman, yüz sene önce de İtalyanca idi, ama İngilizce de büyük bir dildi. Ben Fransızca okudum gençliğimde, Fransızlar Fransızcanın vuzuhu diye övünürler.  Fransız dilinin kesinliği tamamen laf. Kesinlik İngilizcede. İngiliz dilinin kesinliği İngilizce şimdi herkes bildiğine göre vasat bir İngiliz-Amerikan yazarını alın okuyun vasat yani çok parlak  Nobellik veya çok vasatın altında kitap da çıkarmazlar. Çok sansür ederler. Kâğıdı kalemi Allah yarattı, herkes böyle harcayamaz diye  düşünürler. Kelime çıkaramazsınız bir İngiliz’in, bir Amerikalı, Anglofon bir yazarın cümlesinden kelime alırsanız cümle bozulur. Fransızca’dan bir kelime, iki kelime, hepsini alsanız fazla değişmez. Bu kadar önemli bir dil, diyordu Redhouse. 1890’da iki dilde de yüzer bin kelime alırsanız, Redhouse’un Lugatını görürsünüz orada, fakat Redhouse ne yapıyor, mesela münafık arapça bir kelime diyor a. koyuyor, münafıklık diyor t koyuyor Türkçe diyor. Ama bizim tasfiyeciler münafıklığı da münafık’ı da tamamen attılar. İngilizce bugün bir milyon kelimeye sahip, bizim dilimizde ne kadar kelime var, doksan bin yok.

Levent Ağaoğlu – Şimdi Ötüken lugatında 340 küsür bine ulaştı. Ötüken’in bastığı lugattı.

Mehmet Genç – Tabii Türkçede 600 bin kelime var. Ama kullanılan yok, o Osmanlıcayı, Türkçe her şeyi sokarak bir şey yaptı. Kullandığımız Türkçe’de 3000 kelimeyle meşhur yazarlarımız var. 3000 kelimeyi tutan çok büyük adam.

Levent Ağaoğlu – Hocam Latin Alfabesi?

Mehmet Genç – Latin Alfabesine geleceğim, şimdi Redhouse’un kelimeleri eski harflerledir, ama Latin harfleriyle de okunuşunu da yazmıştır. Bizim Türk dili Arap harfleriyle yazılmaz. Şimdi bizim Derin Tarihin yazarı Mustafa Armağan, gelirken konuştuk. Bir yazı yazıyor eski harflerle, yeni harflerle. Şimdi bizim Türkçemiz eski harflerle yazılmaz, mesela önemli yazamaz yazar okunmaz. Ama Osmanlılar bin sene kullandılar o yazıyı Türkler ve bin senede o yazı ile Türkçe’yi kaynaştırdılar bunu başardılar.  Eski kelimelerin nasıl yazıldığı konusunda kimsenin tereddüdü yok. Dağı d ile değil -tı ile yazar -ta diye yazar ve -da olarak okur.

Şimdi Türkçeleşme hızlandı. Bu Cumhuriyette olmadı, daha evvel başladı. Bu da sağlıklı normal iyi bir şeydi. Türkçeleşme başladığı zaman, Latin harfleri analitik çok kesin olarak doğrudur. Ben elli altmış senedir eski harfleri okuyan bir insanım, işim onlarla ama çok kelimeyi okumakta zorluk çekiyoruz.  Öyle de okunabilir, bir de şu var. Mesela üstün, esre işaretleri, Osmanlılar 14. yüzyıldan sonra kullanmadılar. Kullanmadıkları zaman Mehmet diye okuyoruz. Mehmet, Mehmed ama onu Mehemmet mi diyorlardı, Muhammet mi onu kestirmek zor. Eskilerde Muhammet diyorlar. Yani bence Türkçeleşme kaçınılmaz bir şey.

Yaptığımız kötülük, tasfiye. Bu tasfiye felaket oldu. Bu felaketi hâlâ Türk eliti anlamış değil. Çünkü mahiyeti itibariyle anlaşılmaz bir şey. Tasfiye olunca düşünemez olduk, çünkü kelimelerle değil, kavramlarla düşünürüz. Kavramların adı var. Benim Karadeniz hikâyesi var. Balukların diyor, adını bir Laz koymuş. Denizun dibine inmiş, tek tek balıklara madalya takar gibi isim vermiş. Kavramların adı var. O kavramlar o adla anılır. Kavramları siz tercüme ettiğiniz zaman bu iş çorba olur. O çorba olduğu içindir ki, Avrupalılar şimdi bu sanayi medeniyeti her gün yeni bir şey icat ederek muazzam İngilizce bir milyona çıktı yeni kelimeler bunların içinde yeni kavramların hepsi Grekçe, Latince köklüdür. Niye onu yapıyorlar da kendisi uydurmuyor, yani düşünmek için epey yerleşmiş kavram onların adlarına ihtiyaç var. Tercüme kavramla düşünülmez, bizim başımıza gelen budur. Düşünemez hale gelince tabii ki de düşünemediğimizi bilmiyoruz ve Öztürkçe de devam ediyor.

Levent Ağaoğlu – Hocam izninizle Latin harfleriyle ilgili bir anektod aktarabilir miyim?

Mehmet Genç –  Latin harflerinin aleyhine bir şey söyleme, çünkü Türkçeye hakikaten uygun, yalnız bir şey söyleyeyim çok kelimeleri değiştirdik, ama bu yazıyı bin sene kullandık. O yazıyı ben bir saatte öğrendim, lisedeyken öğrendim. Öğrenmemiz gerekir, diye düşündüm. O yazıyı da lütfen entelektüel olanlar öğrensin. O olmazsa ayıp olur. Ve o da bir felakettir. Dili de öğrensin, Osmanlı Türkçesini öğrenmeli.  O da korkunç bir şey. Altmış sene önce yazılmış olanı bugünkü Türkçeye çevirelim diyen insanlar var. Bir elit oluşmaz, kültür oluşmaz, yok olur.

Osmanlı kurumları ne zaman doğdu, ne zaman öldü bilinmez. Şeye benzetiyorum Wagner’in müziğine, Wagner’in operaları başlar belli olmaz çok derinden yavaş yavaş işitmeye başlarsınız, biterken de çok yavaş biter. Bir şey işitmezsiniz ama orkestra şefinin dehli sağlanmaya devam eder. Osmanlı kurumları böyle. Bütün kurumları böyle Şeyhülislamlık da böyle. Şeyhülislam, İslam’ın müftüsü iken Şeyhülislam oluyor. Ne zaman olduğu belli değil. Tartışılıyor.

Levent Ağaoğlu – Latin alfabesiyle ilgili benim çok dikkatimi çekti başka bir görüş ben duymadım o açıdan sordum.

Mehmet Genç – Ben dil uzmanı değilim ama benim tecrübem yani eski harfleri okuyorum rahat, ama Türkçeye, Arapçaya uygun, Farsçaya da uydurulmuş ama yeni Türkçe kelimeler olmuyor. Öztürkçe dedikleri ayıp bir şey. Türkçe. Türkçeye giren Türklerin anladığı her şey Türkçe ama Türkçe kökenden gelen kelimeleri eski harflerle ifade etmek zor. Yani -ler -lar mesela -lam ve -le ile -lar da öyle yazıyor -ler i de onu öğreniyoruz. Ama Latin harflerle daha güzel.

Levent Ağaoğlu – O zaman bir akıl aldı, Latin alfabesi daha uygundur Türkçeye, diye.

Mehmet Genç – Tabi kesinlikle daha uygundur. Onda şüphe yok.

Kaynak: TÜRK TARİHÇİLİĞİ, PROF DR MEHMET GENÇ, 13 Mayıs 2017,Ali Emiri Kültür Merkezi

Dinleyici  – Hocam, Osmanlı zamanında, yabancıların getirdiği değeri düşürülmüş kalıp sikke üzerine hocam çalışıyorum, şimdi bu olay Fazıl Ahmet Paşa’nın zamanında başlıyor, ölüyor, Kara Mustafa Paşa biraz daha sert davranıyor,  onun döneminde bitiyor. Bu Osmanlı dış politikasıyla mı alakalı, Sadrazamlarla mı alakalı, arşivler bu konuda yetersiz biliyorsunuz, konuyu çalışan tarihçilerde aynı şeyi söylüyorlar, Osmanlı arşivleri sikkeler konusunda biraz sessiz kalıyor. Acaba devlet tarafından açık kapı mı bırakıyorlar?

Mehmet Genç – Ömer Faruk Demirbaş var, tam teknik olarak bu işleri araştıran o, ona soracaksınız. Ömer Faruk, Doçent olarak şu an Bilecik’te üniversite de, yakında Marmara Üniversitesi’ne gelecek.

Dinleyici – Peki Hocam, Sadrazamlardan başka neye dikkat edilmeli bu konuyu incelerken, mesela İngilizler baskı yapınca kaldırılıyor bu olay, ticarette takas da yapıyorlar sahte parayı kullananlar İngiliz değil.

Mehmet Genç – Yok canım, İngilizler takasla ticaret yapmıyorlar,  ithalat ve ihracatı dengede tutmak istiyorlar, açık vermek istemiyorlar. Ama diğeri öyle değil, Fransa, Almanya, Avusturya öyle değil, onlar Türkiye’ye sattıklarından daha fazla mal alıyorlar. Genellikle Avrupa’yla ticarette fazlamız var, açığı vermemiz son yüz elli senede oluyor, ondan önce yok. Doğuya açık veriyoruz biz evet, bu kalıp konusu çok teknik bir şey, Halil Sahillioğlu’nun tezlerinde vardı bu, yayınlamadı, ne oldu bilmiyoruz.  Şimdi Ömer Faruk’la konuşursanız o size bilgi verir.

Dinleyici – Teşekkürler, sağolasın Hocam.

