DIŞIMIZDAKİ DÜNYA:
- TİCARİ ENTEGRASYON BÖLGELERİ/KÜRESEL BAĞLANTILAR
- KÜRESEL DEĞER ZİNCİRLERİ
- KÜRESEL BAĞLAR
- KÜRESEL BAĞLANTILAR VE İLETİŞİM
VASATI AŞMAK/İÇİNE KAPALILIK/DIŞA KAPALILIK / BİLGİ ÇAĞI VE ESKİ ÇAĞLAR
- dünya, dış dünya
- içe kapanıklık
- ufku dar
- dışa kapalı
İHRACAT İNOVASYONLARI
- İHRACAT KAPASİTESİNİN YENİLENESİ/İHRACAT KAPASİTESİ VE YENİLENME (yönetim inovasyonu)
- E-İHRACAT ( pazarlama inovasyonu)
- İHRACAT SEPETİ/İHRACAT SOFİSTİKASYONU (ÜRÜN inovasyonu)
- İHRACAT MENZİLİ-UFKU (dağıtım kanalı ve lojistik inovasyonu)
Ana Kavramlar:
- ihracat sofistikasyonu
- e-ihracat
- ihracatta yenilenme
- ihracat performansı
- ihracat kapasitesi
- ihracat sepeti
TİCARİ ENTEGRASYON BÖLGELERİ/KÜRESEL BAĞLANTILAR
Grafikten başlayayım isterseniz. Yandaki grafik Türkiye’nin dünyanın değişik bölgeleri ile ticari entegrasyonunu gösteriyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi söz konusu olduğunda, Türkiye, bu bölgenin toplam ithalatı içinde yüzde 4’lerde bir yer tutuyor. Üstelik son 10 yılda toplam bölge ithalatı içindeki payını da ikiye katlamış görünüyor. Avrupa söz konusu olduğunda, yıllar itibariyle değişmese bile, Avrupa’nın toplam ithalatı içinde yüzde 1’lik bir payımız var. Bu yüzde 1, diğer yüzde 4’ten çok daha kocaman elbette, onun da altını çizeyim. Ama Kuzey Amerika ve Doğu Asya söz konusu olduğunda, bu bölgelerin toplam ithalatı içinde Türkiye’nin payı, binde 1’lerde dolanıyor. Oralarda yokuz, hiç lafı uzatmayalım. İşte salondan bana laf atan araştırmacı tam da bunun altını çiziyordu. “Oralarda olmadığınıza göre, küresel üretim ağlarının değer zinciri içinde yer almıyorsunuz” diyordu. Doğru söylüyordu.
KÜRESEL DEĞER ZİNCİRLERİ
Türkiye, dünyanın kıyısındadır
“Türkiye dünyanın neresindedir?” Dünyanın iktisadi merkezi, Türkiye civarında olmasına rağmen, Türkiye küresel değer zincirlerinden pay alamamaktadır.
“Nasıl yani, Türkiye küresel değer zincirlerinden hiçbirinin parçası değil mi?” diye sordu. Benim müthiş canım sıkıldı. Adam haklıydı. Türkiye’den geçen hiçbir küresel üretim zinciri yoktu. Nokta. Dünyadaki küresel değer zincirleri açısından bakıldığında, Türkiye, bildiğimiz dünyanın kıyısında yer alıyordu.
KÜRESEL BAĞLAR
Çin’in üretim sürecinde yoğun olarak kullanılan üç boyutlu yazıcılar neden Anadolu’da bulunmuyor? Makine sektörü derseniz, ondan bizde de var. Peki, üç boyutlu yazıcı neden yok? Çin’in tersine, Anadolu’dan geçen güçlü küresel üretim zincirleri olmadığı için yok. Anadolu üretimi ile dünyanın ayrılmaz bir parçası olamadığı için yok. İçinden küresel üretim zinciri geçen ülke olabilmek, içinden petrol boru hattı geçen ülke olmaktan çok daha zor.
Dün yüksek maliyetle yapılabilen işler bugün ucuzluyor. Küresel üretim zinciri örgütlemek kolaylaşıyor. Konya’yı, Kahramanmaraş’ı bu yolla dünyanın ayrılmaz bir parçası yapabilmek mümkün hale geliyor. İnsanlığın karbon izi küçülüyor.
Makine sektörümüz küresel üretim zincirinin ayrılmaz bir parçası haline gelmeyi daha başaramadı. Biz de daha makine sektörüne sahip olmanın, herhangi bir ilin imkanlar setini ne kadar genişletebileceğini yeterince farkedemedik. Yükte hafif, pahada ağır mallara doğru ilerledikçe, üretim desenimizin teknolojik seviyesini artırdıkça bu tür aletlerin kullanımı yaygınlaşacak.
Böyle bakıldığında, mal nakliyatında havayolunun daha yoğun kullanımı meselesi ile üç boyutlu yazıcı kullanım yoğunluğu hadisesi doğrudan örtüşüyor. Bugün Amerikan dış ticaret rakamlarına, taşınan ağırlık cinsinden bakarsanız havayolunun payının binde 4 olduğunu görürsünüz. Ticari değer açısından ise, Amerikan ticaretinin yüzde 25’i havayolu ile taşınıyor. Dünya rakamları ise binde 2’ye yüzde 18 civarında. Yükte hafif, pahada ağır dediğim işte tam da bu. Yapmamız gereken nedir? Daha yüksek teknolojili mallar üretmektir. Daha sofistike mallara yönelmektir. Bunun da yolu, büyük firmaların olduğu kadar KOBİ’lerin de bu yeni dünyaya ayak uydurabilmesinden geçer.
Anadolu’dan geçip giden küresel değer zinciri yok. Burada biten var. Buradan geçip giden yok.
KÜRESEL BAĞLANTILAR VE İLETİŞİM
Birincisi,
Türkiye esas olarak havaleli mallar üretiyor. Pahada hafif, yükte ağır malların ötesine geçemiyoruz.
İkincisi,
küresel şirketler Türkiye’de dünya için üretim yapmıyorlar. Küresel şirketler Türkiye’ye üretim yapmak için değil, başka yerlerde ürettikleri, geliştirdikleri ürünleri pazarlamak için geliyorlar. Türkiye’nin kocaman iç pazarı, Türk şirketlerini ve de yabancıları olsa olsa hantallaştırıyor.
Üçüncüsü,
ihraç mallarımızın sofistikasyon düzeyi, Çin’in ihraç mallarının sofistikasyon düzeyinin hayli gerisinde. Neden? Çin’e gelen yabancı sermaye, Çin’in ihraç ürünleri sepetini gelişmiş ülkelerin ihraç malları sepetine yakınsatıyor. Türkiye’ye gelen yabancı sermaye, Türkiye’nin ihraç ürünleri sepetini gelişmiş ülkelerin ihraç ürünleri sepetine yakınsatmıyor. Türkiye’nin ihraç malları sepetinin sofistikasyon düzeyi Çin’e göre düşük kalıyor.
DHL Global Connected Index’te Türkiye, 140 ülke arasında 59’uncu sırada yer alıyor.
Ülke dışından içeriyi arayan uluslararası telefon konuşmaları sıralamasında Türkiye, 140 ülke arasında 87’inci.
Ülke içinden dışarıyı arayan uluslararası telefon konuşmaları sıralamasında ise 108’inci sırada. Ne demek? İş bağlamak için telefonla yurt dışının arandığını ya da yurt dışından ülkenin arandığını düşünürsek, Türkiye, küresel bağlantı düzeyi indeksinde 59’unculuktan 87 ve 108’inciliğe düşüveriyor. Biz öyle telefonla yurt dışını pek aramıyor, yurt dışından da pek aranmıyoruz.
Ama mesela Malezya için baktığınızda, küresel bağlantı indeksinde 140 ülke arasında 21’inci sırada olduğunu görüyorsunuz. Yurt dışından aramalarda 46’ıncı, yurt dışını aramada ise 33’üncülükte oturuyor Malezya. Ne oluyor? Malezya, Türkiye ile kıyaslandığında, küresel zincirlere daha bir yakın duruyor.
Doğrudan yatırımlar açısından bakıldığında, Türkiye, 140 ülke içinde 97’inci sırada yer alırken, Malezya 56’ıncı sırayı alıyor.
1980’lerde dünyanın iktisadi siklet merkezi Atlantik Okyanusu’ndaydı. Avrupa-Amerika ekonomileri dünyanın merkezindeydi. Ticaret Atlantik’in iki yakası arasındaydı. Şimdi üretim üsleri doğuya doğru kaymaya başladı. Siklet merkezi artık Türkiye’nin üzerinde bir yerlere geldi. 2050 yılında ise Çin’in batısına doğru kayacak. Not edeyim, aklınızda kalsın: Dünyanın siklet merkezi Türkiye’ye geldi ve biz Türkiye’yi hala küresel değer zincirlerinin ayrılmaz bir parçası haline getiremedik.
Ne demiştim? İçinden boru hattı geçen ülke olmak kolayken, içinden değer zinciri geçen ülke olmak beceri gerektiriyordu. Türkiye beceriksiz çıktı.
İHRACAT KAPASİTESİNİN YENİLENMESİ
Dış ticaretten konusunda odaklanmamız gereken konu nedir?
Ben ihracatta yenilenmenin temel meselemiz olduğunu düşünüyorum.
