© Copyright Okay Deprem
Bugün Türkiye nüfusunun kaba bir hesaplamayla üçte birlik bir kısmı, Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarındaki çok hızlı küçülmesi ve ardından da çöküşü sonucunda bu topraklara akın akın göç eden çok farklı Türkik kavimler ile Kafkas ve Balkan halklarının soyundan gelenlerden müteşekkildir. Anadolu topraklarının kuzey doğu ve kuzey batı aksından gelen Türk-Müslüman ağırlıklı milyonları bulan nüfusun kaynağını oluşturan kara parçalarından birisi de Kırım’dı. Sonradan, yavaş yavaş tesis edilecek ve bugün yaşanan sosyal ve siyasal sorunların önemli bir ayağını teşkil eden Türk İslam milliyetçiliği ideoloji ve politikasının doktriner ve ateşli taraftarlarının hatırı sayılır bir kesimini Rusya’nın Tataristan bölgesi ile birlikte Kırım Yarımadası’ndan göçen muhacirler oluşturuyordu.
Bugün Türkiye’de Kırım Yarımadası denilince haritada gösterebilecek kitlelerin sayısı ve oranının son derece sınırlı olması durumu bir yana, yine günümüz Türkiye’sinde soyu bir tarafından Kırım Tatarlarına dayanan tam tamına 6 milyon kişinin yaşadığı gerçeği insanı daha fazla şaşırtmaya yetiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük müttefiki olan ve Osmanlıların kendi resmi halefleri ilan ettikleri yegâne devlet konumundaki Kırım Tatar Hanlığı; Rus Çarlığı ile 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nı takiben önce 1783’de II. Yekaterina tarafından ilhak edilmesinin ardından ve esas olarak 1854-1856’daki Kırım Savaşı’ndan sonra ve Ekim Devrimi ile 1. Dünya Savaşlarının akabinde doğrudan veya dolaylı yollara günümüz Türkiye ana karasına 2 milyona yakın bir göç vermiştir. Herkesin birbirinin ecdadını aradığı son yıllarda, Kırım Tatarlarının ana yurdu, günümüz Ukrayna’sının otonom bir eyaleti olan Kırım Özerk Bölgesi’ne gidip tarihin ve geçmişin izini sürüyoruz…
KIRIM’IN BAŞKENTİ SİMFEROPOL (ESKİ TÜRKÇE ADIYLA AKMESÇİT)
2 milyon küsur nüfusu, neredeyse Trakya büyüklüğündeki yarımadaya oldukça dağınık ve homojen biçimde dağılan Kırım’ın, otonom bölge olması dolayısıyla bir de başkenti var: Simferopol. Antik Yunanca’da “Yararlı kent” manasına gelen şehirden yıllar önce Sevastopol’e giderken geçtiğimde ve günübirlik uğradığımda oldukça silik ve niteliksiz bir kent izlenimi edinmiş olmama karşın kıştan bahara geçilen cemre günlerinde Simferopol’ü ayrıntılı gezme fırsatı edindim. Her şey bir yana, şehrin kendisine çok net mimari, estetik veya doğal ayırt edici bir özellik kazandıran karakteristiği yok. Bundan dolayı her yönüyle eklektik bir kent tanımlaması kaçınılmaz oluyor Simferopol için. Hem, tarihi pek çok Rus ve Ukrayna kentine nazaran çok geç tarihlerde kurulmuş olması, hem de Kırım’ın çukur iç bölgesinde yer almasından ve ticaret yollarına da uzak oluşu dolayısıyla; başkent olmasına nispet şehir, yakın dönemlerin yerleşim ve kültürel-mimari izlerinin heterojen bir toplamı görüntüsünde bugün.
400.000’e yakın nüfusu ve kozmopolit yapısı ile Kırım’ın tek üniversite şehri hüviyetine sahip
Simferopol aynı zamanda Tatar Milli Meclis’ini de barındırıyor bünyesinde. 1944’te savaş daha devam ederken Orta Asya’ya sürülen ve Sovyetler Birliği’nin çözülme sürecine girdiği dönemde kitlesel olarak Yarımada’ya geri dönen Tatarlar, II. Kırım Tatar Kurultayı’nı düzenledikten sonra kendi milli parlamentolarını, kendi dillerinde tiyatrolarını, bir de pedagoji enstitülerini kurmuşlar. Toplamda yarımadada nüfusları üç yüz bine yaklaşan Kırım Tatarlarını, her köşe bucakta ve toplumsal hayatın her alanında görmek mümkün. 2. dilleri Rusça’yı ana dilleri gibi konuşabilen Tatarlarla Türkiye Türkçesi ile de anlaşmak çok kolay.