Levent Ağaoğlu – Beyin cerrahı İsmail Hakkı Aydın, o da sizin gibi Karadenizli, Maçkalı. Hep beyin üzerine çalışmış. Sizin gibi o da muhteşem bir adam, beynin nasıl düşündüğü üzerine kendisiyle röportaj yaptık. Zihinlerimiz gelişti hocam.

Levent Ağaoğlu – (01:46:17)??? kitapları İslam??? kütüphanesinde tam var efendim, orada dokuz cilt var ama Avrupa’daki baskılara da ben baktım onlar da dokuz cilt sanırım.

Mehmet Genç – Ben 13 cilt diye biliyorum, hepsi kendisinin değil, öldükten sonra da devam etti, hepsini o yazmadı, ama toparladı, çok büyük bir şey yaptı. Türklerde enteresan, bu Çin’in tesirine girmediler o büyük medeniyetin karşısında kimliğini korudular. Bak Uzakdoğu hiçbiri koruyamadı, Japonlar, Kore’liler,  Vietnam hepsi Çinli oldu.

Levent Ağaoğlu – SINO dünyası diyorlar ya hocam, Çin dünyası biz o dünyaya hiç girmedik hocam, hiçbir zaman Çince yazı kullanmadık, bizim dilimiz çok güçlü bir dil, ondan mıdır acaba?

Mehmet Genç – Yani enteresan özellikleri olan bir soy, Türk soyu öyle yabana atılmaz.

Kanuni devri en büyük olduğumuz zaman Avrupa’yı titretiyor, böyle bir şey var mı? 50 değil, 100 değil 300 yıl, 400 sene bunu yapıyor. Böyle bir millet yok. Osmanlı Hanedanı dünya da bir numara, hiçbir yerde bu kadar uzun olan bir hanedan yok.

Levent Ağaoğlu – Çinliler sürekli haneden değiştirdi, altı kez değiştirdi

Mehmet Genç – Onların içinde 350 seneden fazla yaşayan yok, Mısır’da da yok, Bizans’ta da yok. Onun için Osmanlı Hanedanı’ndan Allah razı olsun diyoruz.

Mehmet Genç 23.11.2018 ses deşifre

1:13:25  –  1:39:00

Levent Ağaoğlu – Bizim kurduğumuz 16 tane devletin kurucularını araştırıyorum şimdi. Osmanlı devleti sultanları içerisinde sizin en çok beğendiğiniz hangisi? Ertuğrul Gazi mi, Osmangazi mi, I. Murat mı, Fatih mi, Yavuz Selim mi, Kanuni mi, III. Selim mi, Abdülhamit mi? Burada en çok göze çarpan hangisiydi? Onu öğrenmek istiyordum hocam.

Mehmet Genç – Şimdi bir padişah seçmek var, bu padişahlar enteresan adamlardı,  biliyorsunuz herkesin bir mesleği var, mesleği de artizanal bir meslek yani kuyumculuk, marangozluk vs. gibi fiziki gayret isteyen şeyler. Padişah, Yeniçeri Ocağının 1 numaralı yeniçerisiydi. Ocakta kaydı var. İçimizde tarihçi varsa bilir. Hatt-ı Hümayun diye bilinen bir şey var. Şimdi padişahı söyleyeceğim ama ondan evvel bu padişahlık müthiş bir şey. Son şehzadenin çok büyük bir törenle cenazesi kaldırıldı. Şehzade Orhan. Ben katılamadım o cenazeye. Şimdi şahsen ben demokrasiye inanırım, yani bir hanedan yönetimine razı değilim, kabul etmem. İçinizde de herhalde birkaç kişi vardır ama Türkiye’de 81 milyonda %1 çıkmaz. Fakat bu hanedan geçmişte çok büyük iş gördü. Bu hanedan sayesinde bu millet ayakta, hayatta. Kangurunun kesesi gibi korudu bizi. Türk milletini korudu ve 20.yüzyıla getirdi.  Ne yaptılar adamlar, o Hatt-ı Hümayunları okuyan dehşete düşer. Hatt-ı hümayun padişahın kendi el yazısıyla, kendisine sunulan teklifler ve taleplere karşı düşünceleri,  önerdiği çareler, emirler. Emri şerif, emri hümayun ve ben onları okudum dehşete düştüm. Padişahlara uluslararası ilişkilerde her konu geliyor. Ondan sonra adaletle ilgili her konu geliyor. Osmanlı anayasası 1876 da ki hikâye, ondan önce esas benimsedikleri şikâyet hakkı. Osmanlı reayası Ermeni,  Rum, Yahudi, Müslüman fark etmez, hepsinin şikâyet hakkı var. Ve doğrudan padişaha ulaştırma hakkı var. O şikâyetin padişaha ulaşmasına engel olan kellesini kaybeder. Bunların hepsi alınır, incelenir, bürokrasi çözümlerini koyar, padişaha hepsini verirler ve o da hepsine bakar. Onların içinde şu söyleyeyim, kadı mahkemesinde hükmedilenlere hiç müdahale ettiklerini görmedim. Kadı mahkemesi ne karar verilmişse, bir kelime ettiklerine ben şahit olmadım. Ama onun dışında gelen şikâyetlerin haddi hesabı yok.  Çok çeşitli hukuki olmayan bir sürü mesele var.  Mesela biri geliyor “ fakirim padişahım, başımı sokacak bir evim yok, gelirim yok karım hasta, benim ayağım bilmem ne” onlara bürokraside bir takım çareler öneriyorlar. İşte şuradan şunu verelim, buradan bunu verelim. Onlara müdahale ediyor padişah. Ne müdahale ediyor? Şimdi en son okuduğumu size söyleyeyim. Ben tabii Kanuni’yi çok sempatik buluyorum. Ama diğerlerinin hiç şeyi yok. Şimdi size son bulduğum III. Mustafa’nın vakıflarıyla ilgili inanılmaz bir belge bulduk. Ben altmış senedir Osmanlı tarihi okuyorum, çok şaştım. Biliyorsunuz Laleli Camii’ni yapıyor ve Laleli Camii medresesiyle imaretiyle bir kompleks, külliye. Sonra birçok camii yapmış.  Üsküdar da ayazma, Kadıköy de İskele Camii.

Levent Ağaoğlu – Mercan’da da var bir tane.

Mehmet Genç – Ondan sonra Eyüp’te de var.

Levent Ağaoğlu – Nuruosmaniye’yi tamamlatıyor.  Fatih Cami, yeni Fatih Camisi. Komple Fatih Camisini yeniden yapıyor.

Mehmet Genç – Sonra Rodos’ta da bir cami yapmış. Rumeli’de de var. Epey camii var. Onların giderlerini gösteren bir belge var. Yeni okuduk,  Fehmi Bey de lütfetti. Öğrencilere transkript ettirdi. Belge diyor ki, -mütevellinin padişaha arzı, vakfın geliri çok, gideri az- diyor. Şimdi bu camiler ve hepsine o zaman için on bin altın yani bugün 15 milyon. Bir altın 1500 lira, 10 bin altın 15 milyon lira bugün için, yani aşağı yukarı ona benziyor. Onu henüz göremedik ama geliri daha çok, gideri az diyor. Ne yapalım diye mütevelli şu teklifi yapıyor. Eğer gideri düşük olursa, vakfa ileride müdahale olabilir. Bu geliri şuraya, buraya götürebilirler. Onun için gideri arttıralım diyorlar.  Padişah da evet gideri arttıralım diyor.  Fakirlere yemek veren şeyler ekleyelim, onlarla dolduralım, diyor. Onlardan eksilen olursa, fakir bitmez sanayi öncesi ekonomide, biri ölürse ikisi gelir ve gider hep yüksek düzeyde kalır.  Vakıf huzur içinde devam eder. Yani Osmanlılar Vediatullah dedikleri halka hizmet etmek için çırpınan insanlar. Vakfın gelir fazla ise o geliri alalım, başka bir şey yapalım. Sarayın kızlarına verelim diyebilirler ama öyle değil. Tabii vakıfları konuştuk daha evvel bu tezika denilen vakfın gelirinden faydalanan grup var. O grubun baskısı müthiş, onun için gider arttıkça vakıf sağlamlaşır. O gideri yiyenler müdahale ettirmez aslan gibi savunurlar. Osmanlı padişahları arasında sonra II. Abdülhamit’i tanıdım ben mesela.  Kanuni’yi sevdim ama gençliğimde sevdim. Okudukça çok enteresan adamlar var. Şimdi II. Abdülhamit için lehinde, aleyhinde çok insan var.  Bunların dışında çok enteresan bir adam.  Öyle padişah, öyle aydınlanmış despot dedikleri, aydınlanma çağının büyük Friedrich, deli Petro gibi yahut büyük Petro gibi adamlar. Onlardan da farklı bir adam Abdülhamit.  Ben gençlere tez yapmalarını öneriyorum.  Abdülhamit’i iradeleri. Şimdi Hatt-ı Hümayun o devirde artık yok. Hatt-ı hümayun dediğimiz padişahı çarşaf gibi geren arzları okuyor, onları okumak mesele bizim günlerimizi alıyor. Padişahın işi gücü yok onları okuyor. Ondan sonrada onların üzerine, kâğıdın sağ köşesinin üzerine kendi el yazısıyla, o arzda ki problemleri çözüyor. Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın, bu olmamış, gibi. Şimdi bu büyük bir meşakkat oluyor ve onlar içinde gece gündüz çalışıyorlar padişahlar. Onun için padişah olmayı asla istemezdim.  Padişah yönetsin de istemiyoruz. Bu devirde bu adamlar hakikaten hepsi otuz küsur insan, hemen hepsi çok iyiydiler, çok başarılı idiler ve çok acıklı sonları da oldu. Kaynarca barışına şahit oldu III. Mustafa, barışla değil de işgal haberini alınca, kalpten gitti, savaş yenilgisinden gitti. O savaşı kendi biriktirdiği parayla finanse etti, III. Mustafa darphanede. Sonra arkasından gelen I. Abdülhamit o da Rusya’yla Katerina’yla yapılan 2.savaşın sonuna doğru o da büyük bir yenilgi haberi aldı ve o da felç geçirdi. Yani hepsi çok meşakkatli bir hayat yaşadılar. Osmanlı hanedanlığı çok enteresan, 17.yüzyıla kadar her an tehlike var. Öldürülme tehlikesi var, kardeşi öldürebilir, babası öldürebilir, oğlu öldürebilir. Bu cehennem hayatı.  Kızlarına gelince, onların ki daha büyük bir felaket.  Hiç kimse düşünmüyor onları. O kızları politik amaçla 3-4 yaşında, 50 yaşında bir vezire veriyor. Bazen tabi ki 15-20 yaşında bir sultan 35-40 yaşında bir vezirle evleniyor. Vezirin eğer bir şeyi varsa, idam edilmesi gerekiyorsa onu idam ediyorlar. O sultanın kocasıdır diye hiç korunma yok. İdam ediyorlar, ben onu seviyordum, benim eşimdi, çocuklarım var. Ya bırak diyorlar, sen şimdi şununla evleneceksin, diyorlar. Böyle bir kadın hayatı olabilir mi? O şeylere müthiş merhamet duyuyorum, sarayın evet biraz imkânları vardı, ama bu hayat cehennem. Millet için feda ettiler kendilerini. Bu milleti 20.yüzyıla salimen ulaştırdılar. Hepsine Allah rahatlık eylesin, ama hanedan bitsin.