Dünya Bankası’nın geçenlerde yayımlanan Türkiye’nin Dış Ticareti raporuna göre, Türkiye ihracatının temel problemi memleketin ihracat kapasitesinin kendisini bir türlü yenileyememesidir.
Nedir? Türkiye ihracatının yüzde 65’i, zaten ihracat yapan eski firmaların, zaten eskiden beri mal sattıkları pazarlara, zaten eskiden beri sattıkları malları satmaya devam etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Eksik olan nedir?
Türkiye’nin yeni firmalara, yeni pazarlara, yeni ürünlere ihtiyacı vardır.
Yeni firmalarla yeni pazarlara, yeni mallarla girme kapasitemizde bir düşüklük vardır.
Ülkemizin ihracat kapasitesinin nasıl yenilenebileceği üzerine düşünüp, düşündüklerimizi icraata dökmemiz gerekmektedir.
Birincisi, Türkiye’nin ihracat performansı esas olarak, eski firmaların, eski ürünleri, eski pazarlara satmalarından kaynaklanıyor. Türkiye yenilik yapmakta zorlanıyor. İhracatımızın üçte ikisi eskilerden kaynaklanıyor. Dünya Bankası’nın Ekonomi Bakanlığımız ile birlikte Mayıs 2014’te yayımladığı Dış Ticaret Raporu tam da bunu gösteriyor. Ne diyor? Zaten ihracat yapan firmalar, zaten ihracat yaptıkları pazarlara, zaten sattıkları malları satmaya devam ediyorlar. Bunun sonucunda da Türkiye’de ihracat artıyor. Ne yapamıyor Türkiye? Yeni firmaları, yeni pazarlara, yeni ürünlerle süremiyor. İşte o vakit, o pazarlarda meydana gelen daralmalar bizi daha bir derinden etkileyebiliyor. Nitekim şimdilerde de öyle oluyor. Avrupa daralırken, Orta Doğu’ya yöneldik. Şimdi Orta Doğu alevler içinde, konteynırlarımız hedef pazara ulaşacak yol bulamıyor. İhracatımız elbette olumsuz etkileniyor. Ne yapmak lazım? Bana sorarsanız ihracatta yüzümüzü yenilememiz lazım. Yeni firmalar, yeni ürünler, yeni pazarlar bulmak lazım.
İHRACAT KAPASİTESİ VE YENİLENME
Dünya Bankası geçenlerde dış ticaret ile ilgili güzel bir rapor yayımladı. Adı “Yüksek Gelir Statüsüne Geçişte Dış Ticaretin Rolü”. Okumadıysanız edinip şöyle bir bakın derim. bu oran binde 8’lere doğru ilerledi. Bu ne demek? Türkiye’nin dünya ticareti 2000’li yılların başında Türkiye’nin dünya ticareti içindeki payı binde 5 mertebesindeydi. 2012 itibariyle içindeki payı son on yılda artmış demek. Yani şirketlerimizin rekabet gücü artmış ve dünya ticareti içindeki payımız yükselmiş. Bu da fena değil elbette. 1980’lerde başlayan ihracat hamlemiz bir sonuç vermiş gibi görünüyor. Ama rakamlara daha dikkatli baktıkça ortaya problemli bir resim çıkıyor. Türkiye, özellikle son on yıldır, memleketin ihracat kapasitesini bir üst aşamaya sıçratacak yapısal tedbirleri almamış gibi duruyor. İhracatımız mevcut haliyle bir kapasite kısıtına takılmış gibi duruyor. Bu üretim kapasitesi, bu eğitim sistemi, bu hukuk sistemi, bu kurumsal altyapı, bu makro yönetim anlayışı ile daha iyi bir performans sergilemek imkânsız görünüyor. Türkiye’nin 500 milyar dolarlık ihracat hayalinin gerçek olabilmesi mevcut şartlar dâhilinde mümkün değil gibi duruyor. On yılda beş milli eğitim bakanı ile boş yere zaman harcayınca, yeni bir ihracat hamlesi için gereken enerji biriktirilemiyor.
Türkiye’nin ihracatı ya yeni firmalar ihracat yapmaya başlayınca ya yeni ürünler piyasaya sürüldükçe ya da yeni pazarlara girildikçe daha hızlı bir biçimde artabilir. Hâlbuki memleket bu tür yenilikleri yapmakta çok da başarılı görünmüyor. 2002-2011 dönemine bakarsanız, ihracatımız 36 milyar dolardan 150 milyar dolara doğru yükseliyor. Ancak bu dönemde, ihracattaki artışın yüzde 65’ini zaten ihracat yapmakta olan firmalar, hâlihazırda ihracat yaptıkları pazarlara, sürekli aynı malları satarak gerçekleştirmiş görünüyorlar. Ne oluyor? Türkiye’nin ihracat performansında bir dinamizm eksikliği gözlemleniyor. Yaklaşık on yıllık dönemde daha fazla yeni firma ihracat yapmaya başlasa, daha fazla yeni ürün çıksa, daha fazla yeni pazara açılmak mümkün olsa, ihracattaki büyümenin daha iyi olması mümkün. Ama olmuyor. Türkiye’de ihracat yapan firma sayısı hızla artmıyor. Düzelteyim, Türkiye’de ihracat yapabilen, rekabet gücü yüksek firma sayısı yavaş artıyor. Bu durum ihracat hamlesini yavaşlatıyor. Neden? Kapasite kısıtları nedeniyle elbette.
Neden ihracat yapan daha fazla yeni firma çıkmıyor? Neden yeni ürünler ortalığı sarmıyor? Neden orta büyüklükteki firmalarda bir rekabet gücü eksikliği gözlemleniyor? Peki, o rekabet gücü olmayan orta büyüklükteki firmalar neden hemen batmıyor? Burada birinci olarak akla gelmesi gereken husus elbette bürokratik engeller olabilir. Gerçekten de Türkiye’de orta büyüklükteki bir firmanın yöneticisinin zamanının üçte birini bürokratik işlere ayırması gerekiyor. Alınması gereken izinleri toparlamak zaman alıyor. Başka ülkelerin KOBİ yöneticileri ile kıyaslandığında, bizim KOBİ yöneticilerinin bir kamu dairesinde üç kat daha fazla zaman harcamaları gerekiyor. Önce bunun bir anlayalım. Türkiye’de devlet bütün ağırlığıyla şirketleri baskılıyor. Başka ülkelerle kıyaslandığında, bizim firmalar ağır bir vesayet rejimi altında yaşıyorlar. Büyükler bu tür maliyetleri, faaliyet hacimleri içinde daha iyi eritirken, şirket küçüldükçe devletin şirket üzerindeki yükü görünür hale geliyor. Türkiye’nin bu devlet tahakkümüne bir son vermesi gerekiyor.
Ama sonunda ne oluyor? Rekabet gücü düşüyor. Ülkenin ihracatı dinamizmini kaybediyor. 500 milyarlık ihracat hedefi, kötü yönetim nedeniyle, yakalanabilirken hayal oluyor. Baştaki kapasite kısıtları ileri teknolojili, katma değeri yüksek yatırımlara doğru gitmeyi de engelliyor. Memleket bir kısır döngüye giriyor.
E-İHRACAT
İkincisi, yeni firmaları, yeni ihraç ürünleri ile yeni pazarlara açmak için yeni yollar bulmak gerekiyor. Ben elektronik ihracat (e-ihracat)’ın bu iş için biçilmiş kaftan olduğu kanaatindeyim. İnternet artık kahvehaneden ticarethaneye dönüşüyor. İnternet üzerinde artık sohbet kadar ticaret de dönüyor. İnternet üzerinde her yer cadde üstü dükkan oluyor. Böyle bakarsanız, yaptırıyorsunuz şirketinizin kaydını Alibaba.com sitesine, bereketini görüyorsunuz. Zira sitenin sloganı, “Küresel ticaret buradan başlar” diyor. KOBİ’lerin dünyaya açılmaları artık düne göre çok daha kolay. Siz öyle uçağa atlayıp etrafı dolaşmıyorsunuz, akıllı stratejilerle dünyayı ayağınıza getirebiliyorsunuz.
Ben bir süredir Türkiye’nin e-ihracatına ilişkin istatistiklere bakıyorum. Resmi olarak böyle bir istatistik açıklanmıyor ama e-ihracat yapan şirketlerin çoğu PayPal ödeme sistemi kullandığı için, PayPal’ın elindeki verilere bakmakta fayda var. Bakınca şunu görüyorum: Türkiye’nin ihracat menzili internet üzerinden işlemler sayesinde yüzde 30 genişliyor. Çin’e ve Avustralya’ya internet üzerinden mal satıyoruz. Bizden mal alan ilk 10 ülke arasında bunlar var. Türkiye, daha uzak ihracat pazarlarına internet üzerinden ulaşabiliyor. İnternet üzerinden satılan malları, geleneksel ihracatımızın ilk 10’u ile kıyaslarsanız, PayPal veri seti daha sofistike ürünlere işaret ediyor. Mücevher ilk sırayı alıyor. Veri setine bakmak doğrusu ya, bana iyi geldi. Kafamı çalıştırdı.
