Yazıtlarda kök olarak karşımıza çıkan kavram sonrasında gök olarak değişime uğramıştır. Gök ile bağlantılı olarak Tengri kavramı da bağlantılı olarak kullanılagelmiştir. Tengri yazılı olarak tespit edilen ilk Türk kelimesidir.
Türklerin yerde bozkır ile kurdukları ilişki, göçebelik yaşantıları boyunca daha da göze batar bir şekilde, hissedilir yaşanılır bir şekilde gök ile olmuştur. Gök ise evreni temsil etmektedir, ilahi emirler gökten gelmektedir, inmektedir.
Göğün enginliği, dış âlemde gözlerimizle gördüğümüz enginlik iç âleme de tasavvuf zenginliği olarak yansımıştır. Gökler ve göçler birbiriyle ilintilidir. Göçler yolu ile yeryüzünde yolculuğa çıkan Türkler ki sürekli yolculuk halindedirler, gökler vasıtası ile âlemlerde iç zenginliklerine yansıyan seyahatlere çıkmaktadırlar.
Göçlerde yeryüzünde 8000 km yolu katederek Asya’nın bir ucundan Avrupa’nın bir ucuna kadar ulaşan Türkler bu yolculuk esnasında gökleri de, göklerdeki hareketleri de izlemişler ve dimağlarında resmetmişler, fikir dünyalarında işlemişler, göklerle sürekli irtibat halinde olmuşlardır. Türklerdeki zengin tasavvuf oluşumunun önemli sebebi olan bu hareketlilik, dış dünyadaki hareketlilik, iç dünyada da hareketliliğe neden olmuştur.
Yazıtlardan başlayarak Türkler sürekli evrendeki sırları, zihin dünyalarına, dillerine, sözlerine ve sonunda yazıtlara ve yazmalara geçirmişler ve kayıt altına almışlardır. Tanrı ve göç en çok kullanılan kelimelerdir. Türkler, göğü aynı zamanda bir niteleme sıfatı olarak kullanmışlardır; köktürkler, kök börü, kökçin sakal, kök boya örneklerinde olduğu gibi.
- Kökçin Sakal: Kır Sakallı
- Kök Ayuk: Türkmen Büyüklerine verilen isim
- Kök Börü: Gök Kurt
- Kök Türk: Gök Türk
- Kök Tengri: Gök Tanrı
- Kök Boya: Doğal boya
Başlangıç efsanesi olarak niteleyebileceğimiz Oğuz Kağan Destanında evrende ilintili kavramlar kullanılmıştır; Gökhan, Ayhan, Yıldızhan gibi. Efsanenin sonunda ise “güneş bayrak, gök kurikan” ifadesi vardır “güneş bayrak, gök çadır”.
Türkler, dünyayı kucaklarken evreni de kucaklamışlardır, efsanelerde, yazıtlarda, yazmalarda önde olan en önemli kavram insandır. Öğütler hep insana verilmiştir. Dünya, sınırlarla bölünmemiştir. Güneş bayrak ise Gök çadırdır. O çadırın altında olanlar ise doğrudan insanlar olarak ifade edilmiştir Şu milletler bu milletler, şu kavimler bu kavimler tarzında bir ifade yoktur. Çünkü Türkler, kendini insan olarak görmüş, insanlar arasında bir ayrım yapmamıştır. Bütün Türkler insandır, bütün insanlar Türktür zihniyetidir asıl olan. Türklük, bir insan vasfı olarak görülmüştür.
Bilge Kağan yazıtında gök, tanrı, yer, insan kavramlarının hepsi yer almaktadır. Aynı tarihlerde Özbekistan doğumlu Ebu Hanife, Irak’ta Kufe kentinde (soyu Özbekistan Tirmiz’li) doğmuş ve orada da İslamiyet içersinde Ademiyet zihniyetini geliştirmiş, İslâmiyetin evrensel yönüne insan yönüne vurgu yapmıştır. Ardından 870 yılı doğumlu Kazakistan doğumlu Farabi evrensel devlet anlayışını kitap olarak yayınlamıştır. Kendisi ikinci Aristo ve ilk İslam filozofu olarak tanınmaktadır. Farabi âlemde insanı, insanda âlemi görmüştür.
Farabi ile aynı dönemde yaşayan Harezmî ise matematikde sıfır sayısını işlevsel olarak kullanmaya başlayarak sıfırın hamisi olmuştur. Yine aynı dönemde ve yine Harezmli Birûni ise Hindistan’a 1017’den başlayarak sayısız seferler yapmış ve Hindistan’ı kitaplaştırmıştır. Hindistan’da Hintlilerin evren bilgilerini edinmeye çalışmıştır ve bu yolda Sanskritçeyi öğrenmiştir.
