Ana Kavramlar:
- ihracat menzili
- ihracat ufku
- ihracat sofistikasyonu
- e-ihracat
- ihracatta yenilenme
- ihracat performansı
- ihracat kapasitesi
- ihracat sepeti
- dünya, dış dünya
- içe kapanıklık
- ufku dar
- dışa kapalı
Türkiye, dünyanın kıyısındadır/Güven Sak, Dr.11 Kasım 2014 – Okunma Sayısı: 561
Yine öyle oldu. Yine ben, “Türkiye dünyanın neresindedir?” sorusunu hatırladım. Yine aklıma “Türkiye, dünyanın kıyısında bir ufak kasabadır” cümlesi oturdu. Düzelteyim: “Türkiye, etrafında olup bitenlerden bihaber, kendi içine kapalı bir ufak kasabadır.” Dünyanın iktisadi merkezi, Türkiye civarında olmasına rağmen, Türkiye küresel değer zincirlerinden pay alamamaktadır. Gelin yine ne olduğunu size bir anlatayım.
Tam da Türkiye ekonomisinin son otuz yıldır nasıl bir dönüşüm içinde olduğunu büyük bir şevkle anlatıyordum. Türkiye’nin 1980’lerde 3 milyar dolar ihracat yapan bir ülkeden şimdilerde nasıl 130 milyar dolara sıçradığını açıklıyordum. 3 milyar doların yüzde 90’ı tarım ürünleri iken, şimdi 130 milyarın yüzde 90’ının sanayi ürünleri olduğunun altını çiziyordum. Daha gidilecek mesafe olduğunu anlatmak için yandaki grafiği gösterirken, salondakilerden biri hemen atladı: “Nasıl yani, Türkiye küresel değer zincirlerinden hiçbirinin parçası değil mi?” diye sordu. Benim müthiş canım sıkıldı. Adam haklıydı. Türkiye’den geçen hiçbir küresel üretim zinciri yoktu. Nokta. Dünyadaki küresel değer zincirleri açısından bakıldığında, Türkiye, bildiğimiz dünyanın kıyısında yer alıyordu.
Grafikten başlayayım isterseniz. Yandaki grafik Türkiye’nin dünyanın değişik bölgeleri ile ticari entegrasyonunu gösteriyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi söz konusu olduğunda, Türkiye, bu bölgenin toplam ithalatı içinde yüzde 4’lerde bir yer tutuyor. Üstelik son 10 yılda toplam bölge ithalatı içindeki payını da ikiye katlamış görünüyor. Avrupa söz konusu olduğunda, yıllar itibariyle değişmese bile, Avrupa’nın toplam ithalatı içinde yüzde 1’lik bir payımız var. Bu yüzde 1, diğer yüzde 4’ten çok daha kocaman elbette, onun da altını çizeyim. Ama Kuzey Amerika ve Doğu Asya söz konusu olduğunda, bu bölgelerin toplam ithalatı içinde Türkiye’nin payı, binde 1’lerde dolanıyor. Oralarda yokuz, hiç lafı uzatmayalım. İşte salondan bana laf atan araştırmacı tam da bunun altını çiziyordu. “Oralarda olmadığınıza göre, küresel üretim ağlarının değer zinciri içinde yer almıyorsunuz” diyordu. Doğru söylüyordu.
Tablo ne diyor? Türkiye, esas itibariyle, coğrafi olarak kendisine yakın olan ülkelerle ticaret yapıyor. Türkiye’nin ihracat menzili yıllar geçtikçe uzamıyor, tam tersine kısalıyor. Çevremizdeki ülkelerle ticaretin ötesine neden geçemiyoruz?
Birincisi,
Türkiye esas olarak havaleli mallar üretiyor. Pahada hafif, yükte ağır malların ötesine geçemiyoruz.