Alibaba üzerinden şirketler arasında yapılan işlemlerin yıllık hacmi 2012 yılında Türkiye’nin toplam ihracatından daha büyük mesela. Tam 170 milyar dolarlık ticaret olmuş Alibaba portalı üzerinden. New York’ta BABA olduğundan beri şirketin toplam değeri artık 231 milyar dolar oldu. Dünyada e-ticaret giderek yaygınlaşıyor. Biz interneti daha çok kahvehane gibi kullanıyoruz ama dünya onun bir ticarethane olduğunun farkında. Biz muhabbet ederken, millet malı götürüyor. Neden? Devletimiz işin farkında olmadığı için elbette. 1990’lı yıllarda Çin uyanırken biz derin bir uykudaydık. Ben sonra uyandığımızı zannediyordum ama Alibaba’nın hikâyesine bakarsanız, hala mışıl mışıl uyuyoruz. Ben size söyleyeyim, Çin, e-ticareti, e-ihracata dönüştürmek için elinden geleni yapıp destekler sıralarken, biz interneti ticarethane haline getirecek adımların ne olduğu üzerinde fazla düşünmüyoruz bile. Kötü.
İnternetin kahvehaneden ticarethaneye dönüşmesinin manasını iyi düşünmek gerekiyor. Biz şimdilerde hep feysteyiz. Şakımayı pek seviyoruz. Bakın Facebook ve Twitter kullanıcılarının sayısına. İlk sıralardayız. Ama internet üzerinden ticarete gelince nal topluyoruz. Son sıralardayız. Neden? Çin ileriyi görerek, internetin kahvehaneden ticarethaneye dönüşmesini destekliyor. Mesela e-ihracatın temeli olan taşıma maliyetlerini Çin kendisi üstleniyor. Bizim devletimiz ise daha ne olduğunu anlamadığı için öyle kayıtsız bakıyor.
VASATI AŞMAK
Bakın Türkiye’nin 2000-2012 büyüme performansına mesela. Türkiye’nin de içinde yer aldığı orta gelirli ülkeler on yılda ortalama yüzde 87 büyümüşler. Türkiye ise yüzde 60’ın üzerine zar zor çıkabilmiş. Biz işte bu ligden, bir üst lige geçmek istiyoruz. Daha onların ortalamasını bile yakalayamıyoruz. İmalat sanayiinin onların büyümesine katkısı yüzde 18, Türkiye’de ise bu oran yüzde 6. Türkiye vasatlaşmaktadır derken üzerinde durmamız gereken işte budur. Vakıa ile kavga olmaz. Önce kötü bir performans gösterdiğimizi, rakiplerimizi geride bırakamadığımızı kabul edelim. Sonra da ne yapmamız gerektiğine bakalım.
İÇİNE KAPALILIK/DIŞA KAPALILIK
Türkiye bugünlerde kavanozunu dünya zanneden kırmızı balığa benziyor.
Güven Sak, Dr.12 Mayıs 2014 – Okunma Sayısı: 1544
Eskiden Türkiye bana yalnızca dünyadan azıcık kopuk gibi gelirdi. Şimdi Türkiye’yi kavanozunu dünya zanneden bir kırmızı balık gibi görüyorum doğrusu. İki durum arasındaki temel farklılık şuradan geliyor: eskiden bizim dışımızda bir dünya olduğunun farkındaydık şimdi sanki farkında değilmiş gibi yaşıyoruz ve gün boyu itişiyoruz. En azından yöneticilerimiz itişirken öyle bir hayal aleminin içindeymiş gibi görünüyorlar. “Farz edelim ki, bu kavanoz bizim dünyamızmış” gibi yaşasak istiyorlar. Ama değil. O oyunlar artık çocuklukta kaldı. Günün sorusu şudur: Daha ne kadar kavanozumuzu dünya zannederek durumu idare edebiliriz? Malum: Siz gözlerinizi kapattığınızda, hayat sona ermiyor. Tehlikeler uzaklaşmıyor. Başarılar gelip gelip size yapışıvermiyor. Aslında dün böyle idare etmek daha kolaydı. Türkiye, uzun süre askeri vesayet altında o sayede yaşadı. Ama artık “bu kavanoz şimdi sizin dünyanızmış” diye işi idare edebilmek mümkün değil. 1980 yılından beri, aşama aşama, Türkiye dünyanın ayrılmaz bir parçası oldu. Turgut bey’in başlattığı iktisadi dönüşüm süreci, 2000’li yılların başında bir siyasi dönüşüm süreci başlattı. Türkiye bu değişimi dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğu için gerçekleştirebildi. Dünyanın ayrılmaz bir parçası olan bir ekonomiyi “farz edelim ki, bu kavanoz şimdi bizim dünyamızmış” diye idare edebilmek artık konu dışıdır. Gelin bakın nasıl konu dışıdır?
iHRACAT DESENİ HAUSMANN
http://www.tepav.org.tr/tr/haberler/s/1803
Kore, son otuz yılda, orta gelirli bir ülkeden, yüksek gelirli bir ülkeye sıçrayan, tek dünya ülkesi. Bunu kavanozlarının içine kapanarak yapmış filan da değiller.
Üçüncü nokta ise şöyle: Kore de aynı Türkiye gibi son derece merkeziyetçi ve ezberci bir eğitim sistemine sahip. Test odaklı bir eğitim sistemi var. Müfredat son derece katı. Aynı Talim-Terbiye Kurulu sistemi bir nevi yani. Kore, yüksek gelirli bir ülke haline bu eğitim sistemi ile gelmiş. Demek ki neymiş? Bu talimnameye dayalı sistemle de bir halden daha ileri bir hale sıçrayabilmek mümkünmüş. Ama ne zaman mümkünmüş? Dün. Bundan bir on yıl sonra bugün bildiğiniz mesleklerde istihdam edilenlerin yüzde 47’si artık o mesleklerde istihdam edilemeyecekler. Talime dayalı, tekrar edilebilir rutin beceriler çağı artık kapanıyor. Bunun ne demek olduğunu hemen söyleyeyim: Türkiye’nin Kore’nin yaptığını tekrarlayabilmesi mümkün değil. Tam da o nedenle şimdilerde Koreliler Kore’nin eğitim sistemini yeniden tasarlıyorlar. Ne için? Yeşil teknolojiler ve yaşam bilimlerinin gerektirdiği yeni bir beceri seti ile çocuklarını donatmak ve geleceğin dünyasına hazırlamak için.
Koreliler dünyanın içinde yaşıyorlar. Biz kavanozumuzun dünya olduğunu zannediyoruz. Bu sürdürülebilir bir durum mudur? Hayır. Dünya kavanozunuzdan ibaret değildir. Turgut bey bize öyle öğretmişti. Siz sanırım unuttunuz. Ben hatırlatmış olayım: Siz gözlerinizi kapattınız diye, dünya hareket etmekten vazgeçmiyor. Maalesef gerçek bu.
Türkiye bu çağın kıyısında köşesinde bile yoktur/Güven Sak, Dr.08 Mayıs 2014 – Okunma Sayısı: 3377
Biz Türkiye’de dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü zannetme eğilimindeyizdir. Zaten bu kadar çok komplo teorisinin başka türlü yeşerebilmesi asla mümkün olmazdı. Zannedersiniz ki, dünyanın her ülkesinde “ne yapsak da, Türkiye’nin ayağını kaydırsak” diyen onbinlerce insan bulunmaktadır. Ben size söyleyeyim: İş, teknolojik gelişmeye, bilimsel başarılara geldiğinde, Türkiye, dünyanın umurunda değildir. Türkiye daha 21. yüzyılın kıyısında köşesinde bile yoktur.
çağdaş Türkiye hikayesinin artık nasıl bir genleşme hikayesi değil, tam bir büzüşme, kendi içine devrilme hikayesi olduğu ayan beyan görünsün.
Türkiye hâlâ içe kapanık bir ülkedir. Ben dışarıdan bakıldığında memleketin hâlâ içe kapanıkbir ergen çocuk gibi göründüğünü düşünüyorum. Şimdi hemen “Yok canım, nereden çıkardın?” demeyin. Doğrudur: Türkler, dışarıya açılarak zengin olabileceklerini 1980’lerin başında öğrendiler. O günden beri, kendi içinde bakarsanız ihracatımız acayip arttı. Türkiye, uyuşuk bir tarım ülkesinden dinamik bir sanayi ülkesine doğru dönüştü. İyi oldu. Oldu ama ben hâlâ Türkiye’nin yeterince dışa açıkbir ülke olmadığını düşünüyorum. Bunun bir tarafı hep kendimizi ve kendi dertlerimizi önemsemek ile alakalı. Kendimizi önemsemekten bir türlü dünyanın dertleriyle hemhal olamıyoruz. Dünya yansa umurumuzda değil esas itibariyle.
Belki konunun internette Türklerin aktivitesi ile de alakası olabilir. Türkler internette malumat aktarımı ya da paylaşımı ile pek ilgilenmiyorlar. Herkesin rahatlıkla katkıda bulunduğu Wikipedia, internet ansiklopedisinde, en çok İngilizce makale var. İkinci sırada Hollanda var. Bence ulusların dışa açıklığı ve internet kullanımına yatkınlığı ile ilgili güzel bir gösterge.Wikipedia’da 287 adet dil var. Türkçe, Wikipedia’daki makale sayısı açısından bakıldığında 30’uncu sırada yer alıyor. Dünyanın 17inci büyük ekonomisi. Dünyanın yaklaşık 17inci en kalabalık dil ailesi. Ama Wikipedia’da Türkçe makale sayısı 30uncu sırada. Merak edenler için söyleyeyim: 29uncu sırada Minangkabau dili var. Pek çokları bunu Malay lisanının bir dialekti olarak kabul ediyor. 1500 Malezyalı yaklaşık 220 bin makale yazarken, 500 bin Türk’te ancak 220 bin makale yazabilmiş.