Farabi’nin hemen ardından gelen Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig kitabı ile yine aynı evrensel ilkeleri daha da geliştirmiştir. Bilgeliğe kutsallık atfetmiş ve Kutadgu Bilig olarak kitaplaştırmıştır.
Türklerin göğü kavrama, kucaklama anlamında en çok ilgi duydukları bilim gökbilim (astronomi) bilimi olmuştur. Rasathaneler ve Ali Kuşçu, Uluğbey, Harezmî, Biruni, Ömer Hayyam gibi bilginler hep gökbilim ve göğün sırları, âlemdeki ilim peşinde olmuşlardı.
Türk düşünürlerinin Ortaasya’daki bu ilim ve bilim faaliyetleri batılı Amerikalı Frederick Starr tarafından “Kayıp Aydınlanma” olarak kitaplaştırılmıştır. Buradaki bakış açısı aydınlanmayı Avrupa Rönesansına inhisar ettiren anlayışı yanlışlamaktadır. Bu durumda, kendimizde olan aydınlanmayı yeniden keşfetmemiz halinde kendimizi Aydın olarak niteleyebiliriz.
Pasifik kıyılarına yaslanmış Hunlarla başlayan Türklerin gökyolculuğu‘nun zirvesi 1400 yıl sonra küçük Asya’da Anadolu’da yaşanacaktır. Bu zirvenin adı da Yunus Emre’dir. Yunus Emre kullandığı Türkçe tasavvuf kavramları ile içimizdeki göğü aydınlatmış, kamu âlemdeki insanları birbirine bir kılmıştır. Yunus ile birlikte göğ ekini biçmiştir. Göğün aydınlattığı gönün içindekidir, gönüldür. Gönül kumaşı ise gökte dokunmuştur.
Yunus Emre’nin çağdaşı Mevlana’da da Sema (Gök) ayinleri ile Semazenlerle görselleştirilen Mesnevi de gökteki sırlarla ilişkilidir.
Sibirya’nın güneyindeki su kenarlarında yaşayan su samurlarının, Türkçe tabirle kişlerin yaşantılarını gözlemleyen Türkler kendilerini yani insanı da kişi olarak nitelendirmişlerdir. Burada söz konusu olan doğa içerisindeki birliktelikteliktir; kişiler ve kişiler. Aynı şekilde göğü sürekli izleyen göçebe Türkler, bozkır yaşantıları esnasında göklerde izlediklerini yeryüzüne dizeler ve satırlarla yansıtmışlardır.
Türkler böylece Göktürkler, olurken efsanelerinde yeralan efsanevi kurt da gökbörü olmuştur. Bilge kişiyi, Kökçin sakallı olarak adlandırmışlardır. Doğadan topladıkları bitkilerle halılarını kök boya ile boyamışlardır. Türkmenler büyüklerini kök ayuk olarak nitelendirmişlerdir. Göklerdeki kutsallık bu şekilde yeryüzüne indirilmiştir. Göğün kutsallığı anlayışı İç Asya Türk boylarından olan Chou’ların milattan önce 1000 tarihlerinde kurduğu devletten itibaren geçerli olmuştur ve bu anlayış daha sonra Türklerden Çinlilere de geçmiştir.
Eski Türkler göğe çok önem vermişlerdi. Çünkü onların gökleri Çin ve Hindistan’da olduğu gibi bulutlu değildi. Gece ve gündüz parlak bir gök, Türklerin kalplerini ve gözlerini kendine çekiyordu. Yıldızlar, eski Türk kültüründe çok büyük bir öneme sahip idiler. Çünkü eski Türkler zamanlarını, yollarını ve hatta iklim şartlarının değişip veya değişmeyeceğini, gökteki yıldızlara bakarak öğrenirlerdi. Bunun için de geniş ve iyi gelişmiş bir yıldız bilgisine sahip olmaları gerekiyordu. Bu sebeple Türkler göğe önem vermişler ve bütün ufukları tek bir renkle kaplayan göğün kendisinin de, bir tanrı olduğuna inanmışlardır. Onlar Çin’de olduğu gibi yere bakmıyorlar ve yerle bağları ancak atlarının ayakları ile meydana geliyordu. Göğün maviliği, renklerin en güzel ve en kutsalı, kalplerini dolduran sonsuz bir ilham kaynağı idi. Kaynak: Bahaeddin Ögel. Türk Kültürünün Gelişme Çağları I. İstanbul 1992 Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. ss.15.