Mehmet Genç – Efendim, şimdi bizim kültürümüzün başlangıcında bozkır kültürü var. Asya da, Asya kültürü. Burada güçlü hakanlar idare ediyorlar. Yani göçebe kültürü, sonra o kültür bizde de devam ediyor. Bakıyoruz, toprak mülkiyeti alıp satmak anlamında, ticari anlamda yok. Bizde güçlü devletler var,  merkezi imparatorluklar var, merkezi devletler var. Avrupa’da ise devletler küçük küçük. Şehir devletleri var, aralarında bir birleşme yok. Burada Magna Carta ile 1200’ler de kralların yetkileri baronlar tarafından sınırlanıyor ve orada toprak mülkiyeti başlıyor. Ben buna özellikle çok odaklanan insanım. Bu toprak mülkiyeti orda ticaret hayatını getiriyor. Toplum bir hareketlilik içerisinde oluyor. Bu hareketlilikte esasen, başka etkenlerde var ama ana etkeni bu diye düşünüyorum ben. O toplum bir ilerleme kaydediyor, bir gelişme kaydediyor. Biz de ise bu olmadığından dolayı toprak mülkiyeti, kaderimiz aslında bu, Asya’dan gelen bir çizgi bu. Yapımız gereği güçlü devletler kurmak zorunda olmamız.  Bu görüş için ne dersiniz efendim?

Mehmet Genç – Özel mülkiyet çok önemli bir konudur. Batıda ki mülkiyette parçalı bir mülkiyettir. Ama bizimkinde devletin hâkimiyeti var. Şimdi biraz evvel bir vesileyle söyledim. Bizim orta Asya’da ki durum bir felaketti, iyi ki geldik buralara. Yoksa orada kalsaydık felaketin tam içindeydik.  Bu bölgede de özel mülkiyet olsaydı, daha düşük olurdu refah. Söyledim verimlilik çok düşük. O toprakları serbest bıraksalar yani alınıp satılsa, istediği kadar toprakları olsa o insanların, özel mülk olsa o zaman çok daha düşük refah düzeyinde, sefalet düzeyinde kalabilirdik. Çin de ve Hindistan’da toprak daha verimli. Ama bizim bölgede Anadolu ve balkanlarda verim çok düşük. Osmanlı devleti kendi mülkiyetinde tutmadı.  Toprakları üretici köylülere dağıttı. Ama dedi ki; “Bu sizin mülkünüz değil, bu sizin tasarrufunuzda bırakılmış miri topraktır, devlet malıdır. Onun için bunu ekip biçeceksiniz. Ekip biçmezseniz elinizden alırım, başka bir köylüye veririm.” Bu rejimi benimsemeselerdi, çok daha zor bir hayat olurdu. Avrupa gelişmeyi sağladı, ama yalnız bu mülkiyetle değil  başka  bir sürü şeyiyle ve en önemlisi   verimli bir alanda, çeşitlilik içinde, çeşitli devletler var ya onlar birbirleriyle mücadele ederek, okumuşsunuzdur ????? (01:32.06)  edebiyat cumhuriyeti, bilgi cumhuriyeti şimdi Kopernicus Polonyalı, Galileo İtalyan, Kepler Alman, Newton İngiliz bu 150 sene evvel binlerce bilim devrimi yapan bu adamlar bilgi cumhuriyetinin üyeleri. Yani İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya birbirinin boğazını sarılırken bu saydığım bilim devrimi yapan adamlar, bilgi cumhuriyetinin mensupları olarak birbirleriyle paslaşıyorlar, mektuplaşıyorlar, teorilerini tartışıyorlar, onlar savaş mavaş bilmiyorlar. Bu enteresan bir şey, bizim böyle bir dünyamız olmadı. O Avrupalı devletler, bir düzeyde devletler, ama bir düzeyde de Kültür millet-i vahide’dir fehvasınca yekvücut olarak çalışıyorlar.

Levent Ağaoğlu – Leibniz’in Spinoza’ yı ziyareti var mesela, birisi Hollanda’da birisi Almanya’da.

Mehmet Genç – Tabii, Descartes İsveç kraliçesiyle mektuplaşıyor. Yani bu Avrupa enteresan. Bizim şansımıza karşımıza Avrupa çıktı. Keşke başka yer çıksaydı. Böyle bir şans oldu, şanssızlık yani.

 

0

Levent Ağaoğlu – çok teşekkür ederiz anlatınız için, değindiniz konuşmanızda, bu fuarda ben geçen hafta baktım, Türk felsefecisini bir tek siz anlattınız. Neden bu böyle yani felsefe, düşünme eğilimi, zihin, zamandan ve zeminden soyut bir çaba mıdır? Yani burada ne ispatlanmaya çalışılıyor? Çok güzel teğet geçmek, teğet geçmeyen bir düşünürümüz var, ama bu fuar halen teğet geçiyor. Çok teşekkür ederim.

Kurtuluş Kayalı – Şöyle bir hikaye var. Yani şimdi öyle bir şey var ki, bu toplumun dışındaki insanlar bile bu topluma zaman zaman bizden daha yatkın, yani mesela bir yabancıyı okuyorsun, hakikaten anlamış diyorsun. Birtakım şeyleri farketmiş diyorsun. Bizim yazarlardan birisi ismini vermeyeyim ayıp olur, bir yerde köşe yazıyor, sağlam bir yerde köşe yazıyor. Türkiye’deki irticai olaylarını konuşuyorduk. Kendi tabiri ile bana dedi ki; -ya hoca bak, bu gavurlar “irticai hareketlerine” bizim Kemalistlerden daha insaflı bakıyorlar- dedi. -Ne diyeyim haklısın- dedim. Ama dedim; -bu gavurlar, bu “kemalist harekete” de sizin baktığınızdan daha insaflı bakıyor- dedim. Yani şimdi bu topluma yabancı olmanın haklı tarafları vardır, mesela çok ilginç bir hikaye söyleyeyim. Bu Dergah Yayınları’nın sahibi Asım dedi ki, ilginç bir hikaye bu “Bir Fransız geldi. Beş Şehir’i geziyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın gezdiği Beş Şehir’i. Fransız Beş Şehir’den ne anlar,” Fransız gibi geziyor anlatabiliyor muyum, ama öbür türlü baktığınız zaman bizimkiler de Fransız oraya baktığı zaman. Şimdi 1970 yılında Kemal Karpat Türkiye’de Sosyal Bilimler’in gelişmesi kongresine gelmiş. Türkiye’de yaşayan birtakım insandan çok daha barışcıl. İşte en başında söylediğim şeye geleceğiz, şunu söylüyor, çok ilginç bir hikaye, hakikaten bu toplum öyle bir toplum; “Topluma bakıyoruz, sosyologları, antropologları tuhaf bir şey hepsi diyor solcu” diyor. “Topluma bakıyoruz, edebiyatçılar, tarihçiler hepsi sağcı” diyor. Bu bizim toplumumuza has bir tuhaflık. Gerçekten bir dönemde felsefecilere, sosyologlara, antropologlara baktığınız zaman baktığın zaman, bunların tabii istisnaları var, hakikaten memlekette antropolog gibi geziyor, anlatabiliyor muyum, böyle bir zihniyetten şey çıkmaz, bu toplumda birtakım şeylerin olabileceğine dair bir kanaat çıkmaz. Sadece bütün hikaye bu değil, mesela Türkiye’de tarih yazılarına bak Orta Asya’yla ilgilenenler ülkücüdür, milliyetçidir. Ortaçağ’la ilgilenenler çoğu İslamcıdır. Yakın döneme kadar, geri dönemle ilgilenenlerin hepsi de modernleşmecidir, Kemalisttir. Türkiye’deki insanların beyni inceledikleri yazdıkları mevzu etkilemiyor. Türkiye’de insanların ilgilendiği konu beyinlerini etkiliyor. Kemal Tahir’in hoş bir sözü var, “Türkiye farklı bir memleket, bizim entelektüellerin kafasını kendi özgür düşünceleri etkilemez, ilgilendikleri konu etkiler”. Yani insan bir yere girdiği zaman oranın rengiyle çıkıyor, bir başka yere girdiği zaman oranın rengiyle çıkıyor. Bu hikaye zaman içinde çok fazla değişmez, 30- 40 sene sonra bakmak lazım. O zaman bakalım, 40 sene sonra konuşalım, bu hikaye böyle devam ediyor mu?
Dinleyici – Arkadaşın söylediklerine ilave yapacağım, bizim bu felsefeye teğet geçişimizin nedeni, biz bir düşünce rönesansını yaşayamadık. Rönesans biliyorsunuz 100 yıllık din savaşlarından sonra oluşuyor. Biz o din savaşını yaşamadık. Şu anda biz o din savaşını yaşıyoruz. Belki ileride bir Rönesans yaşarız.