Türkiye içine kapalı bir ülkedir. Wikipedia’da çok az türkce makale var. Şimdi bir ek daha yapayım, müsaadenizle. Bence Türkler internet kullanımında da son derece utangaçlar. Belki www.acikinovasyon.com.tr sitesinin az kullanımında bu utangaçlığın da bir payı vardır.
Önceden birçok kere altını çizmiştim çok fazla içimize kapalıyız diye. Galiba bütün bunlar ondan oluyor.
İHRACAT SEPETİ
Türkiye’nin problemi nedir? Grafikten bakarsanız görürsünüz, Türkiye son altı yılda yalnızca kişi başına düşen milli gelirde 10 bin dolarda takılıp kalmamıştır. Aynı zamanda, Türkiye’nin ihracat sepeti, yüksek gelirli ülihracat sepeti bir zamanlar kendine özgü mallarla zenginleşirken, şimdi giderek sıradanlaşmaktadır. Türkiye, vasatlaşmaktadır. Türkiye ekonomisi giderek daha vasat mallar üretmektedirkelerin ihracat sepetine doğru yakınsamaktan da vazgeçmiş gibi görünmektedir. Türkiye’nin . Bu kötüdür.
İHRACAT SOFİSTİKASYONU
Peki, bu ne demek? Avrupa ile işimiz bitti mi? Hayır. Bana sorarsanız, Avrupa ile asıl işimiz şimdi başlıyor. Türkiye’nin, dünyanın en zengin pazarı ile komşuluk avantajını kullanarak, orta gelir seviyesinden yüksek gelir seviyesine sıçraması gerekiyor. Bunu da en rahat Avrupa ile yakın ilişki içinde yapabiliriz. Bir ülkenin ihracat ürünleri sepetinin gelişmiş ülkelerin ihracat sepetlerine benzer hale gelmesine, o ülkenin ihracat sofistikasyonunun artması deniyor. Grafik, Türkiye’nin ihracat sofistikasyonunun yıllar içindeki seyrini gösteriyor. Türkiye’nin beceri seti 1990’lardan, 2000’lere hep artıyor. Ülke giderek daha az sıradan olan, kendine özgü ürünler üretebilmeye başlıyor. Ama 2006-2007’den sonra bir şey oluyor, Türkiye’nin ihracat sofistikasyonu artık artmamaya başlıyor. Grafik, artık yan yan gidiyor.
Neden? Ben size aklıma gelen üç nedeni hemen sıralayayım, bir düşünün: Birincisi, Avrupa ekonomisi 2008 yılından sonra krize giriyor. Talep düşüyor. Türkiye’nin ihracat sofistikasyonu azalıyor. Ama dikkatinizi çekeyim, 1996’dan sonra gelen yukarıya doğru hareket 2007’den itibaren yavaşlıyor. Daha önceden yani. Neden? Hemen ikinci nedene geleyim: Türkiye 2007’den itibaren reform gündemini sıfırlıyor. Hiç yapısal reform yapmıyor. Heyecanını kaybediyor. Siyaset ekonominin önüne geçiyor. Üçüncüsü, 2005-2006’dan sonra Türkiye Avrupa Birliği’ne üyelik heyecanını da sıfırlıyor. Hep bir adım önde olmayı bırakıyor. Kaderini olmadık coğrafyalarda aramaya başlıyor. Hata yapıyor.
Dün sanayimizi yabancı rekabete açarken, rahmetli Özal’a “hain” gözüyle bakılırdı. Turgut Bey haklı çıktı. Dışa açıldık ve zenginleştik. Yine öyle olacak. Yeter ki isteyelim. Daha önce yaptık, yine yaparız.
İHRACAT SOFİSTİKASYONU
Kore’nin yüksek teknolojili ihracatının toplam ihracatı içindeki payı yüzde 20, Türkiye’ninki ise yüzde 3.
Türkiye ben bildim bileli orta gelirli ülkeler arasında yer alıyor. Eskiden Güney Kore de öyleydi. Güney Kore geçen yüzyılın sonunda yüksek gelirli ülkeler listesine terfi etti. Biz eski listede kaldık. Neden? Hızlı büyüyen yıldız sektörlerimizin niteliği bana önemli geliyor. Demir çelik sektörü memleketin yıldızı gibi duruyor. Hem ihracatı hızla artıyor hem de diğer sektörlerle kıyaslanınca dünya ticaretinden aldığı pay artıyor. Ben Türkiye’nin etrafa inşaat demiri satarak zenginleşemeyeceğini düşünüyorum.
Japonya ve Güney Kore ne yaptılar da hem yüksek gelirli ülkeler listesine terfi ettiler hem de Amerikan kişi başına gelirinin yarısına ulaştılar? Aktif sanayi politikası uygulayıp, o politikalar sonucunda yüksek teknolojili ihracatın toplam ihracat içindeki payını arttırarak. Ben de, işte tam da bu nedenle inşaat demiri satarak zenginleşemeyiz diyorum. Bakın, Kore’nin yüksek teknolojili ihracatının toplam ihracatı içindeki payı yüzde 20, Türkiye’ninki ise yüzde 3. Neyin hedeflenmesi gerektiği ortada duruyor gibi geliyor bana. Kimya sektörü, ilaç, biyoteknoloji, makine ve elektronik hep önem verilmesi gereken alanlar gibi duruyor.
İHRACAT MENZİLİ-UFKU
Dış ticaret rakamlarından üç sonuç çıkarayım isterseniz. Birincisi, Türkiye, Çin’e yani o kadar uzağa satabilecek, pahada ağır, kiloda hafif mallar üretemiyor. Anadolu’dan istisnalar dışında uçakla mal da gönderemiyoruz zaten. Hep aynı nedenden: Türkiye’nin ürettiği mallar genellikle daha havaleli ve de daha ağır oluyor. Fiyatı ise pek yüksek olmuyor. Biz, bu pahada hafif, kiloda ağır malları ancak yakın piyasalara gönderebiliyoruz. O vakit, ne oluyor? Türkiye, kendisine yakın olan piyasalara daha bir bağımlı oluyor. Avrupa ve Ortadoğu hapşırsa, Türkiye nezle oluyor. Avrupa düzelmezse, Türkiye toparlanamıyor. Türkiye’de ihracatın menzili güdük kalıyor. Rakamlara bakın anlarsınız. Neden böyle oluyor? Kentsel rant bu kadar büyük olup, vergi dışında kalınca, memleketin Manisa’da mukim sanayi işletmeleri bile İstanbul’da inşaat yapmayı tercih edince işte böyle oluyor. Ne yapalım, kamu politikası ile ne ekersen, sonunda onu biçersin. Yanlış politika, memleketin ufkunu kısaltıyor.
Geleyim ikinci noktaya: Yakınımızdaki Avrupa Birliği pazarı dışında, yakın gelecekte, Türkiye’nin makus talihini yenmesine yardımcı olacak bir başka pazar görünmüyor. Bir türlü canlanmıyor. Bu ara ise orada fiyatlar düşüyor. Bu maliyetler ve bu ulaştırma altyapısı ile Türkiye’nin Uzak Doğu pazarına ulaşabilmesi, ihracat menzilini uzatabilmesi ise pek zor duruyor. Biz burada yolcu taşımak için hızlı tren projelerine kaynak akıtırken, konteynırları nasıl ucuza gönderebileceğimizle ilgilensek elbette böyle olmazdı. Ama konteynırlar oy kullanamıyor, hızlı tren ile taşınan yolcular oy kullanabiliyor. Türkiye, uzun vadeli stratejik kararları, bir süreden beri, yanlış öncüllere bakarak veriyor. İhracat menzilimizi uzatacaksak, öncelikle gelecek seçime odaklı bu bakış açısından kurtulmamız gerekiyor.
Üçüncü nokta da bu mesele ile alakalı. Yanı başımızda dünyanın en zengin ve de yüksek teknolojili mal talebi en yüksek pazarı var ama bu talep, Türkiye’nin yüksek teknolojili ürünler üretmeye yönelmesine bir türlü neden olmuyor. Türkiye yanı başındaki bu imkandan neden yararlanmıyor? Niye ta Çin’den yüksek teknolojili ürün alıyor ve de Çin’e yalnızca Allah’ın bize kaalü beladan beri bahşettiklerinin üzerine hiçbir şey eklemeden satıyor? Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini süratle derinleştirmesi ve de Gümrük Birliği’ni genişletmesi gerekiyor, bana kalırsa. Bu Şangay beşlisi muhabbetini derhal kesip, Avrupa Birliği’nin gerektirdiği kural hakimiyetine yönelik adımları hemen atması gerekiyor. Ben Avrupa ile ilişkilerimizi askıya alacak bir sürecin, Türkiye için son derece kötü sonuçları olacağı kanaatindeyim. Kaçınmakta fayda var. Şakayı bırakıp, ciddileşelim artık.