İkincisi,
küresel şirketler Türkiye’de dünya için üretim yapmıyorlar. Küresel şirketler Türkiye’ye üretim yapmak için değil, başka yerlerde ürettikleri, geliştirdikleri ürünleri pazarlamak için geliyorlar. Türkiye’nin kocaman iç pazarı, Türk şirketlerini ve de yabancıları olsa olsa hantallaştırıyor.
Üçüncüsü,
ihraç mallarımızın sofistikasyon düzeyi, Çin’in ihraç mallarının sofistikasyon düzeyinin hayli gerisinde. Neden? Çin’e gelen yabancı sermaye, Çin’in ihraç ürünleri sepetini gelişmiş ülkelerin ihraç malları sepetine yakınsatıyor. Türkiye’ye gelen yabancı sermaye, Türkiye’nin ihraç ürünleri sepetini gelişmiş ülkelerin ihraç ürünleri sepetine yakınsatmıyor. Türkiye’nin ihraç malları sepetinin sofistikasyon düzeyi Çin’e göre düşük kalıyor.
DHL Global Connected Index’te Türkiye, 140 ülke arasında 59’uncu sırada yer alıyor.
Ülke dışından içeriyi arayan uluslararası telefon konuşmaları sıralamasında Türkiye, 140 ülke arasında 87’inci.
Ülke içinden dışarıyı arayan uluslararası telefon konuşmaları sıralamasında ise 108’inci sırada. Ne demek? İş bağlamak için telefonla yurt dışının arandığını ya da yurt dışından ülkenin arandığını düşünürsek, Türkiye, küresel bağlantı düzeyi indeksinde 59’unculuktan 87 ve 108’inciliğe düşüveriyor. Biz öyle telefonla yurt dışını pek aramıyor, yurt dışından da pek aranmıyoruz.
Ama mesela Malezya için baktığınızda, küresel bağlantı indeksinde 140 ülke arasında 21’inci sırada olduğunu görüyorsunuz. Yurt dışından aramalarda 46’ıncı, yurt dışını aramada ise 33’üncülükte oturuyor Malezya. Ne oluyor? Malezya, Türkiye ile kıyaslandığında, küresel zincirlere daha bir yakın duruyor.
Doğrudan yatırımlar açısından bakıldığında, Türkiye, 140 ülke içinde 97’inci sırada yer alırken, Malezya 56’ıncı sırayı alıyor.
1980’lerde dünyanın iktisadi siklet merkezi Atlantik Okyanusu’ndaydı. Avrupa-Amerika ekonomileri dünyanın merkezindeydi. Ticaret Atlantik’in iki yakası arasındaydı. Şimdi üretim üsleri doğuya doğru kaymaya başladı. Siklet merkezi artık Türkiye’nin üzerinde bir yerlere geldi. 2050 yılında ise Çin’in batısına doğru kayacak. Not edeyim, aklınızda kalsın: Dünyanın siklet merkezi Türkiye’ye geldi ve biz Türkiye’yi hala küresel değer zincirlerinin ayrılmaz bir parçası haline getiremedik.
Ne demiştim? İçinden boru hattı geçen ülke olmak kolayken, içinden değer zinciri geçen ülke olmak beceri gerektiriyordu. Türkiye beceriksiz çıktı.
İyi yönetilsek böyle ayranı yok içmeye halinde olmazdık. İyi yönetilsek, kervanı kaçırıp böyle dağlar başında kala kalmazdık.
gs1111
Kaynak: UN COMTRADE, TEPAV hesaplamaları
Keşan, Filipinler’e un satıyor/Güven Sak, Dr. 16 Ekim 2014/Güven Sak, Dr.16 Ekim 2014 – Okunma Sayısı: 415
Dış ticaretten konusunda odaklanmamız gereken konu nedir?
Ben ihracatta yenilenmenin temel meselemiz olduğunu düşünüyorum.
Dünya Bankası’nın geçenlerde yayımlanan Türkiye’nin Dış Ticareti raporuna göre, Türkiye ihracatının temel problemi memleketin ihracat kapasitesinin kendisini bir türlü yenileyememesidir.