Simferopol (Akmesçit) tüm tanınmamışlığına ve saklı kalmışlığına karşın yine de ve her şeye rağmen bir Rus İmparatorluk ve Sovyetler Birliği geçmişi olduğunu kanıtlayan bir mirasa ve kentsel siluete sahip. Müzeler, müze-evler, abideler ve heykellerle dolu ve oldukça düzenli ve yeşil bir şehirsel yerleşime sahip Kırım’ın başşehrinde sizi dünyaca ünlü roman yazarı, düşünür ve aktivist Lev Tolstoy’un vaktiyle yaşadığı ev karşılıyor. Kırım Savaşı’na subay olarak katılan yazar birkaç seneliğine bölgede dolaşmış ve yaşamıştı. Yine, kimyadaki periyodik elementler tablosunu geliştiren dünyaca tanınmış bilim adamı Rus kimyager Dmitri Mendeleev ile Karadeniz ve İstanbul resimleri ile tanıdığımız 19. Yüzyılın romantik ressamı İvan Konstantinoviç Ayvazovskiy gibi ölümsüz şahsiyetlerin okudukları lise de görülmeye değer gerçekten de. Kentin en eski yapısı olarak kabul edilen Kebir Camii ise, oldukça sade ve sessiz görünümü ile şehir merkezindeki eski Tatar mahallesinin dar sokaklarını arşınlarken karşınıza çıkıveriyor. Tam 87 kilometrelik uzunluğu ile dünyanın en uzun troleybüs hattı ile Yalta kentine bağlanan Simferopol’de bunların dışında; Lenin, Puşkin gibi siyasi ve kültürel kültlerin heykelleri ile anayurt savaşına dair anıtları merkezi tüm noktalarda görmek mümkün.
Tatar Başkenti Bahçesaray ve Mini Topkapı Sarayı: Hansaray
Simferopol’ün 2 otobüs terminalinden de kalkan ve Sivastopol istikametine giden eski püskü minibüslerinden birisine bindikten sonra 1 saat bile çekmeyen bir mesafede iniyorum. Yol boyunca manzara oldukça sıradan ve yalın. Keza güney tarafları sayılmaz ise aslında Kırım’a doğanın çok da cömertçe davrandığını söylemek mümkün değil. Taşranın her tarafı, Karadeniz tipi stepler, savanlar, otlaklar, tarlalar ve ufak ağaçlıklar ile kaplı. İndiğim mini gardan az sonra kalkan Bahçesaray minibüsüne gene hınca hınç insan kalabalığının içinde eriyerek güç bela biniyorum. Kırım’ın hafiften iç taraflarına sokulunca doğru düzgün toplu taşım bulmak neredeyse olanaksız… Buraya gelene kadar beni yalnızca otantik bir saray meskeni karşılayacak zannetsem de, vadinin iç taraflarına doğru araç yükseldikçe buranın epey büyükçe bir kasaba olduğunu fark ediyorum. Türkiye tipi karikatürize kasaba ev tipi kadar olmasa da derme çatma, bakımsız ve gösterişsiz 1-2 katlı evlerden oluşan bir yer burası.
Meydanımsı açık bir alana gelmeye doğru sol tarafta Puşkin’in heykelini görür görmez, saray herhalde buralarda bir yerde olmalı diyorum. Ne de olsa romantik Rus şairin sarayı ziyaret ettiği ve uzun uzun gezdiği biliniyor. Sol taraftaki minareleri ve ince sivri kulecikleri ve nihayet büyük giriş kapısını görmemle birlikte iniyorum araçtan. Ve karşımda adeta dünyadaki 2. Topkapı Sarayı duruyor. Diğer bir deyişle Topkapı Sarayı’nın minik bir benzeri. Kırım Tatar Devleti hanlarının baş meskeni olan Hansaray, içteki çok değil ancak dıştaki ikincisi biraz yüksekçe surlarla çevrili. Bunların ortalarından da bugün tamamen boş ve kuru olan ancak vakt-i zamanında kuvvetle muhtemel içerisi su dolu olan derinlemesine bir hendek geçiyor. Hansaray’ın ana kapısı oldukça mütevazı, sade ve büyükçe bir avlu girişini andırıyor. Üzerinde yükselen ve iç surun hemen bitiminde tüm sarayı çevreleyen bitişik nizam saray binalarının dış cepheleri; genelde yüksek, tek katlı ve bazıları cumbalı olmak üzere hafif nişli dikdörtgen planlı ahşap pencerelere sahip. Pencere dizisinin alt ve üst tarafları genellikle geometrik, oryantal ve simetrik non-figüratif çizimler ve renklendirmelerle bezeli. Çoğunun aslında birer baca işlevi gördüğü tahmin edilen ve Topkapı Sarayı’ndakileri çok fazla andıran minyatür sivri kulelerle dolu yassı ve kiremit kaplı çatı ise saçaklı. Ana kapıdan girer girmez sizi önce Topkapı Sarayı’nın 2. avlusunun büyüklüğü ve tipine benzer bir iç bahçe karşılıyor.