2011 yılı itibariyle bakarsanız, Türkiye’de ihracat yapan 53 bin firma var. Bu 53 bin firmanın yaklaşık 2 bin tanesi araştırma geliştirme faaliyetinde bulunuyor. Bunların yarısı ise İstanbul ve Ankara’da faaliyet gösteriyor.
Bir taraftan ihracat yaparken, öte taraftan da, verilen Ar-Ge desteğinden yararlanmak için başvuran 2 bin civarında firmanın yüzde 90’ı 10 ilde faaliyet gösteriyor. Bunlar sırasıyla, İstanbul, Ankara, Bursa, İzmir, Kocaeli, Konya, Gaziantep, Kayseri, Eskişehir ve Manisa. Hem ihracat, hem Ar-Ge yapan şirketlerimizin yüzde 52’si sıralamadaki ilk iki ilde ikamet ediyorlar. Ar-Ge yapan şirketlerin yüzde 30’u makine sektöründen, yüzde 15’i ise elektrikli cihaz üreticilerinden çıkıyor. Neredeyse yarısı doğrudan makine sektörü ile alakalı sonuçta.
Artık Anadolu kentlerinin başarısı, bir sene içinde Boğaziçi ve diğer en iyi üniversitelerden mezun kaç genci kendi ekosistemlerine çekebildikleriyle ölçülecek. Ar-Ge faaliyetlerini, yeni fikirleri, eski köye yeni adetleri de işte bu gençler getirecek. Ama öte yandan da, bu tipteki yaratıcı gençleri Anadolu kentlerine çekmek için iyi para vermek tek başına yeterli değil, kentin sunduğu imkanlar ve yaşam kalitesi giderek daha önemli olacak.
Üçüncüsü ise memleketin bir bütün olarak yatırım iklimi kısa vadeciliği teşvik ediyor olabilir. Yatırım ufkunuz çok kısaysa, semeresi uzun vadede alınabilecek işlerden uzaklaşmakta fayda var.
Dün enflasyon kısa vadeciliği teşvik ederdi. Bugün ise aynı işi cari işlemler açığının finansmanı üstlendi. Şirketin ufku, ülkeninkini aşamaz. Cari işlemler açığının finansmanı problemi nedeniyle ülkenin ufku kısayken, şirketler Ar-Ge’yle filan uğraşamaz. Ne yapar? Birkaç yılda yatırdıkları parayı geri alabilecekleri işlere yoğunlaşırlar. Mesela inşaat yaparlar. Ben bu kadar devlet desteğine rağmen, bu kadar az şirketin Ar-Ge ile uğraşıyor olmasının bu üç mesele ile yakından alakalı olduğunu düşünüyorum. Anlatacağım.
İstanbul-Tel Aviv kuş uçuşu iki saat bile sürmüyor. Tel Aviv-Şangay arası ise yine kuş uçuşu, on iki saat sürüyor. Çinliler, İsrail’in inovasyon kapasitesini Çin iç pazarı ile buluşturmak için, Şangay yakınlarında, Nanxun’da bir Çin-İsrail İnovasyon Sanayi Bölgesi kuruyorlar. Yakın dediysem, park Şangay’a 125 kilometre mesafede ama yerini kafanızda canlandırın diye Şangay diyorum. On iki saatlik uçuş mesafesindeki Çinliler, İsrail’in ekonomilerine getirebileceği imkandan faydalanmaya çalışıyor. Biz burada burnumuzun dibindeki İsrail’e aynı pragmatik gözle bakamıyoruz.
Türkiye’nin ihracat menzili, 3000 kilometrenin altında, İsrail’in ki ise yaklaşık 7000 kilometre civarında. İsrail ekonomisi, Türkiye ile kıyaslandığında çok daha geniş bir yarıçapta faaliyet gösteriyor. İsrail ekonomisi, bizden çok daha uzağa erişebiliyor. Neden? İsrail ihracatının değer olarak bakıldığında yüzde 34,9’u havayolu ile taşınıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 3,9 civarında. Neden biz havayolu ile mal taşıyamıyoruz. Gayet basit bir nedenle, Türkiye havayolu ile taşınabilecek mal üretmeyi beceremiyor. Ne demek bu? Türkiye havayolu ile taşınabilecek, yükte hafif, pahada ağır mallar üretemiyor. Önümüze gelen arsaya beton dökmeyi marifet saydığımız için, sanayide ancak fiyatı ucuz, havaleli mallar üretebiliyoruz. Bir rakam daha vereyim, yetsin. İsrail’in toplam ihracatının yaklaşık dörtte biri yüksek teknolojili ürünlerden oluşuyor. Türkiye’nin ihracatının ise yirmide biri bile yüksek teknolojili değil. İşte tam da bundan; Onların ihracatı yükte hafif, pahada ağır; Bizim ihracat ise yükte ağır, pahada hafif. Onlar havayolu ile taşıyor, biz taşıyamıyoruz.
Ben uzun süreden beri, Türkiye ve İsrail ekonomilerine bakarken, ortada bir tamamlayıcılık ilişkisi görüyorum. İşte şimdi Çinliler de, İsrail ekonomisine bakınca, böyle bir tamamlayıcılık ilişkisi görmüşler ve Nanxun İnovasyon Sanayi Bölgesi fikri tam da buradan çıkmış. Yatırımcılar, 7 kilometrekarelik parkı üçe ayıracaklarmış. Birinci bölgede yenilikçi şirketler kümelenecekmiş. Bizdeki yenilikçiler neler çekiyor. İkinci bölgede yeni işe başlayanlar kuluçkada büyütülecekmiş. Biz burada olanı hala heba ediyoruz. Üçüncü bölgede ise parkta üretilen teknolojiler ticarileştirilecekmiş. Bizim teknoloji transfer ofislerimizin hali ortada.
Peki, Çin nasıl yapıyor, biz neden yapamıyoruz? Ben Turgut Bey zamanındaki önemli iki özelliğimizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Daha az pragmatik ve çok karmaşık olduk. Bakın etrafınıza komplo teorisinden geçilmiyor. Çin ise Deng Şiao Ping’in iki öğüdünü hiç unutmadı. “Kedinin siyah ya da beyaz olması önemli değildir. Önemli olan fare yakalamasıdır” şiarını Çin Komünist Partisi’ne Deng yerleştirdi. Bugünün Çin’i ideoloji dışı o son derece pragmatik yaklaşımdan çıktı. Biz ise “üzümünü ye, bağını sorma” demeyi son zamanlarda unuttuk. Yine bizim geleneğimizde “az laf, çok iş” diye bulunan, “ışığını sakla, zamanını bekle” şiarını da Çin’e Deng öğretti. Türkiye ise kadim geleneği unuttu.
Şimdi Çin etrafta fırsatlar, biz ise tehditler görüyoruz. Neden? Onlar kendilerine güveniyor, biz güvenmiyoruz. 2014 yılı kendimize güvenimizi yeniden kazanacağımız bir normalleşme yılı olsun.
Havayolu ile mal taşıyan şirketlerde kilo başına ihracat değeri oranı Türkiye’de doğrusu son derece düşük. Yüksek teknolojili ihracat mallarımız dahil her alanda galiba bir sorunumuz var. Kimle kıyaslarsanız kıyaslayın, Türkiye’de kilo başına ihracat değeri son derece düşük. Bu ne demek? Üretebildiğimiz ürünlerde bir mesele var demek bana kalırsa. Gelin biraz yakından bakalım.
Türkiye’nin 2023 hedeflerinde şöyle bir adı geçen 500 milyar dolarlık ihracat hedefine bu üretim altyapısı ile ulaşabilmesi bana büyük bir hayal gibi geliyor. Bu alanda son 10 yıldır olsa olsa bir parmak yol aldık. Baştaki hızı, sonradan devam ettiremedik. 2007 yılından beri yerimizde sayıyoruz. Türkiye’nin artık havayolu ile taşınabilen ürünlere doğru yönelmeye başlaması gerekiyor. Havayolu ile taşınabilen ürün demek, benim gördüğüm, katma değeri daha yüksek, yüksek teknolojili, fiyatının yüksekliği nedeniyle havayolu ile taşıma maliyetlerine üreticinin katlanabileceği ürün demek. Anadolu, havayolu ile taşınabilen ürünlerin üretiminde son derece geride yer alıyor. Türkiye’nin ihracat menzilinin kısalığı da bu mesele ile yakından alakalı gibi duruyor. Tepav iktisatçıları İdil Bilgiç Alpaslan ve İrem
Benim gördüğüm ülkeler ikiye ayrılıyor: Ürettikleri malı havayolu ile taşıyabilenler ve taşıyamayanlar. Bazı ülkeler havayolu ile taşınabilecek ürünleri üretebiliyor. Bazıları ise üretemiyor. Amerika ilk grupta, Türkiye ise ikincisinde yer alıyor. Türkiye, havayolu ile taşınabilen fazla ürün üretemiyor. Amerikalılar, toplam ihracatlarının, değer bakımından, yüzde 25’ini uçakla taşıyorlar. Türkiye’de ise yine değer bakımından hadiseye yaklaştığınızda toplam ihracatın yalnızca yüzde 4’ü havayoluyla taşınabiliyor. Bu ilk nokta. Geleyim ikinciye: Amerikan dış ticaretine ağırlık olarak bakarsanız, toplam ihracatın binde 4’ü havayolu ile taşınıyor. Halbuki Türkiye’nin dış ticaretine ağırlık olarak bakarsanız, toplam ihracatın yüzde 1’i havayolu ile taşınıyor. Burada ben meseleyi şöyle görüyorum: Amerika’da havayolu ile taşınan ürünler Türkiye’ye kıyasla çok daha fazla daha değerli duruyor. Türkiye’de havayoluyla taşınan mallar toplam ihracatın kilo açısından yüzde 1’i, değeri ise toplamın yalnızca yüzde 4. ABD’de ise ihracatın kilo açısından binde 4’ü, değerin ise yüzde 25’i. Biz ağırlık olarak çok daha fazla taşıyoruz ama, belki de zararına taşıyoruz. Boşuna “yoksa bu baklava mı?” demiyoruz. Bu ikinci nokta. Bu kilo başına fiyat işine devam edeyim: Yüksek teknolojili ürünler açısından bakarsanız, Amerika’da kilo başına ürün değeri 53 dolar civarında. Aynı durum Kore için de geçerli. Orada da 53 dolar. Peki, Türkiye’nin yüksek teknolojili ürünlerinin kilo başına değeri? Yalnızca 12 dolar.