Dinleyici – Biraz önce söylediğiniz konudan hareketle, Türkiye’deki tek partili döneme indiğimizde onların toplumuna bakışı okuduğumuz zaman, Türkiye özellikle 1990 sonrası İslamcı bir elit var bu anlamda, burada da topluma bakışta benzer sorunlar var, bunu nasıl yorumlarsınız hocam.

Kurtuluş Kayalı – Benim kafamda şöyle bir şey var, 1980’li yıllardan sonraki liberal sosyalist düşünce insanlarıyla, İslamcı düşünen insanları arasında acaip bir frekans uyumu var. Yani baktığın zaman eski dönemde bu bir solcuyla, bir sağcının teması o dönemde ki temastan çok daha sahici bir temas. Şimdi insanlar bu teorik metinlerle falan uğraşıyorlar, ismini vermeyeyim Kolonyalizmle ilgili çalışan birine Mehmet Küçük bir gün demişti ki “ya arkadaş bu şeylerin Türkiye’de neye tekabül ettiğini anlasan, bunu göğüsleyemezsin.” Bu hikaye soyut bir noktaya doğru gidiyor. Türkiye’de Sosyalistler ne ölçüde değişkense, Türkiye’de ki sağcılar da aynı ölçüde değişken. Yani insanın illa bu topluma teğet geçmesi için solcu olması gerekmez, belli tarz İslamcının da bu topluma teğet geçmesini mümkün kılar. Bir de baktığın zaman mesela son on sene içerisinde, Türkiye’de İslamcıların, özellikle siyaseten duyarlı olanların milliyetçi konulara bakış tarzını şöyle bir karşılaştırmaya kalk, hakikaten tuhaf bir şey görürsün. Bu barış bildirisine bir sürü İslamcı bir beş sene önce çok rahatlıkla, gönül rızasıyla imza bile atabilirlerdi, gibi geliyor. Ben bunu biraz basitleştirdim zaman olmadığı için, hakikaten baktığın zaman biz Osmanlı (36:41)?? birbirimize benzeriz. Bu toplum, bu coğrafya çok net bir biçimde insanları şekillendiriyor. Yani bütün hikaye adamın ne dediğine değil, söylemesinin nedenine bakacaksın. Bu dünya, bu coğrafya, hepimizi etkiliyor. Birbirimizden çok ayrışmış, çok farklı şeyler söylediğimiz dönemlerde bile frekanslarımız birbirine uyuyor gibi geliyor. Uymasa zaten bu kadar keyifli bir biçimde kavga edemeyiz.

Bilgelik, Medeniyet Konuşmaları

0

İhsan Fazlıoğlu, Merv                      1:37:20 – 1:43:34

Levent Ağaoğlu –Merv, bizim düşünce geleneğimizin, devlet geleneğimizin ana kaynağı. Bu ana kaynak konusunda benim şahsen bildiğim, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Sultan Sencer türbesini onardı, ortaya çıkardı. Peki, mimari anlamda onu yaptı da, bu yazmaların ortaya çıkarılması, dilimize çevrilmesi konusunda bir şeyler yapılıyor mu?  O konudaki bilgi nedir?

İhsan Fazlıoğlu – Önümüzdeki beşyüz yıllık planlarda bunlar var. Şaka bir yana, 94’te ben ilk seminerimi verdiğimde  “Osmanlılarda Bilim Hayatı”,  hepimizin tanıdığı   büyüklerimiz bile -ne diyor bu genç adam- demişlerdi, şimdi çok büyük mesafe katettik. Taşköprülüzade Sempozyumu yaptık, günde 150 bin kişi katıldı, inanılmaz bir katılımdı. Böyle spesifik, hiç bilinmeyen bir adam. Çok güzel şeyler oluyor. Yazmalar kurulu kuruldu, çok güzel eserler basıyor. Bunları görmemek haksızlık olur. Ben ilahiyatçılara çok kızıyorum. Bize niye kızıyorsunuz diyorlar, çok önemsediğim için. Değer vermediğim adamdan bahsetmem. Çok önem veriyorum, çünkü bu işi ilahiyatçılar yapacak, kültürü onlar biliyor, dili onlar biliyor. Boğaziçililerden bir şey olmaz. İmandan bahsetmiyorum, benden imanlı olabilirler. Medeni aidiyetleri eksik.

Bu topraklarda sadece itikadi aidiyet yetmez, medeni aidiyet de olmalı. Ben Londra’da yaşayan Müslüman değilim, bu toprağın tarihsel tecrübesiyle irtibat kuracak tüm donanımlara sahip olmak zorundayız. Bu kadar basit. Ben Boğaziçili arkadaşlara bunu öğretemiyorum, gavurcayı biliyorlar ya tamam yetiyor. İlahiyatçı arkadaşların çok iyi çalışmaları var. Çok güzel üretim yapıyorlar. Gençlikten ümitsiz değilim. Gençlik canavar gibi. Benim tanıştığım, beraber çalıştığım müthiş gençler var. Bir şekilde Anadolu’da karşılaştığım insanlar var. Kesinlikle iyi yoldayız. İnşallah başımıza büyük bir kaza gelmez. Çünkü çalışıyorlar. O konu da ümitsiz değiliz. Zaten ümitsiz olsak ben medeniyet okumaları yapmam.

Gemi falan battığı yok. Kader biraz insanın yaptıklarıdır. Tesbihi ??ise kader bizde bir şey yapacağız. Çok ümitsiz değilim ama yetersiziz. Bir kere tarih olan çok az. Biraz önce bir doktora için, Batı Felsefesi uzmanı olan hocamı aradım. Bir imtihan açıyorsunuz, siyaset felsefesine yirmi kişi müracaat ediyor. Ben şaşırıyorum niye bu kadar az, çünkü seksen milyon müracaat etmesi lazım, bütün Türkler siyaseti bilecek. Ahlak felsefesi, hadi biraz olmadı estetik, sanat felsefesi, mantık, metafizik, ontoloji, epistemoloji hakikaten uzman bulamıyorsun. Modern mantıkçı arıyorsun, uzman yok. Bugün Aslı Hoca’nın jürisi için aradık, Batı Felsefesi çalışan Hocam da söyledi, nerede keşke olsa, dedi. O tarafta öyle yani her taraf öyle. Kolaya kaçıyoruz.

Elimizi taşın altına koymuyoruz. Eşek gibi çalışmayı göze almıyoruz. Eşek gibi çalışacağız. Türkçesi budur. Unutmayın iftihar saadetin gerisinde. Siz yüzde yüzünüzü vereceksiniz ilim size belki yüzde onunu verir. Böyle çalışan kaç arkadaş var. Arkadaşlar diyor ki, hocam yetmiyor zaman. Ne kadar çalışıyorsun, beş saat. Beş saat çalışınca anca doktora yaparsın. İlimle uğraşamazsın, yirmi beş saat çalışacaksın diyorum. Hocam yirmi dört saat var, yirmi beş saat nasıl çalışalım. Hep söylediğim bir şey var uyku da öğrendiğiniz ilmi çok küçümsüyorsunuz. Müslümanlıkta var bu. Bereket kavramı diye bir kavram yok hiçbirinizde. İşadamlarına soruyorum, “bereket kavramı sizin ticari işlerinizde var mıdır?” “hocam o para etmiyor” diyor. Ne biçim Müslümanlık bu, bereket diye bir şey var. Öteye beriye ben ders veriyorum, takip ediyorsunuzdur. -Yorulmuyor musunuz- diyorlar. Niye yorulayım, dualar beni ayakta tutuyor bereket var bu işte. Benim vazifem bu. İlmi zeka değil, ana parayı dağıtıyorum ben ama vazifemizi yapmak zorundayız. Yoruldum, ne demek yoruldum, tabii herkes yorulur, dinlenirsin devam edersin.

Cephedeymiş gibi ilim yapmadığımız sürece bu iş olmaz. İlim yapayım gideyim yatayım. Müslüman arkadaşlar özellikle size söylüyorum, cephedeymiş gibi bir cihatmış gibi cihattaymış gibi ilim yapacağız. Ama emin olun yorulmuyorsunuz. Nasıl ki askerde sınırda nöbet beklerken yoruldum, uyuyayım diyemiyorsa, yoruldum uykum geldi, geyik yapayım, biraz Kurtlar Vadisi izleyerek vatanı kurtarayım. Mesela maç izleyen adamı anlayamam ben, ilim adamını kastediyorum, doksan dakikanı harcıyorsun vicdansız,. Ben hastasıyım, diyor. O zaman doktora git, şaka bir yana ciddiyet ve titizlik Ahlak’tandır. Ciddi ve titiz yaparsak işimizi bu sorunları çözeriz.

İhsan Fazlıoğlu Konya Kültür çevresi       1:33:18 – 1:36:19

L.Ağaoğlu – Horasan’da terkip ve Endülüs’teki bilgi Konya’da Rumileşti. Bu Rumi bilgiyi Osmanlı Rumeli’ye taşıdı mı?