Nedir? Türkiye ihracatının yüzde 65’i, zaten ihracat yapan eski firmaların, zaten eskiden beri mal sattıkları pazarlara, zaten eskiden beri sattıkları malları satmaya devam etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Eksik olan nedir?
Türkiye’nin yeni firmalara, yeni pazarlara, yeni ürünlere ihtiyacı vardır.
Yeni firmalarla yeni pazarlara, yeni mallarla girme kapasitemizde bir düşüklük vardır.
Ülkemizin ihracat kapasitesinin nasıl yenilenebileceği üzerine düşünüp, düşündüklerimizi icraata dökmemiz gerekmektedir.
Örneğin, Edirne’nin ihracat performansı rakamlarında böyle bir yenilenmenin ipuçları, 2012 ve 2013 yıllarında Edirne’nin, Filipinler’e, Tayland’a, Singapur’a mal satmaya başlaması ile gözükmeye başlamıştı.
Edirne birdenbire Türkiye’nin ihracat menzilini genişletmişti.
Rakamlara biraz daha dikkatli bakınca aslında bu hoş sürprizin kaynağının Keşan’da olduğu görülebiliyordu. Tek bir Keşan firması, Evren Un, bir yolunu bulmuş, Filipinler’e, Tayland’a, Singapur’a un satmaya başlamıştı.
Trakya’nın Keşan’ı tek bir firma sayesinde daha önce yapmadığı bir yenilik yapmış, Edirne’nin ihracat kapasitesini yenilemişti.
Evren Un tek örnek değil ayrıca, başkaları da var ama farklı sektörlerde tek tek mevcutlar.
Ortada yenilik yapabilen pek az sayıda firma var.
Türkiye’de yerel verilere bakmaya başladığınızda karşınıza çıkabilecek bir düzenlilik görüyorum ben. Bu Gaziantep’te de böyle, Erzurum’da da böyle ve işte Edirne’nin Keşan’ında da böyle.
Nedir?
Gaziantep’in Gaziantep olmasını sağlayan temel neden, bana sorarsanız, kentin, Mersin ve İskenderun limanlarına Türkiye’nin nadir otoyollarından biri ile bağlanmış olmasıdır. Gaziantep’i Gaziantep yapan kararların esası Ankara’da alınan bazı yatırım kararlarıdır.
Aynı durum, Erzurum için de geçerlidir. Türkiye’nin doğudan batıya fiber optik internet kablo ağı, üç noktadan kuzeye ve güneye yayılmaktadır: İstanbul, Ankara ve Erzurum.
Türkcell ve diğerlerinin Erzurum’da çağrı merkezlerinin olmasının nedeni aslında bağlantı kolaylığı ile arazi ve işçilik maliyetlerinin ucuzluğudur.
Yenilik esasen Ankara’da alınan karardan kaynaklanmaktadır. Aynı durum, Keşan için de geçerlidir. Keşan, İstanbul’dan Avrupa’ya uzanan anayolun üzerinde bir kavşak noktasındadır. Avantajının kaynağı yerel yenileşme dinamikleri değil, Ankara’da alınan kararlardır.
Türkiye’de nereye bakarsanız bakın, yeniliğin kaynağı yerel dinamikler değildir.
Bana sorarsanız, bu genel eğilim, yerelin, merkeze olan taleplerinde de bir nevi kolaycılığa yol açmaktadır.
Ben Keşan söz konusu olduğunda sıkça dile getirilen, hatta Türkiye’nin her tarım merkezinde sıkça söylenen “arazi toplulaştırması” talebinin, bu tür bir konserve talep olduğu kanaatindeyim.
Neden?
Birleşmiş Milletler (BM), 2014 yılını tarımda küçük aile işletmeleri yılı ilan etmişti. Amaç, tarımda küçük aile işletmeciliğinin, bir nevi, aileye dayalı çiftçiliğin küresel ölçekte yaygınlığının altını çizmekti.