Gelin size üç sonuç çıkarayım: Birincisi, havayolu ile taşınabilen çok mal üretemiyoruz. İkincisi, havayolu ile gönderdiğimiz mallar başka ülkelerin gönderdiği mallarla kıyaslanamaz ölçüde daha ucuz mallar. Üçüncüsü, Türkiye’nin ürettiği yüksek teknolojili ürünler bile aslında lider ülkelerle kıyaslanamayacak ucuz ürünler.
Türkiye’nin bu ürün gamını değiştirmeden 500 milyar dolarlık ihracat yapması düşünülemez bile. Ucuz malları üreten bir ülke havayolu ile mal gönderemeyeceği gibi, belli bir yarıçapın dışına taşıp, ihracat menzilini de uzatamaz. Türkiye’nin bugün uzanamadığı uzak pazarlara bu ürün yelpazesi ile ulaşabilmesi mümkün değildir. Neden değildir? Ucuz mal üreten yüksek ulaştırma maliyetlerine katlanamaz. Nokta.
Türkiye, esas itibariyle, coğrafi olarak kendisine yakın olan ülkelerle ticaret yapıyor. Türkiye’nin ihracat menzili yıllar geçtikçe uzamıyor, tam tersine kısalıyor. Çevremizdeki ülkelerle ticaretin ötesine neden geçemiyoruz?
Hâlbuki Türkiye’nin ihracat menzili 2001 yılında 3235 kilometre iken, 2011 yılında 2846 kilometre oldu. Ne oldu? Türkiye’nin ihracat menzili büzüldü kaldı. Eskiden daha uzaklara erişiyorduk, şimdi menzilimiz daraldı.
Geleyim ikincisine. Bu başarılı performansa rağmen, Türkiye’nin ihracat ufku yeterince genişlemedi. Biz ancak yakın çevremize mal satabiliyoruz. Ortalama ihracat menzili, ülkenin her bir ilinin dünyanın neresini tanıdığını, ne kadar uzağa mal gönderebildiğini dikkate alarak hesaplanıyor. İhracat yapabildiğiniz yeri tanıyorsunuz. Malınızı ne kadar uzağa satabiliyorsanız, ufkunuz o kadar geniş oluyor. Dün uzağa ordu gönderebilmek bir örgütlenme becerisi gerektiriyordu. Bugün ihraç ürünlerinizi uzağa gönderebilmek bir örgütlenme becerisi gerektiriyor. Biz uzağa mal gönderebilecek örgütlenme becerisine sahip değiliz. Kore ve İsrail ufuklara hükmedebiliyorlar. Biz Osmanlı atalarımızın dün becerdiğini beceremiyoruz. 2011 yılı itibariyle Türkiye’nin ihracat menzili 2846 kilometre. Halbuki Kore’nin ortalama ihracat menzili bizimkinin iki katı. Tam 5668 kilometre. Küçücük İsrail’inki de öyle. O da yaklaşık 5680 kilometre. Böyle bakıldığında, İsrail ve Kore, Türkiye’den daha becerikli duruyor. Başka ülkeler bizden öteye nasıl mal gönderebiliyor?
Sanayi malları ihracatı içinde yüksek teknolojili ürünlerin payı fazla olan ülkelerin ufku daha geniş oluyor. Sanayi malları ihracatı içinde yüksek teknolojili ürünlerin payı ne kadar azsa, ihracat menzili de o kadar kısa oluyor. Bu ne demek? İleri teknolojili ürünlerin payı arttıkça, o ülke yükte hafif, pahada ağır mallar üretmeye başlıyor. Yüksek teknolojili mal üretmeyi beceremeyen ülkenin ihracatı ise havaleli mallardan oluşuyor. Türkiye’nin ihracattaki menzil probleminin kaynağı, ülkenin üretim desenidir. Gelin rakamlara bakalım. İhracat menzili 3000 kilometreye varmayan Türkiye’nin toplam sanayi malları ihracatı içinde yüksek teknolojili malların oranı yüzde 1,8 civarındadır. Veri 2011 yılına aittir. Menzili 6000 kilometreye ulaşan Kore ve İsrail’in yüksek teknolojili ihracat payı sırasıyla yüzde 26 ve yüzde 14’tür. İleri teknoloji payı arttıkça, ortalama ihracat menzili uzamaktadır. Türkiye’nin dar ufkunu genişletebilmesinin yolu nedir? Üretim desenini, orta teknolojili ürünlerden, ileri teknolojili ürünlere doğru genişletebilmektedir. Yoksa böyle kendi kendimize debelenmeye devam ederiz. Beklediğimiz sıçramayı gerçekleştiremeyiz.
Mesela her tarafı kapalı Ermenistan ne ihraç etmektedir? İşlenmiş elmas. Nasıl ihraç etmektedir? Hava yolu ile. Bu arada, Ermenistan’ın ileri teknolojili ihracat payı da yüzde 2,6’dır. Bizden yüksektir. Not edeyim. Aklınızda kalsın.
Artık Karadenizli müteahhitler döneminden, Anadolulu sanayiciler dönemine bir an önce geçmemiz gerekiyor. Türkiye’nin artık rant yerine üretime odaklanması gerekiyor. Söyledim ve ahiretimi kurtardım.
Türkiye hâlâ dışa açık değil. Kabul edelim, biz içine kapalı bir ülkeyiz. Osmanlı atalarımız öyle değildi. Onlar dışa açık bir imparatorluk yönetiyorlardı. Dünyada neler olduğunu yakından takip ediyorlardı. İstanbul’u dünyanın merkezi yapmak için çalışıyorlardı. İmparatorluğun can çekişmesi bile onun için bir yüz yıl sürdü. Türkiye, imparatorluğu kaybetmenin getirdiği travmayı daha tam olarak aşamadı. İçe kapandı. Kabul edelim, dünyada neler olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Dünyada neler olduğunu takip etmeyince ne oluyor? Bir teknoloji şirketi sahibinden geçenlerde duyduğum oluyor. Geleceği tasavvur edemeyince, esas olarak, geçmişle rekabet etmek için stratejiler geliştiriyoruz. Kamunun tasarladığı destekler ve özel sektörün gelişme adına akıl edebildikleri hep aynı sınırlar içinde dolanıyor: Biz hâlâ bu topraklarda kargadan başka kuş bilmiyoruz. Karga dışındaki rengarenk kuş sürüsünü bilmiyoruz.
Şirketlerimiz dışa açılmıyor mu, dışarıyla ilgilenmiyor mu? Turgut Bey’den beri açılıyor. Bir dışarısı olduğunu biliyorlar. Memlekette 60 bin civarında imalat sanayii firması var. Bunların 48 bin tanesi ihracat yapıyor. Şöyle diyeyim: İmalat sanayiinde çalışan her dört şirketten üçü dışarıya mal satıyor. Bugün oraya, yarın buraya satıyor. İlgisi bir yıl ya da iki yıl sürüyor ama bir ilgi var. Peki, bu nasıl bir ilgi? Şirketlerimiz, öyle küresel bir büyüme stratejisine sahip oldukları için dışarıya açılmıyorlar. Bizimkiler genellikle iç pazarda sıkıntı olduğunda, zorunluluktan ya da verilen teşvikleri satın almak için dışa açılmayı hatırlıyorlar. Bir büyüme stratejisi onları farklı ülkelere doğru çekmiyor, memlekette olup bitenler onları ittikçe oralara gidiyorlar. Bu iyi mi? Bana kalırsa, geçen yüzyıldan kalma. Biz dışarıya, mal kataloğunu alıp satış yapmak için gidiyor, sonra hemen memlekete nasıl geri döneriz diye uçak tarifelerine bakıyoruz. Gittiğimiz ülkeye büyümek için değil, depodaki malı satıp, parayı kapıp memlekete geri dönmek için gidiyoruz. Üstüne üstlük, geçen yüzyıldan kalma bu iş modelinde nasıl da başarılı olduk diye bir de seviniyoruz. Hatamızın farkında bile değiliz.
Türkiye ve Türk şirketleri dışarıya kapalıdır ve de bugünün problemleri ile uğraşmaktan yarını tasavvur etmeye vakitleri de ufukları da yoktur.