İhsan Fazlıoğlu – Taşıdı. Bunu nereden biliyoruz ????? (1:33;34) 16. yüzyılda bir sürü Balkan alim bu sisteme katkıda bulunmaya başlıyor.  Hatta daha ileri gidelim, buralar Osmanlı’ya tam entegre olmadan, burası zaten Osmanlı. İlk Türkçe matematik kitabı nerede yazıldı. Anadolu’da yazılmadı ki, ilk Türkçe matematik kitabı, Kalkandere’de yazıldı. Hatta espriyle arkadaşlara anlatıyorum onu, Youtube’da var, izleyebilirsiniz. Türk televizyon kanalı Balkanlarda bir şehirde adamın birine soruyor. “Türkçe biliyor musunuz? Adamda “İstanbul ne zaman fethedildi?” diye soruyor.  “1453” diyor. Adamda “Burası 100 yıl öncesinden fethedildi, ben senden daha Türküm.” diyor. Bunu diyende bir Arnavut.

Şimdi Balkanların Osmanlı’nın coğrafyasına dahil olması çok daha eski. Yani bu malzeme üzerine gitmek lazım. 17. yüzyılda Bosna’da kaç tane medrese var. Ben bunların hepsinin dökümünü çıkarttım. gittim çıkardım. Bulgaristan’da kaç medrese var. Ne zaman kuruldu bunlar. Maddeye gitmek lazım. Maddeyi analiz etmek lazım. Sadece bir şeyi paylaşayım. Bosna’da kırk tane darülhadis var. Darülhadis nedir hadis doktorası yapılan yer. Medresenin üstüdür. Her darülhadiste kırk tane talebe var çarp kırkla 1600. 1600 kişi hadiste doktora yapılıyor.

Nüfus ne kadar burada. Olayın maddi zeminine baktığınız zaman medreseler boş durmuyor ki, yüzlerce medrese var Balkanlarda. Ve isimler, Bosnavi ismini taşıyan, tek tek saymayalım şimdi, o şehirlerin isimlerini taşıyan bir sürü isim var. Bunların hepsi bu coğrafyanın içinde,  hepsini taşımaz olur mu? Bosna’ya gittiğimde bile bunu hala görüyorum. Yunus İlahiler okuyorlar, bizim bütün o Anadolu’daki pratiklerimizi devam ettiriyorlar. Bir kere Bektaşilik en güçlü hâlâ Balkanlarda devam etmekte. Sonra Balkan harbinden sonra çok ciddi katkıda bulunuyorlar. İster Bulgaristan’dan olsun, ister Bosna’dan olsun.

İhsan Fazlıoğlu Hindistan 2                                    1:02:38 – 1:03:50

Levent Ağaoğlu –Mutezile ve eşari tartışması yoğun bir şekilde en çok Hindistan’da mı yaşandı?

İhsan Fazlıoğlu – Yok, bu Orta Asya Merv coğrafyasına sığınıyorlar ya, Sultan Sencer ve Zemahşeriler falan biliyorsunuz, sonra oradan aşağı kaçıyorlar. Esas tartışma, büyük çatışma Türkistan’dadır.

Soru: Yani Muteziliği oraya taşıyan Zemahşeri mi?

İhsan Fazlıoğlu – Ondan önce gidiyor. Ama çok büyük tesirleri var tabii. İlk Hanefilerin hepsi muteziledir. Ben Mutezilere de Sünni derim. İtikat açıdan bakmayın, itikat başka bir şey. Kelam açısından baktığında Hanefilerin hepsi muteziledir. Sonra bu Maturidiliğin kelamını kuruyorlar. Medreselerde ders kitabı olarak okutuluyor, tefsir. Çok büyük mutezile alimler var. Onlar Moğolların elinden kaçıp geliyorlar. Burada bir entelektüel hareket başlatıyorlar.

İhsan Fazlıoğlu: Çin kültür havzası                          1:23:18 – 1:25:45

Levent Ağaoğlu – Hocam, Hong Kong’da iş gereği dört buçuk yıl kaldım. Şişecam kökenliyim, Çin’e ihracat yaptık.

İhsan Fazlıoğlu –  Hong Kong’da bu anlattıklarımız var mı?

Levent Ağaoğlu –Yok da, sorduğunuz iyi oldu, Hong Kong’da tam merkezde Kavlun’da bir camii var. Çok büyük camii, onu İngilizler zamanında Hintli Müslümanları savaşa devşirmek için yapmışlar. Ve orada Hong Konglu Çinliler ona Hindistan mabedi diyorlar. Çünkü oraya hep Hint Müslümanları gidiyor. Benim soracağım Lio Zi nereden geldi, bulunduğu yer neresi? Hangi kenti?

İhsan Fazlıoğlu – Yazılı olarak var ben telaffuz edemediğim için. Tizeng diye bir yer diyor ama neresidir açıkça haritadan bulmak lazım ama Hui’lerden yani Çinlileşmiş Müslümanlardan geliyor.

Levent Ağaoğlu –Onların bulunduğu yer çoğunlukla Ninşia eyaleti, Benim Çince adım da vardı hocam Aylimin, halka hizmet etmeyi seven insan.

İhsan Fazlıoğlu – O kadar kısa kelimenin o kadar uzun anlamı mı var? Çinli arkadaşlar var, onlarda burada Türk adı alıyorlar biliyorsun? Arap dünyasındayken bütün Çinliler arap adı alıyorlardı, resmi törenlerde Çince okunuyordu. Onlarda benim gibi telaffuz edemeyince, 600-700 tane Çinli öğrenci, hangimize sesleniyorlar, diye birbirlerine bakıyorlardı. O ayrı bir dünya gerçekten, ben Çin’e gitmedim, giden arkadaşlar diyorlar ki, ayrı bir gezegen orası, dünyayla pek alakaları yok. Hakikaten 1,5 milyar nüfusu var dimi, inanılmaz enteresan bir millet.

 Kaynak: İhsan Fazlıoğlu ile Medeniyet Konuşmaları

Dış Dünya, Rumeli

0

Levent Ağaoğlu –Rumeli Türküyüm, çok teşekkür ederim hocam, çok detaylı bilgiler verdiniz. Bahsettiniz Yakova, Üsküp türküleri soyum. Kitabınızda son 40 yılda Osmanlı’nın çöküşü mercek altına alıyorsunuz. Şu an ben Bilge Tonyukuk çalışıyorum. Göktürkleri, 200 yıllık Göktürk devletini, Çinliler yirmi yılda bitirmişler. Şimdi bu yirmi yılda on beşe yakın Türk boyunu, sana buranın valiliğini vereceğim, sana buranın askeri komutanlığını vereceğim, diyip birbirlerine kırdırmışlar. Atlıyoruz Osmanlı’ya son döneme aynı olay, orada da bir kırdırma var. Sorum şu; kilise ve camii, bizde kışla ve cami derler. Kilise ve camii, şimdi siz, bildiğim bir bilgiye yeni bir şey eklediniz. Bende 1903 vardı. Bunu bilmiyordum 1902’de reform neticesinde iki bin tane teröristin dağlara çıktığını öğrendim 1903’te ne oldu burada çok konuşuluyor, Abdülhamit Beşiktaş Jimnastik Kulübünü kurdu ki başka jimnastik kulübümüz yoktur bizim. Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe diğerleri futbol kulübü. Farkı ne? Çünkü Bulgaristan’da kilise, işte Sofya Jimnastik Kulübü, Filibe Jimnastik Kulübü diye, bütün oranın gençliğini savaş için yetiştiriyor. Şimdi bunun cevabı da 1903’te Beşiktaş’ta verilmiş. Sorum şu; -biz teslim olalım- diye neden bu hareketler kiliseden geliyor. Karşılığında camilerde böyle bir oluşum gerçekleşti mi,  bir cevap verildi mi?

Hasip Saygılı – Güzel şeyler söylediniz. Maalesef kilisenin işlevi şu; akşamları Bulgar komutacılar geliyorlar, her akşam. Köylüyü topluyorlar, köydeki Pascal dedikleri öğretmene bir mevzuu vermişlerdir o gün için. Onlar onu anlatıyor, tarihteki Bulgar menkıbelerini anlatıyor, Bulgar İmparatorluğu’nu anlatıyor. Osmanlı sonrası o topraklardaki kendi tasarılarını anlatıyor. Yani kilise ideolojik eğitim merkezi teröristler için. Bizde anılan dönemde  bu tarz müteyakkız, varlığını koruma dışında hedefleri olan bir anlayışın olmadığını ben zannediyorum. Dolayısıyla bu alanda da aleyhimize bir dengesizlik oluştuğunu söyleyebilirim.

 

0

Erol Göka – Levent Ağaoğlu diyor ki, Levent Bey’in sorusunu daha sormadım, bazen medyatik konulardan bir tanesidir, tarikatların siyaset hayatına etkisi ne kadar seçmen tarikata bağlı falan bazen basında konu oluyor bu. Levent Bey onu tersine çevirmiş diyor ki, geleneksel toplumda bu kadar önemli diyorsunuz, ne kadarı kapsıyordu bunun fikriniz var mı diyor ve biz tarikatleri o kadar proaktif anlattık ki yani önceden gidip manevi olarak fethediyor. Tekke ve zaviyeler kapanınca millet pasifize mi oldu? Diye siyasi bir soru çıkarmış oradan. Önemli gerçekten de hocam bunlar. Tekke ve zaviyeler kısmına ne diyeceksiniz bilmiyorum ama geleneksel toplumun işleyişinde yani tarikatler olmasaydı eğer toplumun tarikatle ilgili örgütlenmesi onların sosyal işlevleri olmasaydı toplumsal çok önemli yara almacağını kendim buradan söyleyebilirim.

Can Ceylan – Yani toplum hayatı insanların yüzde onu mu tarikate üyeydi onu bilmem ama tarikattaki insanları görebilirdiniz. Onlar görülebilir insanlardı. Mesela Seydi Sülük dediniz diyelim ki şimdi manevi toplumumuzda tarikatlara bağlı yüzde on insan var, öyle kabul edelim. O Seydi Sülük’ün neresinde olduğunu kestirebildiğimiz insanlarında görmemizde sorunlar var. Yani bu şu dergaha bağlıdır ve çok önemli yol katetmiştir. Kişilik olgunlaşmasında şu mertebeye gelmiştir, diye de göremiyoruz, keşke görsek yani modernliğin böyle sakatlığı da var. Mahalleye giren yabancıyı iki kere tur attığında tespit edebiliyorsun da, şimdi olgun kişiyi de tespitte dertlerimiz var. Yani Levent Bey’den bana da bunlar çağrıştırdı.