Hansaray Müzesi Ve Harem Dairesi
Ünlü Giray Hanedanı tarafından 1532 yılında inşa edilmeye başlanan Hansaray zaman içerisinde yeni yapıların ilave edilmesiyle adım adım büyütülüp genişletilir ve bugünkü görünümüne kavuşur. Kırım Tatarlarının siyasal ve kültürel hayatının merkezi olan bu Yeni Çağ dönemi şark sarayının ayrıntılı tasarımı ve minareleri Osmanlı, Pers ve İtalyan mimarların eseridir. Han, ailesi ve saray personelinin konutları ile müze bölümü, avlunun hemen sol tarafında yer alıyor ve hem gruplar halinde hem de münferit olarak giriş yapılabiliyor. Topkapı Sarayı’nın harem dairesini birebir andıran, oda, salon, banyo, koridor ve iç avlulardan oluşan kapalı yaşam alanları; duvarlarının rengârenk boyamaları, köşelerdeki gösterişsiz kanepe takımları, görkemli kristal avizeleri, nitelikli mermer kaplı zemini, köşelerde yer alan sivri şömineleri, ahşap sütun ve pervazları, canlı tonlarla harmanlanan, iç içe geçmiş katlardan oluşan ve oldukça süslü işçiliğiyle göz dolduran yüksek tavanları ile dikkat çekiyor. Hanlığın en mühim politik ve ekonomi konularının tartışıldığı ve kararların alındığı Divan Odası’nda hanın altın kaplamalı tahtı halen başköşede yerini korurken, o günün bakanlar konseyi üyelerinin oturdukları kanepeler ise bugün de yerli yerinde boy gösteriyor. Vitraylı camlar, renkli mermer bloklarla kaplı üst duvar cepheleri, yastıklı sedirler ile ortada duran ufak bir çeşme; oturma odalarının temel karakteristiğinin rengini veriyor.
Gözyaşı Çeşmesi ve Puşkin’in Şiiri
Hansaray’ın harem dairesine doğru ilerlerken iç avlularda boy gösteren iki çeşme var ki ünleri, sadece sarayın değil ancak Bahçesaray’ın ve hatta ülkenin de çok ötesine taşmıştır. Bunların birincisi Kaplan Giray Han’a ithafen yapılan Altın Çeşme’dir. Az ileride ise Puşkin ile özdeşleşen ikincisine, Gözyaşı Çeşmesi’ne geliyoruz. Kırım Hanı Giray, hareminde tutsak olan Polonyalı prenses Maria’ya delicesine tutkundur. Bu aşk yüzünden, o zamana kadar haremin gözdesi konumundaki Zarema adlı cariye ikinci plana itilmiştir. Bunun üzerine Zarema Maria’yı öldürür. Bunun üzerine Zarema’nın hayatına son veren Giray, Maria için muazzam bir çeşme yaptırır. Sürgündeyken Sarayı ziyaret eden ünlü Rus şair Puşkin çeşmeyi görerek adeta büyülenir ve 1824 yılında meşhur “Bahçesaray Çeşmesi” şiirini kaleme döker:
“… Ah Aşk Çeşmesi, ah hüzün çeşmesi
Dinledim senin taş dudaklarından uzun hikâyeleri
Ah uzaktır, acı ve mutluluğun parçaları
Fakat Maria’dan hiçbir sözcük çıkmadı…”
Yazılanlara göre, 18. asır sonlarında Kırım’ı işgal ve istila eden Rus orduları, Puşkin’e saygı ve sevgilerinden ötürü bu çeşmeye ve aynı zamanda Bahçesaray’a dokunmazlar. Çeşmenin de ismi orijinal haliyle kalırken, yanına bir de Puşkin’in büstü dikilir.
Saray kompleksinin diğer temel yapıları: Avlunun kuzey girişinin doğusundaki Büyük Han Camii, Ufak Han Camii, Havuzlu Avlu, Falkon Kulesi, Pers Bahçesi, Han Mezarlığı ile Sarı Güzel Banyosu. Türk Baroku’nun damgasını vurduğu Harem odaları ise; ortada mermerden bir soba, kenarlarda şifonyer ile sandukalar, sedir kakmalı sehpa takımları, canlı duvar boyamaları, Pers halıları, bakır sürahi, kazan ve tepsi takımları ve de çalgılar ile karakterize…
Bu makale Hayat Dergisinde yayınlanmıştır.