BM, bilinenin tersine, tarımda küçük aile işletmeciliğinden kaynaklanan belirgin bir bozukluk olmadığı mesajını iletmek istiyordu.
Ortalama olarak bakıldığında, hemen her ülkede tarım işletmelerinin yüzde 80’i küçük aile işletmesiydi. Amerika’da tarımsal işletmelerin yüzde 97’si aile işletmesiydi. Üstelik bunların yalnızca yüzde 12’sinde aile bireyleri dışında yabancılar da çalıştırılıyordu. İşletmelerin yüzde 85’inde yalnızca aile bireyleri çalışıyordu.
Tarımda küçük aile işletmeleri yılının sonuna doğru yaklaşıyoruz. Ama bakın Keşan’da, üzerinde durulan sorunlardan bir tanesi de tarım arazilerinin küçüklüğü. Arazilerin toplulaştırılması talebi hala revaçta. 2014 Tarımda Küçük İşletmeler Yılı pek de amacına ulaşmış gibi görünmüyor bu durumda.
Tarımda verimlilik artışı demek ille de büyük tarım şirketleri tarafından yönetilen çiftliklere sahip olmak demek değildir. Tarımda yeni uygulamalar ve usuller verimlilik artışının temelidir. Bir üründen diğerine geçmek bir nevi inovasyon yapmak demektir. İnovasyon desteklerini bile hak edebilir. O yokken arazi toplulaştırılması talebi, bana her şeyi devletten bekleme alışkanlığının bir başka tezahürü gibi geliyor.
Yerelde meselelere bakarken, işletmemizi nasıl yenileştiririz, biz özel sektör olarak ne yaparız, hangi usul ve metotları kullanabiliriz sorularına cevap aramamız lazım. Yeniliğin sürdürülebilir olması için zihniyetimizi değiştirmemiz lazım.
Siz icat çıkarmayıp her şeyi devletten beklerseniz, Ankara’nın Anadolu üzerindeki vesayeti bitmez. O bitmezse Anadolu, 20’inci yüzyıldan 21’inci yüzyıla bir türlü geçemez.
Yine de Keşan’ın Filipinler’e un satmaya başlamış olmasını ben son derece önemsedim.
* TEPAV’ın hazırladığı Uzunköprü Ekonomik Kalkınma Stratejisi ve Yol Haritası raporu için tıklayınız.
Bu köşe yazısı 16.10.2014 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
İhracat yavaşlıyor, e-ihracat hâlâ ihmal ediliyor/Güven Sak, Dr.02 Ekim 2014 – Okunma Sayısı: 635
Ama bugün size bu moral bozucu ihracat performansımızla ilgili üç adet yapısal neden anlatmak isterim. Türkiye bu ezik ihracat performansına bir günde gelmedi. Gelin bakın nasıl oldu?
İhracatımız neden eskisi gibi Türkiye’nin iktisadi büyüme sürecine güçlü destek veremiyor?
Birincisi, Türkiye’nin ihracat performansı esas olarak, eski firmaların, eski ürünleri, eski pazarlara satmalarından kaynaklanıyor. Türkiye yenilik yapmakta zorlanıyor. İhracatımızın üçte ikisi eskilerden kaynaklanıyor. Dünya Bankası’nın Ekonomi Bakanlığımız ile birlikte Mayıs 2014’te yayımladığı Dış Ticaret Raporu tam da bunu gösteriyor. Ne diyor? Zaten ihracat yapan firmalar, zaten ihracat yaptıkları pazarlara, zaten sattıkları malları satmaya devam ediyorlar. Bunun sonucunda da Türkiye’de ihracat artıyor. Ne yapamıyor Türkiye? Yeni firmaları, yeni pazarlara, yeni ürünlerle süremiyor. İşte o vakit, o pazarlarda meydana gelen daralmalar bizi daha bir derinden etkileyebiliyor. Nitekim şimdilerde de öyle oluyor. Avrupa daralırken, Orta Doğu’ya yöneldik. Şimdi Orta Doğu alevler içinde, konteynırlarımız hedef pazara ulaşacak yol bulamıyor. İhracatımız elbette olumsuz etkileniyor. Ne yapmak lazım? Bana sorarsanız ihracatta yüzümüzü yenilememiz lazım. Yeni firmalar, yeni ürünler, yeni pazarlar bulmak lazım.