Can Ceylan – Belki de olgun kişi her devrin bir sahibi vardır. Her mahallenin bir sahibi olduğu gibi. Her devrin dervişi de eskiler gibi olmayacaktır. 21. yüzyıl Türkiyesinde, 21. yüzyıl dünyasında bu işlerin müridleri eskisi gibi değil. Onların da modernitenin vermiş olduğu bazı şeylerden uzaklaşmaları yani eskiden dervişler cep telefonu kullanmıyordu. Şimdi tarikatlarda dervişlerin cep telefonu kullanmasın demek abesle iştigal. O şimdi seni fiiye kadar götürür. Dolayısıyla o şimdi kitabında herkesin referans olarak aldığı kitapta gelişmişlik, sürekli bir yenilenme her yeni bir şanla diriliş varsa şey yapacaksınız. Bizde bir bakış açısı var biz belki gözlüklerimizi değiştirmemiz lazım.

Miyopsak hipermetrop gözlüğü takıyoruz ısrarla yakında bir problem varsa biz hâlâ yakın gözlük vermiş ama hangi gözlük olduğu belli değil arkadaş görüyordu bende göreyim şeklinde. Belki bakış açımızı bulunduğumuz noktayı yukarıdaysak aşağı inmek, aşağıdaysak yukarı çıkmak belki açımızı değiştirmek belki toplumun dışına çıkıp dışarıdan bakmak belki fazlasıyla içine girmek ama gerçekten kusur bulmak için değil de ne yapılıyor bunu görmek için bakış açısını geliştirmemiz lazım ama insanların derdi dediğim gibi ama farmakoloji bir şey benim bir derdim var bana bir ilaç yaz ben düzeleyim yarın sabah kalktığımda bambaşka olayım. Ne hiperaktivitem kalsın, ne stresi kalsın. İnsanlarda şimdi o kadar bir şey sunuluyor ki farmakolojik bir sistem varmış gibi. İki tane tasavvufla ilgili kitap oku üç tane sohbete katıl ol sana derviş. Ben olmadım o kadar da sohbete gittik bir haftadır geliyoruz gidiyoruz bir ay oldu iki ay oldu hâlâ ben rüyalarda eski rüyaları görüyorum. Bir değişiklik bende olmadı gene aynı şeyleri sinirleniyorum, aynı şeylere üzülüyorum. İnsanlarda hemen tedavi olma ihtiyacı var. Zaten tarikatlarda amaç erişmek değil yolda olmak tarikat kelimesinin espirisi o. Oldum denilen yerde yaşamıyoruz. Bu alem olunan yer değil, olma yolunda ilerleyen yer, yolun da ne zaman biteceğini biz bilmediğimiz için, bize düşen sürekli olarak yolda olmak.

– Manevi olgunlaşma esas şimdi Ender Bey’in yaygınlaşmasının bence de sakıncalarından biri de siz katılır mısınız, bilmiyorum. Yani hangi derviş dönerken cezveye katılırsa o manevi olgunlaşmada sanki daha ilerdeymiş gibi. Gösteri toplumu burası anlatabildim mi? Ve bu tasavvuf yolunun Seydi Sülük’ün çok bir yol olduğunu, asıl kişiliği geliştirmek olduğunu hep unutuyoruz ve hani bu kötü selefiliğe de fırsat çıkmış oluyor bence Selefiliği saygıyla karşılıyorum ama kötü selefilik gerçekten herkesi tekfir ediyor. Kesip biçiyor, bunu da fırsat hazırlanmış oluyor diye düşünüyorum.

– Muhakkak çünkü aslından koparılmış, ruhu gidip cesedi kalmış bir şey gözüküyor şu anda yani tasavvuf eşittir Mevlana, Mevlana eşittir semazen, semazen de her yerde karşımıza çıkan bir şey. Tamam insanın sosyal alanda her an bir yolda olma durumu olması lazım ama bu işin gösteri tarafı. Yani şimdi siz balerin olur olmaz bale yaptıramazsınız, sen boksör gel burda göster denmez. Isınması lazım, ona göre giyinmesi lazım falan. Aynı şekilde her zamanda bu olmazsa gittik biz bir şey yapmadılar. Ben bir şey anlamadım. Çünkü çok büyük beklentilerle gidiliyor. Oraya bir gideceksin hayatın değişecek, yıldız kapıların açılacak, başka bir boyuta geçeceksin öyle anlatılıyor çünkü. Sana orada dokunacaklar sen orada bütün şeylerinden sıyrılacaksın çıktığında bütün sinirleri alınmış harika bir insan olacaksın, beklenti bu.

– Beklenti bu yönde, tasavvuf aklında buna göre biçimlenmesi lazım. Artık karşımızda çok daha zor insanlar var. Herşeyi anında bekleyen hemen cezbeye katılacak, hemen yükselecek böyle beklentiler var. Bir kere burada dur diyecek bir şey lazım ve keşke eski tasavvuf terbiyesi olsa toplumumuzda da mesela psikoterapistler olarak bizim işimiz çok daha kolaylaşırdı. Ben bunu her yerde söylüyorum. Çünkü birbirine destek olan bakışlar bunlar diye düşünüyorum.

22 Şubat 2016

Erol Göka ile Harita Metod

 

Türk Kanonu

0

2020 yılı Bilge Tonyukuk Abidesinin Dikilişinin 1300.Yıldönümü. UNESCO Anma ve Kutlama Yıldönümü. Kut’lu Olsun. İlk yazarımız Bilge Tonyukuk’a atfen 2020 yılından başlayarak TÜRK KANONU serisini başlatıyoruz.

Toplum ve Devlet Felsefemiz açısından, kendimiz ile özdeşleşen referanslar bir Türk Kanonu teşkil etmektedir.

  • Bilge Tonyukuk Yazıtı
  • Orhun Yazıtları: Bilge Kağan Yazıtı, Kültigin Yazıtı
  • Yusuf Has Hacip: Kutadgu Bilig
  • Kemal Atatürk: NUTUK ve Bütün Eserleri (30 cilt)

Hun Türkü Oğuz Kağan’ın vizyonu bin yıl sonra Göktürklerin efsane sacayağı tarafından ilk yazılı belgelerini de üretmiş ve bu taş anıtlar kanonlarımız, yani temel eserlerimiz olmuştur.

İlk olarak Oğuz Kağan Efsanesi, ardından Taş Yazıtlar (Tonyukuk, Bilge Kağan, Kültigin) ile hayat bulan Kurucu Düşünürlerimizi ıssızlıktan kurtararak, zaman içerisinde kaybettiğimiz zeminimizi sağlamlaştırmalı, karamsarlaşmış zihinlerimizi açık ve işler hale getirmeliyiz.

İlk olarak Başbakan Bilge Tonyukuk ardından Kağan (Bilge)  tarafından 8. yüzyılda taşa kazınan yazıt-yasalar nihayet kurgusal bir Vezir tasarlanarak bu kez de 11. yüzyılda yazma olarak (Kutadgu Bilig) kayda geçirilmiştir. 20. yüzyılda ise Mustafa Kemal Atatürk aynı tarihsel çizgiyi izleyerek bizzat yaptığı tarihi de NUTUK ile kayda almış, gelecek kuşaklara emanet etmiştir.

3 kıtada 16 devlet kuran Türkler konu ile ilgili olarak Yazıtlar devrinden başlamak ve Yazmalar ( Siyasetname ) ile devam eden geniş bir literatür oluşturmalarına rağmen Devlet Felsefesi disiplini kapsamında, sözkonusu Yazıtlar ve Yazmalar maalesef incelenmemiş, Türk Kanon’u henüz ortaya konulamamıştır. Referanslar Serimiz ile kurucu eserlerimiz toplum ve devlet felsefemizin ortaya konularak, kendimiz olma hedefimize katkıda bulunulmaya çalışılacaktır.  Kanonik kaynakların öncülüğünde ulaşacağımız nokta Kendimiz olacaktır.

Türklerin tarihlerinde kâlemi ve kılıçı birlikte taşıyan iki büyük devlet adamımız sözkonusu olmuştur. Türk Kağanlığı’nın kurucu Başbakanı Bilge Tonyukuk ve Türk Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk. Türk Evi Yayınları kurucu liderlerimizi seri kitaplarla değerlendirmeyi ve Türk Kanonu’nu kitaplaştırmayı kendisine hedef almıştır.

Klişeleri aşan Kurucu Referanslar, Cumhuriyetin 100.yılına yaklaştığımız 2020 yılında dahi zihnimizde kök salamamıştır. Bu kısırlığı aşma yönünde İnsan Değeri, Yenilikçilik, Savaş Sanatı, Küresel Liderlik temalarından başlamak üzere Atatürk Referansları serimizi başlatıyoruz. Ardından Bilge Tonyukuk serimizi başlatacağız ki 2020 yılı Tonyukuk Yazıtı’nın dikilişinin 1300. yılına denk gelmektedir. Tarihte Türk adı ile anılan her iki devletin arasında 1200 yılı aşkın bir zaman aralığı sözkonusudur. Aradaki yıllarda kurulan/yıkılan Hanedan devletlerinin aksine hem kâleme hem kılıça efendi kurucu liderlerin devletleri ise Halk ile bütünleşen yapılardır. Çünkü Türklerde Hakan ile Halk ayrılmaz ikilidir.  Tonyukuk’un 62 satırlık Yazıt’ı ile günümüzü ve geleceğimizi aydınlatan deha, Atatürk’ün NUTUK ve Gençliğe Hitabesi’nin satırlarında, satır aralarında da kendini göstermektedir.