Türkler, disiplinli bir hayat ve toplum düzenleri yüzünden, Tek Tanrı düşüncesine çok erken çağda erişmişlerdi. Çin ve Hindistan gibi ziraat memleketlerinde, Tanrıların sayıları pek çoktur. Ziraatçının gözleri, yalnızca mahsulünde ve bereket getirebilecek her türlü sihirli şeylerde idi. Ziraatçıların üzerlerindeki gökyüzü, çoğu zaman bulutlarla kaplı idi. Zaten o da havanın bulutlu olmasını isterdi. Onun tarlasında göğe bakacak vakti de yoktu. Kaynak: Bahaeddin Ögel. Türk Kültürünün Gelişme Çağları II. İstanbul 1992 Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. ss.87
Atlı Türklerin günlük hayatları ise ziraatçılardan bambaşka idi. Atlı Türkler yere, yalnızca atlarının ayakları ile bağlı idiler. Onlar kendilerini, yağız yer ile masmavi gök arasında asılmış ve boşlukta yürür gibi düşünürlerdi. Türkün başı gökteydi. Onun zihnini yoran ve kalbini dolduran tek şey, üzerini kaplayan sonsuz mavilikti. Sonsuz göğün tek rengi ve tek kubbesi, onun düşüncelerini birleştiren ve tek amaca yönelten önemli bir sebepti. Tıpkı ailesini, kendi başkanlığında toplayan kubbeli otağı ve evi gibi. Otağın altında bir aile reisi, gök kubbesinin altında da bir Türk Kağan’ı vardı. Elbette ki bu sonsuz ve mavi kubbenin, onun üstünde dolaşan güneş, ay ile yıldızların da bir sahibi ve Hakan’ı olacaktı. Her şeyi o yaratmış ve yaratıklara da yaşasınlar diye, yerler ile suları o vermişti. İşte Türklerin çok erken çağlarda, “tek Tanrı” ya inanmış olmalarının başlıca sebebi bu idi. İnanç ve düşüncelerdeki birlik, toplumda da dirlik ve düzen doğurmuştu. Ayrıca toplumdaki birlik ve disiplin, düşünceleri de törpülemiş ve fikirleri tek bir amaca doğru yöneltmişti. Kaynak: Bahaeddin Ögel. Türk Kültürünün Gelişme Çağları II. İstanbul 1992 Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. ss. 88
“Yukarıda gök tanrı, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında kişioğlu yaratılmış! Kişioğlunun üzerine de, atam, amcam, Bumın Kağan ve İstemi Kağan oturmuş!.” Göktürk Yazıtları’ndan alınmış olan bu parça, Türk düşünce tarihinin en önemli bir belgesidir. Kaynak: Bahaeddin Ögel. Türk Kültürünün Gelişme Çağları II. İstanbul 1992 Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. ss. 89
Tengri yani Tanrı sözü Türklerde başlangıçtan beri, geniş anlamda göğü ve göğün maviliğini karşılamıştır. Gök (kök), renk olarak göğün rengi ve sembolüdür. Türklerde bu mukaddes renk Kök Tengri ve Göktürk deyimlerinde, bütün açıklık ve haşmetiyle görünmektedir. Altay destanlarında gök renk, daha genişliyor ve açığa kavuşuyordu. Dünya topraklarının bittiği yerde, sonsuz bir Mavi Deniz (Kök Tengiz) vardı. Bu destanda adı geçen Hakanların adları da, Kök Han ve Kök Katay gibi, gök rengi ile tanıtılmış kişilerdi. Bu destanlarda, konuşabilen ve uçabilen, atlara da rastlanıyordu. Bu kısrakların çoğunun renkleri de, gök idi. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel. Türk Mitolojisi (Kaynakları ve açıklamaları ile destanlar) II. Cilt. Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1995. Türk Tarih Kurumu Yayınları. ss.151-152
Göktürklerde Kök sözü, yalnızca gök, mavi renk için de söyleniyordu. Kök yürüng, gök beyaz veya gök açık, taş veya su tanıtmaları da, yapılıyordu. Zamanla göğün önündeki Tanrı tanıtması kalkmış ve göğe yalnızca gök denmeye başlamıştı. Uygur el yazılarında bu gelişmeyi görüyoruz. Uygur çağında Tanrı sözünün mânâsında geniş gelişmeler olmuştur. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel. Türk Mitolojisi (Kaynakları ve açıklamaları ile destanlar) II. Cilt. Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1995. Türk Tarih Kurumu Yayınları. ss.152