İkincisi, yeni firmaları, yeni ihraç ürünleri ile yeni pazarlara açmak için yeni yollar bulmak gerekiyor. Ben elektronik ihracat (e-ihracat)’ın bu iş için biçilmiş kaftan olduğu kanaatindeyim. İnternet artık kahvehaneden ticarethaneye dönüşüyor. İnternet üzerinde artık sohbet kadar ticaret de dönüyor. İnternet üzerinde her yer cadde üstü dükkan oluyor. Böyle bakarsanız, yaptırıyorsunuz şirketinizin kaydını Alibaba.com sitesine, bereketini görüyorsunuz. Zira sitenin sloganı, “Küresel ticaret buradan başlar” diyor. KOBİ’lerin dünyaya açılmaları artık düne göre çok daha kolay. Siz öyle uçağa atlayıp etrafı dolaşmıyorsunuz, akıllı stratejilerle dünyayı ayağınıza getirebiliyorsunuz.
Ben bir süredir Türkiye’nin e-ihracatına ilişkin istatistiklere bakıyorum. Resmi olarak böyle bir istatistik açıklanmıyor ama e-ihracat yapan şirketlerin çoğu PayPal ödeme sistemi kullandığı için, PayPal’ın elindeki verilere bakmakta fayda var. Bakınca şunu görüyorum: Türkiye’nin ihracat menzili internet üzerinden işlemler sayesinde yüzde 30 genişliyor. Çin’e ve Avustralya’ya internet üzerinden mal satıyoruz. Bizden mal alan ilk 10 ülke arasında bunlar var. Türkiye, daha uzak ihracat pazarlarına internet üzerinden ulaşabiliyor. İnternet üzerinden satılan malları, geleneksel ihracatımızın ilk 10’u ile kıyaslarsanız, PayPal veri seti daha sofistike ürünlere işaret ediyor. Mücevher ilk sırayı alıyor. Veri setine bakmak doğrusu ya, bana iyi geldi. Kafamı çalıştırdı.
Üçüncüsü, ben, Türkiye’nin yeni firmalar, yeni ürünler ve yeni pazarlar için yeni yollar inşa etmesi gerektiğinin önemli olduğunu düşünüyorum. İnsanlar duble yolları, konteynırlar otoyolları sever. İhracat otoyol ister. Bakın Türkiye sanayiinin mekânsal dağılımına, parça pürçük otoyol ağımızın üzerindedir. E-ihracat, fiziki otoyola ek olarak sanal otoyol da ister. Güçlü internet altyapısı, güçlü sanal ödeme sistemi, güçlü lojistik ağı hep birlikte önemlidir. İnternetten Paris’e mal satarsanız, Paris’teki iade kriterlerine göre davranmanız gerekir. Birilerinin size bunu anlatması önemlidir. Bu noktada devlet PayPal gibi ödeme sistemlerinin rahat faaliyetine imkan sağlamalıdır. Mevcut hukuk sistemi bu yeni yolun gereklerine uygun bir biçimde elden geçirilmelidir. Ben bu anlamda devletimizin üzerine düşeni yapmadığını düşünüyorum doğrusu.
Ağustos 2014’ün ezik ihracat performansı, iğneyi kendimize batırma zamanının geldiğini gösteriyor bana sorarsanız. Türkiye’nin yeni firmaların, yeni ürünlerle, yeni pazarlara açılabilmesi için yeni yollar açması gerekiyor. İlle de fiziki yolları değil, sanal yolları da düşünmeye başlaması gerekiyor. Not edeyim istedim.