Kuşak ve Yol Projesi

0

Levent Ağaoğlu: Bir bilgi vereceğim, bir de soru soracağım. Bilgi derken, iki ay önce ben Pekin’deydim. Bu kuşak ve yol projesi, siz ona çok güzel değindiniz kuşak ve yol projesi Generation and Road diyorlar. Şimdi biz bunlar İpekyoluydu ve Çin devleti Hing adını değiştiren o, nereden çıktı şimdi kuşak ve yol. Yani bu dünyaya Amerika küreselleşme, kapitalizmdir. Şimdi de Çin çıkmış tarihi İpekyolu’nun adını Kuşak ve Yol Projesi diye değiştirmiş. Bunun kuşağı ne yolu ne? Ondan sonra baktım ki Hindistan’dan ipek ve baharat yolunu birleştirmiş ama yapma istedikleri bir şey var. İpekyolu’nu unutturmak. Siz çok güzel değindiniz. Bunun adı Türk kuşağı dediniz. Şimdi biz bunun farkında olmamız lazım.

Biz İpekyolunu kullanırken aynı zamanda Türk kuşağını kullanmamız lazım. Yani Amerika ve Rusya ikisinin de, Çin’in yapmak istediği şu an bu kuşak ve yol projesiyle ilgili yapmak istediğim Marshall Yardımı  projedir bu, 65 ülke var işin içerisinde bizim uyanmamız lazım. Nasıl Amerikan gönüllüleri vardı ya şimdi de Çin gönüllüleri çıkacak onlar göreceğiz biz yazın da Çinliler çıkacak, cinciler değil Çinci çıkacak. Çin’in adına konuşacaklar, bunu çok iyi bilmemiz lazım. Bilmemiz lazım derken, bizim yapmamız gereken aynen katılıyorum görüşlerinize Türk kuşağını bu statejik aynen katılıyorum görüşlerinize siz zıpkın gibi anlattınız bir Mehmet Akif oldunuz gerçekten bu işi bir bayraktar olarak dile getirdiniz. Bizim buradan iki çıkışımız var. Biz ticaret savaşını, Amerika neden 2018’de başlattı.

Ben 5 yıl Hong Kong’da kaldım. 1976’da Mao öldü, 1978’de Çin 50 yıllık plan başlattı. 50 yıllık planın adı dünya hâkimiyeti. Yani 2028’de ben Congoyum yani dünya merkez ülkeyim. Amerika’ya taktıkları isimde yani Çin’de Amerika’ya Meybul??? güzel ülkedir. Öykünülen ülkedir. Yani onlar bir Amerika olacaklardır. Biz burada çıkış olarak soru olarak soracağım size. Bizim iki tane çıkışımız var bir Türk kuşağı, iki barter. Barter konusunda Amerika, çok güzel anlattınız, Amerika’nın İngiltere’yle serbest ticaret izlemiş dünyada, bize de 1838 anlaşmayla tuş ettiler.

Amerika ise hakimiyet duygusuna sarılmış yani masabaşında anlaşmalarla ticareti Japonya’ya sindirmiş şimdi Çin’i sindirecek. Biz burada Türk kuşağı üzerinde barter modelini işletebilir miyiz? Açın gazeteleri her yerde dolardan çıkış yazılıyor. Bundan nasıl çıkacağız ve Amerika barter modelini kendi ülkesi içerisinde mükemmel bir şekilde uyguluyor böyle biliyoruz. Ama dünya dışındaysa bir barter istemiyor. Çünkü barter demek dolardan çıktım ben demek, para yok faiz yok işine gelmiyor ki şimdi biz Türkiye olarak bu işte bayraktar olabilir miyiz? Bir barter modelini Türk kuşağına başlamak üzere yani Çin, Hindistan, Rusya, Türkiye böyle bir, Türkistan, Türk kuşağı dediğimiz zaman zaten Türkistan, biz bunu uygulayabilir miyiz? Bunu özellikle sormak istiyorum.

Prof Dr Mehmet Akif Okur: Önce Levent Bey bahsetti, İpekyolu bahsi bu çok mühim. Bununla ilgili bir iki cümle sarfetmek isterim. Bu mesele bizim için mühim, neden? Dünya ekonomisinin tarihteki kalbi Türkistan. Bu cümleyi 1970-80’lerde iktisat tarihçileri kurdular. Gerekçeleri de şuydu, dediler ki: “Bir dünya ekonomisinin tarihi ne zamandır?” Bu meşhur tartışma 500  yıllık mı? Dünya ekonomisinin tarihi 5000 yıllık mı? 50.000 yıllık mı, diye. O tartışmanın ortasında bazı iktisatçılar dediler ki: Arkeolojik veriler bulgular falan bize şunu gösteriyor, en az 5000 yıllık birbiriyle entegre şekliyle dünya ekonomisi var. Neresi burası hangi hat üzerinden Çin ile Avrupa’yı bağlayan hat, peki bu hattın kalbi neresi, bu hattın kalbi Türkistan’dır. Ne zaman Türkistan’da güçlü devletler varsa bir dünya ekonomisi var, ne zaman Türkistan’da istikrarsızlık, bir çatışma varsa dünya ekonomisi durur. O yüzden mesela Semerkant gibi şehirler dönemin New York’u yani her milletten insan var.

Ticaret yapmak için oraya gelmişler, birbirleriyle alışveriş halinde çok varlıklı ve çok zengin. Şimdi bu işi eşzamanlı iki meseleyle kesiliyor, 1500’lere doğru. Ne oluyor, bir Çin, Tebriz’i uzun mesafeli ticarete kapatıyor. Büyük bir donanması var, denizyoluyla dünyayı dolaşıyor. Amerika’ya falan Kolomb’tan önce gittikleri söylenir. Sonra saray içindeki kavgalar sebebiyle donanmayı imha ediyorlar, kendisini de dışarıya kapatıyor. İki Türkistan hanlıklar dönemine giriyor. Birlik parçalanıyor, hanlıklar birbirleriyle uğraşmaya başlıyorlar. Üç Avrupalıların bir kolu dolaşıyor ve kendileri uzakdoğu ticaretini tekellerine alıyorlar, deniz yoluyla.

 

Kara güzergahları ondan sonra kapanmaya tahlil olmaya başlıyor. O yüzden şu andaki bu tür dönüşüm aslında tarihi bir dönüşüm. Karaların yeniden canlanması önemli. Şimdi burada büyük bir Çin propagandası var. Çin bu meselenin yalnızca konuşulmasını ve tartışılmasını istediği boyutlarını istediği pencereden tartıştırıyor. Mesela ben akademiyadan biliyorum. İşte davet ediyorlar orada konferans var vs. falan. Tebliğleri önden istiyorlar mesela bu da bir usül değil bizde. Hani bir fikir hürriyetiyle gitmiyorsun, beni Grupciye davet ettiler. Size burada anlattıklarımı anlattım. Dedim ki böyle böyledir, bu projenin esası burada ihtiyaç sahibi olan Çin’dir falan. Sonra vazgeçtiler, şimdi bu tabii tek taraflı bir propagandaya alışmış olan bir devlet cihazını onu o kendi hudutları dışında da kurmak istemesi bunu yalnızca bizde yapmıyorlar, mesela Amerika’da da yapıyorlar.

Pek çok üniversiteye para veriyorlar mesela Konfüçyüs Enstitüleri falan üzerinden asgari şunu talep ediyorlar, ben Doğu Türkistan’da bir şey yaptığında senin akademisyenlerin bunu söylemesin bunu konuşmasın bunu böyle yapmasın vs. falan gibi şimdi onları kapatıyorlar öyle bir dalga başladı. Peki bizim Doğu Türkistan’a nasıl faydamız olur. Temel sorulardan biri bu. Kim büyük güç? Çin falan ama dışarıya açılmak istenen bir güç. Dışarıya açılmak istiyorsanız dünyaya bir şey vadetmeniz lazım. Bu vaad sadece parayla olmaz, kimsenin o kadar parası olmaz. Bu vaad aynı zamanda bir gelecek vaadidir. Bu dünyaya ne söylüyorsunuz, doğru yalan.

Batılılar liberalizmi anlattılar, şöyle bir modelimiz var, hürriyet, özgürlük vs. filan. Şimdi Çin için açık olan güzergah Türkistan ve İslam dünyası güzergahı. Neden Japonlar Çin’in rakibi, Hintliler Çin’in rakibi, Ruslar Çin’in rakibi. Dolayısıyla anlaşabileceği büyük güç rekabetinin dışında anlaşabileceği tek potansiyel, coğrafya Türk kuşağından İslam dünyasıyla kesişebileceği coğrafya. Şimdi burada bu coğrafyaya şunu derse, benim için senin vitrinin Doğu Türkistan’dır. Yani bize vaad ettiği şeyleri, ne vadediyorsa bir vitrin gibi ben orada görmeliyim.