Kargadan başka kuş bilmeden, ilk 10 ekonomi arasına girilmez.
Türkiye’de ihracat yapan 48.310 şirket var ve bunlardan her biri bir yılda ortalama dört farklı ürün ihraç ediyor. Ama yabancı düşmanlığı sürüyor. 19’uncu yüzyılın başından kalma yaklaşımla birlikte dışarıdan gelen her şeye karşı duyduğumuz korku ve “biz bize yeteriz” mantığı hala geçerliliğini sürdürüyor. Memleketimizdeki her yabancının casus olduğuna inanıyoruz. Her dört imalatçı şirketten üçünün ürünlerini dünyaya sattığı, yıllık ihracat geliri 152 milyar dolar olan bir ülkede 19’uncu yüzyıl zihniyetiyle yaşıyoruz.
2000’lerde 3374 kilometre olan ihracat menzilimiz, 2012 yılında 2857 kilometreye gerilemişti. 2000’lerde dünya toplam ithalatının yaklaşık yarısını yapan 66 ülkeye ulaşırken, 2012’de dünya ithalatının yüzde 40’ından azını gerçekleştiren 55 ülkeye ulaşabilir hale gelmiştik. Şimdi bu eğilim, tersine dönebilir. Üçüncüsü, BALO’yu yalnızca Avrupa’ya ucuza mal göndermenin yolu olarak görmemek gerekiyor. Aynı zamanda, Pakistan ve Hindistan pazarına daha hızlı mal sevkıyatı için de düşünmek gerekiyor. Böyle bakarsanız, ihracat menzilinin çok daha fazla uzamasını beklemek gerekiyor.
Bir süreden beri, farklı ülkelerin içinde faal oldukları alanın çapını merak ediyorum. Böyle bakarsanız, ortalama ihracat menzili en düşük olan ülke Türkiye gibi duruyor. Bir nevi nefesi en dar olan ülke Türkiye bana sorarsanız. Sınırlarımızın çok fazla dışına çıkamıyoruz rakamlara bakarsanız. Benim, dünyanın son derece sınırlı bir bölgesiyle iletişim halindeyiz dediğim hadise tam da bu aslında. Ama mesele yalnızca bu kadarla da sınırlı değil, Türkiye yalnızca nefesi en dar olan ülke değil; aynı zamanda, son on yılda nefes darlığı artmış olan bir ülke. Son on yılda Türkiye ihracat menzilini arttırmamış, azaltmış. Dolayısıyla bu konudaki yanlış anlamayı da düzeltmiş olayım. Türkiye’nin son dönemde, zorunluluktan, Avrupa krizinden Ortadoğu pazarına yönelmiş olması, memleketin ihracat menzilini arttırmadı. Söylemiş olayım… Mesela küçücük İsrail öyle değil. Kore öyle değil. Hindistan öyle değil. Haydi Brezilya’yı hiç saymayayım. Doğal kaynak havuzu geniş, onları satıyorlar. Çin’i de dışarıda bırakayım isterseniz. Gelişmiş kocaman ekonomileri ise hiç saymayalım. Ama Türkiye’nin iş yapma ufku, ortalama ihracat menzili son derece sınırlı. Rakamlar öyle gösteriyor. Nedenine gelmeden önce, bugün esas bir derdimi anlatayım size. Ben bunun bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ülkenin ufkunu daralttığını düşünüyorum.
Böyle bakarsanız, Türkiye’nin ihracat menzili 2011 yılı itibariyle 2846 kilometre yalnızca. Aynı yıl için Kore’ninki bunun iki katı kadar. Tam 5668 kilometre. Hindistan için ise bu menzil 6184 kilometre civarında. Küçücük İsrail için 5678 kilometre. Brezilya’nınki ise 10 bin kilometreden fazla. Şimdi onun gözünün üstünde kaş var, bunun yeri dar filan demeyin. Ben şöyle bakıyorum: Bu koşuda bizim nefesimiz ancak diğerlerinin yarısına yetiyor. Menzili dar olanın ufku da dar olur. Menzili dağı aşan, dünyanın nasıl bir yer olduğunu menzili daha kısa olandan daha iyi bilir. Devamını da getireyim… 2011 yılında Türkiye’nin ortalama ihracat menzili 2846 kilometre olmuş. Peki, 2000 yılında vaziyet neymiş? O zaman ufkumuz 3324 kilometrelikmiş. Zaten dar olan ufkumuz bu son on bir yıl içinde biraz daha daralmış.
Türkiye neden ilgi alanını çevresindeki ülkelerin ötesine doğru genişletemiyor? Neden Uzakdoğu ve Atlantik ötesi daha yoğun ticari ilişkiler geliştiremiyor? Türkiye’nin daha zor olanı yapabilecek kurumsal kapasitesi yok. Mesela şimdi ticaret pratiklerimize bir bakın Allahaşkına. Türkiye ihracatını vadeli yapıyor, ithalatının parasını ise peşin peşin ödüyor. Riskin tamamını bizimkiler üstleniyor, karşı taraf memnun demek bu. Hem alanlar memnun hem de satanlar. Gece uykusu kaçanlar bir tek bizimkiler yani. Son otuz yılda bundan daha manalı bir ticaret altyapısı kuramamış haldeyiz. Bu neden olur? Sattığınız mallar herkesin üretebileceği, son derece sıradan mallar olursa, satıcının değil, alıcının güçlü olduğu bir piyasada iş yapmak zorunda kalırsınız. Neden olur? Sanayi politikanız lafta kalıyorsa olur. Bu bir. İkincisi, riskin tamamını üstlenen ihracatçılar, bilmedikleri, iş yapmanın daha zor olduğu, piyasalara girmenin zor olduğu yeni ülkelere girmekten kaçınırlar. İş pratiklerinin oturduğu, bildiğiniz Avrupa piyasasının dışına çıkmak istemezsiniz. Üçüncüsü, dış ticaret destek sisteminiz Avrupa gibi düzenli piyasaların dışına çıkmaz. Politik risk sigortası yoktur. Zor piyasalar için kamu destekleri yoktur. Yolda kalırsanız, ortada imdada gelecek kimse yoktur. Bizim girişimcilerimizin işi zor mu zordur.
Şimdi zaten zor olan işimizi daha da zorlaştıracak, daralmış olan ufkumuzu daha da daraltacak bir sürecin içinden geçiyoruz. Ben bunun akıllıca olmadığını düşünüyorum. İnsanlar için ahlaki olan, ülkeler için ille de akıllıca değildir. Türkiye’nin romantik yakın çevre ilgisi ekonomi için kötüdür. Peki, bunun bir karşılığı olur mu? Olur. Yüz yıl kadar sonra olur. Bugüne ise faydası olmaz. Olmaz.
Türkiye zaten dünyada bir derin yalnızlık içinde iken, şimdi şirketlerimiz için izolasyonun artacağı yeni bir dönemin de başındayız.
Türkiye, dünyanın son derece sınırlı bir bölgesiyle doğrudan iletişim içinde, bilmem farkında mısınız? Dünyayı dört ana ticaret bölgesine ayırsak. Türkiye, bunların, olsa olsa, bir buçuğunda aktif duruyor. Kalanında bir derin yalnızlık içindeyiz. Kimse bizi takmıyor. Biz de, imparatorluk gümbür gümbür giderken, yabancı dil öğrenmeyi reddeden Osmanlı atalarımız gibiyiz. Zamanın değiştiğinin farkında değiliz. Üstelik “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” diyen atasözünü bile pek takmıyoruz.
Öncelikle tespiti yapayım. Türkiye, dünyanın son derece sınırlı bir bölgesiyle iletişim içindedir. Dünyayı dört ana ticaret bölgesine ayırayım: Önce Avrupa, sonra Amerika, derken Asya ve de Ortadoğu ile Kuzey Afrika. Türkiye, ticaretinin yarıdan fazlasını Avrupa ile yapıyor. Peki, Avrupa’nın toplam ithalatında payımız nedir? Hemen söyleyeyim, yüzde 1. Üstelik 2000 yılında da yaklaşık yüzde 1’miş. Şimdi de öyle. Bir gelişme yok yani. Son dönemde en çok gelişme gösterdiğimiz pazar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarı. 2000 yılında onların toplam ithalatının yüzde 2’den azı Türkiye’den karşılanıyormuş. 2010 yılında bu tutar iki katına çıktı, onların toplam ithalatının yüzde 4’ü oldu. Ama Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarı, Avrupa’nın onda biri kadar olduğu için ben oradaki performansı buçuk olarak görme eğilimindeyim. Amerika ve Asya pazarlarında ise hiç yokuz. Pazar payımız onların toplam ithalatının binde 1’i civarında oynuyor.
Bakın etrafınıza, her uçakta bir Türk girişimcisi var. Ama sonuç ortada. Öyle can havliyle sağa sola sistemsiz koşuşturmakla sanayi devi olunmuyor. Mal satabilmek için önce satacak malınız olacak. Sanayi politikası olmadan, çer çöple dünyalı olunmuyor. Olsa olsa bir derin yalnızlık içinde kalıyorsunuz.