‘Yahu, bu gavurlar neden bizi arayıp duruyor?’/Güven Sak, Dr.29 Eylül 2014 – Okunma Sayısı: 472
Bilmem takip ediyor musunuz? Elektronik ticaret (e-ticaret)’in giderek yaygınlaştığı bir çağdayız. Çin’in e-ticaret sitesi Alibaba.com’un hisse senetleri geçen hafta New York’ta BABA kısaltması ile işlem görmeye başladı. Alibaba üzerinden şirketler arasında yapılan işlemlerin yıllık hacmi 2012 yılında Türkiye’nin toplam ihracatından daha büyük mesela. Tam 170 milyar dolarlık ticaret olmuş Alibaba portalı üzerinden. New York’ta BABA olduğundan beri şirketin toplam değeri artık 231 milyar dolar oldu. Dünyada e-ticaret giderek yaygınlaşıyor. Biz interneti daha çok kahvehane gibi kullanıyoruz ama dünya onun bir ticarethane olduğunun farkında. Biz muhabbet ederken, millet malı götürüyor. Neden? Devletimiz işin farkında olmadığı için elbette. 1990’lı yıllarda Çin uyanırken biz derin bir uykudaydık. Ben sonra uyandığımızı zannediyordum ama Alibaba’nın hikâyesine bakarsanız, hala mışıl mışıl uyuyoruz. Ben size söyleyeyim, Çin, e-ticareti, e-ihracata dönüştürmek için elinden geleni yapıp destekler sıralarken, biz interneti ticarethane haline getirecek adımların ne olduğu üzerinde fazla düşünmüyoruz bile. Kötü.
Bu durumda, şirketlerimizde başlaması gereken zihniyet devrimi de pek yavaş oluyor. Biz hala “Yahu, bu gavurlar bizi neden arayıp duruyor?” aşamasındayız. Gelin bakın nasıl daha oradayız?
Ben bu Alibaba adını, Orta Anadolu’da bir makine şirketini ziyaret eden TEPAV araştırmacılarından bir süre önce duymuştum. Şirket, makine şirketi. Şirketin sahibi, zamanın artık ne kadar kötü olduğunu, iş yapacak müşteriyi büyük bir özenle seçmek gerektiğini anlatıyor. “Ben” diyor, “Yüz yüze konuşmadan, iş yapacağım şirketin sahibini tanımadan hiç kimseye mal vermem. Belli mi olur? Bu zamanda başına iş almayacaksın.” Sonra ekliyor, “Mesela bir sürü yabancı bizi arıyor. Çocuklara, ‘Yahu bu gavurlar bizi neden arıyor?’ diyorum. Bilmediğin şirkete mal mı teslim edilirmiş? Hem de bu zamanda!” Şirket sahibi, böyle anlatırken, kızı azıcık mahcup bir edayla konuşmayı dinliyormuş. Babası bir kenara çekilince, o, şirketi nasıl Alibaba.com’a eklediğini anlatmış. Meğer o nedenle dünyanın her tarafından şirketi arıyorlarmış. Ne denir? Fırsat ayağınıza kadar gelebilir ama onu kullanmaya hazır olmanız lazım.
Ben e-ticaret ve e-ihracatın KOBİ’lerin dünyaya açılması için bir büyük imkân olduğunu düşünüyorum. KOBİ’lerin uluslararasılaşması bu aslında. Ama hangilerinin? Yabancı dil konuşabilen, yeni ödeme sistemlerinin farkında olan ve lojistik ağların tam ortasında yer alanların dünyanın her tarafından erişilebilen bir cadde üstü dükkân açabilmeleri mümkün gibi duruyor. Nedir? “Açıl Susam Açıl” demeyi bilmek gerekir. Paypal benzeri ödeme sistemlerinin güvensiz olmadığını bilmek gerekir.