Orada güzel bir şey görüyorsam onun üzerinden senin kimliğinle ilgili fikir sahibi olacağım. Ben orada yeni bir Filistin görüyorsam sen burada başarılı olamazsın. Siz bunu bir kamuoyu şeyi gösterirseniz yani devletlerin alacağı olur, vereceği olur, pazarlığı olur ama güçlü bir sivil toplumda bunun üzerine giderseniz o faktör kendini toparlamak mecburiyetinde kalır. Neden, çünkü bu güzergahın kesilmesi de mümkün. 5.000 adam Çin’in tüm kervanlarını basar. Aslında öyle bir coğrafya ki Afganistan’dan oradan buradan bakan vs. coğrafya, onun peşine bir yığın adam takmak zorunda kalır. Yani Çin’in izleyeceği yanlış politikalar kendi geleceğini de aslında zarar veriyor. Bir çatışmayı Asya’nın kalbinde alevlendirmek isteyenler var mı var. Onların da işini kolaylaştırıyor. Ama Çin’in burada yapması istenilen şey ise Doğu Türkistan’da temel insan hak ve hürriyetlerini sağlayacak biz burada bakıldığında orada insanlarımızın dini, bilgi kimliklerini koruyabildiklerini göreceğiz. Ve bunun ısrarla önünü konulması lazım.  Tabii bu Karaca devletten Birinci Dünya Savaşı da önemli bu analoji de düşünmeye başlarsak şimdi bizim bir F35 tartışmamız var. Bir de Birinci Dünya Savaşı’ndan önce parasını verdiğimiz savaş gemileri İngiltere’den alamadığımız. Tabii bu kadar yakın gerçekleşirse bu çatışmalar bu F35’lerle neyi alabiliyorsak bir an önce bu işi tedarik etmemiz lazım. Tam bu dengeler tamamen kapanır, çatışma haline gelmezden evvel.

Şimdi burada tabii keskin tarafların seçilmesi kolay bugün. Neden kolay, çünkü dengeler yerli yerine oturmadı. Nasıl oturmadı. Mesela geleceğin büyük kapışmasında Avrupa nerede duracak? Şimdi şöyle düşünün, dörtlü zirve yapılmıştı burada. Türkiye, Rusya, Almanya, Fransa. Şimdi burada kim yok Amerika yok, İngiltere yok. Dolayısıyla Kıta Avrupası bir çok farklı ilişki kurmaya çalışıyor veya Avrupalılarla Çin denge kurmaya çalışıyor. Ama bunların hepsi de değişken. Ruslarla Çinliler arasında ciddi yakınlaşma var tarihe kıyasla ama bu da yüzde yüz kesinleşmiş değil o yüzden bu dönemler bulanıklık dönemleri yani oradaki aktörlerin buraya buradaki aktörlerin oraya oturabileceği dönemler. Büyük güçlerden hiçbiri de benim gelecek vizyonum, planım şu gel benle şuraya yürü demiyorlar aslında. Mesela bir Şangay’ı konuşuyoruz, ama biz kendi kendimize konuşuyoruz. Neden?

Çünkü bir Şangay’dan bakan diyor ki, mesela Türkiye’nin bu örgüte üye olması demek bu örgütün mantığını bozar, diyor, neden çünkü bu örgütün mantığı Rusya büyük güç, Çin büyük güç Türkistan’la çarpışmamak için Türkistan bölgesinde bu büyük güçlerin birbiriyle anlaşması. Türkiye sisteme girince artık Türkistan üzerinde hesap yapılan coğrafya olmaktan çıkıyor üçüncü bir güce dönüşüyor. Yani üç sacayaklı bir masaya dönüşüyor. O zaman kimse eşit istemiyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde yaşadığı sorun nedir? Türkiye Avrupa Birliği’ne bu nüfusla girerse Almanya ağırlığında bir ülke olacak, karar mekanizmaları, oy vermeleri vs. diyorlar ki biz burayı sizin için kurmadık. Dolayısıyla Türkiye bir dünyanın merkeziydi. Yani biz tarihte bir dünyanın merkeziydik. Türk kimliği de bir dünya kimliğiydi. Yani kültürüyle, yönetimle vs. herşeyiyle.

Üç tarihi dünyanın, hani böyle eski bir yerde saraylar, tapınaklar yıkılır ve onların taşlarını alır getirir yeni bir bina yaparsınız ya biz tarihte üç tane dünyanın mirası üzerine dünya kurduk. Nedir onlar, bir Göktürkler çağında kurulan Türk Dünyası, bu dünya önce parçalandı, sonra Müslümanlaştı, Müslüman kavramıyla yeni bir kimlik kazandı ve göç etti Ortadoğu’ya. Arap himayesindeki İslam Dünyası çöküş aşamasındaydı o dünyanın da liderliğini aldı.

Üçüncüsü doğu Hristiyanlığı Bizans, İstanbul, merkezli olarak çöküş halindeydi, bizim İstanbul’da kurduğumuz yeni dünya Türk dünyasının İstanbul merkezini inşa safhası 3 eski dünyanın mirası üzerinde şekillendi. Çünkü biz dünyanın merkeziydik. O yüzden biz hiçbir yere sığamayız. Yani psikolojik olarak da sığamıyoruz. Diğer dinamiklerimiz itibariyle de sığamıyoruz. Bize her şeyiz falan deseler bunları kendi yazışmalarında da anlatıyorlar yani farklı bir Türk psikolojisi var diyor. İmkan olursa, para bulursa silah bulursa, şeyi denetleyemezsiniz diyor o tarihsel bir psikoloji. Başka bir ülke var mı bilmem kaç bin kilometre ötedeki Kaşgar’a gidiyorsunuz. Neden 18. yüzyılda sizin adınıza basılı pul bulunuyor Kaşgar’da.

Buradan biz Basra Körfezi kanalıyla Kaşgar emirliğine top, tüfek vs. filan gönderdik. Hatta tarihte 1800’ler falan. Dolayısıyla bizim ilgili olduğumuz coğrafya bu tarihi dünyamızın coğrafyasıyla bağlantılı. Kimliğimizle savaşları geçirdik ama o kimliğimizin mirasçıları Anadolu’da toplandılar. Yani biz bir dünyanın devletlerin toplanıp sıkıştığı bir yeriz. Türk kimliği ile ilgili kastederken de Suriye meselesinden kastederken de Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettiğimizde milletimizin aklı erenleri geleceğe neyle nereden yürüyeceğiz diye tartıştılar. Şimdi o tartışmanın eşiğinde Misak-ı Milli’de Araplardan referandumla Türkiye ile beraber olmak isterim diyen olursa biz onları kabul edelim dendi. Yani Misak-ı Milli öyledir yani Arap vilayetleri için şeyi tercih ediyor bizimle beraber olmak ister diye. Potansiyel olarak kimlik, devlet, gelecek kapımızı kapatmadık. Şu çizgi kesin çizilsin istedik. Kesin çizilmesini istediğimiz çizgi, bugün Türkiye’ye göçün gelmesini mesela Hatay’ı alamasaydık bugünkü harpte Hatay’dan gelenler bizim için Suriyeli olacaktı. Hatay anavatan dışında kalmış olsaydı onları biz ama bu şu demek değil sınırsız göçe, her türlü manipulasyona açık bir sürü örgütlerin cirit attığı bir düzensizliği tanıyalım vs. falan kabul etmiyoruz, böyle bir şey demiyorum. Türkiye’yi zaten asılsız tanıyan bir grup varsa onun burada durma imkanı yok. Bizim burada devlet imkanlarımız vs. filan var. O coğrafyanın da boşaltılmaması lazım.

Gelen nüfusun önemli bir kısmının kalması da lazım. Ama dost olarak gitmeleri lazım. Yani Misak-ı Milli bize geldi. İnsan unsuru bir hadise yaşandı şimdi burada misafirlik yaşayacak. 700 yıllık hatırayı tam gömüp vazgeçip çıkacağız tam beton döküleceği zaman güney hudutlarımıza ya da bizi kuzeyden aşağıya doğru nüfuzunu yeni bir iklim açacak bu insanlar üzerinden. Bir küçük şey söyleyeyim toparlayayım. Şimdi büyük devletler ilgi duydukdukları coğrafyalarla ilgili belli bir nüfusu kendi bölgelerinde misafir ediyorlar.

Bunu şunu için yapıyorlar o bölgeyle temas kurarken doğal bir yetenek havuzu olsun hem sizi bilecek hem bölgeyi coğrafyayı bilecek hem kendi genel etnik kültüründen kopmamış olacak ama sizin dünyanızın da bir parçası haline gelmiş olacak. Mesela Amerikalılar Orta Asya’yla ilgili bir planı var. Sadece New York’ta 35.000 Özbekli var. Tabii Doğu Türkistanlı da muazzam. Şimdi niye büyük bir nüfusla alıyor. Oraları doğal sosyolojiyi kendi ülkesinde onu görmek istiyor. Melez kimliği gelişiyor orada. Ve o melez kimliği gelecekte meydana gelecek hadiselerde sizi aktör haline getiriyor. Toplu taşıyıcı vs. oluyor.

O yüzden sorunları görmezden gelmeden çözecek imkanları çıkarmamız lazım. Barter meselesi mühim. Şimdi bu tür meselelerin mühim olduğunu kriz anında anlarız. Yani sistem işlediğinde bu işlerden hiçbir şey olmaz derler. Ama bu sistem kriz üretecek bir sistem. Yani Amerika’nın kendi verilerine baktığımızda Amerika’nın borcu yani dışarıya içeriye olan borcunun oranına baktığımızda herkes bir dolar krizi bekliyor, yani doların değer kaydı ile ilgili beklentiler yüksek düzeyde kendi istikrarsızlığı dolayısıyla. O istikrarsızlık olduğunda eğer kurulu mekanizmalarınız varsa vaktiyle şöyle düşünmemişseniz ya bunun hali dar olur dolardan kimse vazgeçmez o yüzden bu işlere yatırım yapmaya gerek yoktur diye düşünmemiş bu mekanizmaları kurmuşsanız ona ihtiyaç olduğunda hızlı yol alırsınız. Hızlı mesafe alırsınız ama kriz koptuğunda bir şey yapmaya koyulursanız o arada başkaları o alanı doldurmuş olur. O yüzden de barter dahil para takasıyla vs. olan şeylerde az veya çok demeden o mekanizmaları kurup işler vaziyette tutmak lazım.

Bunların hepsine ihtiyaç duyacağız. Bitkoim meselesi de bunlarda bir kısım denemelerdir. Bunlar birer sosyal laboratuvar gibidir. Bitkoimden başlayıp bu kripto paralar bunlardan çıkacak sonuçlara göre yeni modellerinde çıkacağını da göreceğiz diyorum.