Ben, bu günlerde, Türkiye’nin büyük şansının ve dahi en büyük şanssızlığının Avrupa piyasasına çok yakın olması olduğunu düşünüyorum. Girişimcilerimiz, kocaman bir otoyola alışınca, taşlı ve de tozlu taşra yollarını daha az zorluyorlar. Kocaman bir iç pazar ve de girişi problemsiz, iş yapması kolay bir kocaman ve de yakın dış pazar olunca, bana kalırsa, bir tembellik haliyle oluyor.
Bakın Türkiye’nin dış performansına, biz ancak mevcut pazarlarımız bizi itince başka pazarlara açılıyoruz. Son dönem Ortadoğu ve Kuzey Afrika işi de tam manasıyla ‘o’dur. Türkiye bir şey yapmadı. Avrupa pazarı daraldı. Biz de arayışa girdik. Sonuç nedir? Sonuç şudur: Türk firmalarının problemi pazara girmek değil, pazarda yer tutamamaktır. Avrupa pazarı hariç bu böyledir. Biz bir nevi izole olmaktan mutlu gibi görünüyoruz. Yanlış ama öyle.
BİLGİ ÇAĞI VE ESKİ ÇAĞLAR
Bireylerin ve makinelerin birbirine bağlandığı interkonnekte bir yeni çağın başındayız. 2018 itibariyle 50 milyar makinenin birbiriyle konuşması bekleniyor. Ortadaki veri zenginliği göz kamaştırıyor.
Ama gelin görün ki ne KOBİ’lerimiz bu yeni çağın farkındalar ne de siyaset daha işin farkında. Şöyle söyleyeyim: KOBİ’lerin hızla uluslararasılaşabileceği, bulutların üzerine fabrikaların inşa edilebileceği bir yeni çağın kapısındayız. Türkiye, internet kullanımında, sosyal medyada son derece aktif bir nüfusa sahip, gelin görün ki şirketlerimiz bilgi işlem teknolojisine dayalı yenilikler konusunda nal topluyor. Bireylerin kullandığı teknolojiyi, iş hayatında pratiğe aktarmakta felaketiz. Sosyal medyayı seviyoruz ama iş hayatında ne işe yarayacağını daha düşünmüyoruz. Hükümetimizin elektronik ödemeler sistemini yalnızca bankaların tekeline bırakan son kararı ise siyasetin de daha işin farkında olmadığını gösteriyor.
TEPAV’dan Bilgi Aslankurt’un derlediği bilgiler şöyle: Facebook’ta 32 milyon Türk var. İnternet kullanımımız OECD ortalamalarını yakalıyor. Ama atılan elektronik postaların yüzde 42’sinde ek yok. Yani e-postayı mesaj servisi gibi kullanıyoruz, bilgi paylaşmak için değil. Eksiz e-posta kullanımı, Avrupa’da yüzde 22’ye düşüyor. Öte yandan, şirketlerimizin aldığı patentlerin sadece yüzde 14’ü bilgi işlem ile alakalı. Halbuki bu oran OECD’de yüzde 34’lerde. Onlar çok patent alıyor, biz az. Onlar internetle ilgili teknoloji üretiyorlar, biz kahve muhabbeti yapıyoruz. Onlar farkında, biz daha değiliz. Bu ilk nokta. İkincisi, geçenlerde elektronik ödemelerle ilgili düzenlemenin içinde, bu ödemeleri yapan kuruluşların bankalarla çalışmasını zorunlu kılan bir hüküm getirildi. Banka lobisi kaşla göz arasında yine başarılı oldu. Ödemeler sistemini banka tekeline bırakarak, bilgi işlem teknolojisine dayalı yeniliklerin önünü tıkayacağız. Bu düzenleme, siyasetin de işin farkında olmadığını gösteriyor yalnızca. Ne sen bu yeni çağın farkındasın ne de siyaset farkında.
Türkiye dünyanın 17’nci büyük ekonomisi. Ama Amerika’nın Forbes dergisinin yayımladığı dolar milyarderleri listesinde altıncı sıraya çıktı. Başka bir deyişle Türkiye, hükümetin 2023 yılı için belirlediği dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olma hedefine daha ulaşmadan küresel milyarderler listesindeki Türklerin sayısı bakımından dünya liginin ilk onuna kolayca yükseldi. Forbes’un 2013 listesinde 43 Türk var. Bu sayı 2011 yılında 34, 2012’de ise 35’ti. 2013’te bir sıçrama yaşandı. Neden? Görünen o ki küresel kriz Türkiye’nin yeni dolar milyarderleri yaratma performansını kesinlikle etkilememiş.
Bana kalırsa daha ilgi çekici olan Fortune dergisinin yayınladığı ve Fortune Küresel 500 olarak bilinen dünyanın en büyük şirketleri listesinde Türkiye’nin durumu. Bu listede Türkiye’den 1 şirket yer alıyor. Evet, yazıyla bir. Dünyanın en büyük 500 şirketi listesinde yıllardır, Türkiye’den tek bir şirket, Koç Holding, yer alıyor. Bu tablo hala değişmedi. Koç Holding, dünyanın en büyük 500 şirketinden oluşan Fortune Küresel 500 listesinde yer bulabilmiş tek Türk şirketi. Sadede gelelim: dünyanın en büyük 17’nci ekonomisi olan Türkiye küresel dolar milyarderleri listesinde dünyanın altıncı sırasındayken, dünyanın en büyük şirketleri listesinde sadece bir şirketle temsil ediliyor. Bir sistem sorunu var gibi duruyor. Türkiye’nin kurumsal gelişimle ilgili bir sorunu var gibi görünüyor. Neden Türkler varlıklarını şirketlerine yatırmaktan kaçınıyor? Şirketlerimiz büyüyüp serpilmezken patronları nasıl zengin oluyor? Türkiye’de iş yapma ortamının sorunu ne?
Üçüncüsü, yenilikçi olmanın Türkiye’de zengin olmaya hiçbir katkısı yoktur. Yenilikçiliğin küresel yarışta zirveye oynamak için kritik önemde olduğu çağımızda Türkiye’nin iyi bir rol modeline sahip olmaması neresinden baksanız kötüdür. Türkiye’de yenilikçiğe ilişkin yapılan onca tantanaya karşılık doğru düzgün somut çıktı yoktur. Nedenini bir anekdotla açıklayayım. Girişim sermayesi şirketi sahibi bir arkadaşım fonu kurmak için para toplarken uğradığı Türkiye’nin önde gelen milyarderlerinden birinden şu veciz cevabı almış: “Karşıya bir plaza dikiyorum, gerekli bütün izinleri aldım. Getirisi zaten garanti. Neden senin girişim sermayesi işine para koyup geleceği belirsiz genç şirketlerle, yeniliklerle uğraşayım? ” Açıklama talihsizdir, ama Türkiye’de işadamlarının düşünce tarzı budur.
FIRSATLAR
Avrupa’dan başlayan ve Kafkasya’ya uzanan büyük coğrafyada enerji entegrasyonu (boru hatları)
Çin’den başlayarak Türkiye’den Avrupa’ya uzanan yeni ticari yollar (hızlı tren hatları)
15. yüzyılın başında İspanya kıyılarından yola çıkan gemiler, Batı’nın merkantilist yağmasını başlattı ve sanayi devrimini ortaya çıkaran sermaye birikimini sağlayarak bütün 20. yüzyılda geçerli olan Batı egemenliğini inşa etti. Ama bu egemenlik, tam şimdi 21. yüzyılın şafağında Çin limanlarından başlayan hızlı tren hatları ve Türkiye’de ortaya çıkan yeni bir siyasi irade ile bitiyor.
Bugün yalnız Çin’in hızlı tren hatlarını geliştirmesindeki vizyonu ele alacak olursak bu dinamiğin bile tek başına, 2015 sonrasını belirleyecek temel dinamiklerden birisi olduğunu söyleyebiliriz.
Biten ve başlayan iki kalkınma yolu
Burada iki temel rota görüyoruz. Avrasya Rotası ve Merkez Asya Rotası;
Avrasya Rotası, Rusya’yı takip ediyor ve Kazakistan’ın hemen kuzeyinden Avrupa’nın çatısına ulaşıyor. Bu rota, Rusya’nın Kırım’ı işgalinden sonra Merkez Asya rotasına göre gözden düşmüştür.
Merkez Asya rotası ise, Kafkasya üzerinden İran’a iniyor ve Türkiye içinden Avrupa’ya ulaşıyor. İşte Merkez Asya rotası dünyanın yeni ticaret, entegrasyon ve siyasi küreselleşme yoludur.
http://www.aksam.com.tr/yazarlar/cemil-ertem/2014-hic-bitmeyecek/haber-368400
görsel: çin hızlı tren hatları (jpg)
http://www.benkazaniyorumturkiyekazaniyor.com/
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/oguz/2014/12/05/bambu-gibi-buyuyebilmek
http://www.dunya.com/buyukeksi-ihracat-inovasyonla-bambu-gibi-buyuyecek-246488h.htm
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/oguz/2014/11/18/dunya-adasi-hkimiyeti
negroponte dosyası
http://www.sabah.com.tr/ekonomi/2015/01/01/turkiye-cinin-duzeyini-yakaladi
http://ekonomi.haberturk.com/ekonomi/haber/1025759-iranla-dolari-bitiren-tarihi-anlasma
http://www.dunya.com/durmus-yilmaz-ulke-olarak-yeni-bir-hikayeye-ihtiyac-var-diyor-158365yy.htm