Alibaba.com, B2B portalı olarak 1999 yılında kuruldu. B2B (business to business-şirketten şirkete) dedikleri, internet üzerinden toptan ticaret anlamına geliyor. Bir nevi toptancı hali diyeyim ben size. B2C (business to consumer-şirketten tüketiciye) ise perakende ticaret anlamına geliyor. Her dükkân, cadde üstü dükkân oluyor tanım gereği. C2C’de ise müşteriler kendi aralarında işlem yapmaya başlıyorlar. Bir nevi bit pazarına nur yağıyor. İkinci el işlemler daha geniş katılımlı bir piyasada fiyatlanıyor. Alibaba.com B2B işinde. Yine Alibaba Holding’in taobao.com’u ise C2C işinde. İşlemlerin güvenli olması için bir de Alipay isimli ödeme sistemleri var. Bir nevi, e-bay ve Paypal gibi Amerikan şirketlerinin Çinli versiyonu.
İnternetin kahvehaneden ticarethaneye dönüşmesinin manasını iyi düşünmek gerekiyor. Biz şimdilerde hep feysteyiz. Şakımayı pek seviyoruz. Bakın Facebook ve Twitter kullanıcılarının sayısına. İlk sıralardayız. Ama internet üzerinden ticarete gelince nal topluyoruz. Son sıralardayız. Neden? Çin ileriyi görerek, internetin kahvehaneden ticarethaneye dönüşmesini destekliyor. Mesela e-ihracatın temeli olan taşıma maliyetlerini Çin kendisi üstleniyor. Bizim devletimiz ise daha ne olduğunu anlamadığı için öyle kayıtsız bakıyor. İnsan haliyle sinirleniyor. Devletimiz ehem ile mühimi ayırt edemiyor. Siyasetçiler bir dizi boş işle uğraşıyorlar. Asıl önemli olana kimse takılmıyor. Mesela, Türkiye’nin ihracat menzilini en az yüzde 30 artıracak bir hadise karşısında Ekonomi Bakanlığımız neden hala aktif değil? Hâlbuki Türkiye’nin ihracat menzili 2001 yılında 3235 kilometre iken, 2011 yılında 2846 kilometre oldu. Ne oldu? Türkiye’nin ihracat menzili büzüldü kaldı. Eskiden daha uzaklara erişiyorduk, şimdi menzilimiz daraldı. Ben bir not edeyim. İncir çekirdeklerini boş bırakan, mühim(!) gündeminizde arada kaynamasın. Ne olur, ne olmaz. Kendimi “madem biliyordun, neden söylemedin?” sorularından koruyayım.
Bu köşe yazısı 29.09.2014 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Türkiye’nin KOBİ’leri serpilmeden yaşlanıyor/ Güven Sak, Dr.15 Ağustos 2014 – Okunma Sayısı: 591
Büyükler verimli, minikler verimli, KOBİ’ler verimsiz. Minikler hızlı büyüyor. Büyükler hızlı büyüyor. KOBİ’ler serpilmeden yaşlanıyor. Minikler ihracat yapıyor. Büyüler ihracat yapıyor. KOBİ’ler ihracat yapamıyor.Ortada sanki bir sistematik problem var gibi duruyor. Neden?
Türkiye’nin küçük ve orta büyüklükte işletme (KOBİ)’leriyle ilgili bir problemi var. En son Dünya Bankası’nın yatırım iklimi araştırması birkaç noktanın altını çizmişti. Birincisi, Türkiye’de KOBİ’lerin yüzde 60’ı 16 yaşın üstünde. Halbuki AB-10 ülkelerinde 16 yaş üstündeki KOBİ’ler toplamın yalnızca yüzde 20’sini oluşturuyor. Bizde KOBİ’lerin yüzde 60’ı 16 yaşın üstünde, orada yüzde 20’si. Bu ne demek? Bizdeki KOBİ’ler başka ülkelerle kıyaslandığında daha uzun bir süre KOBİ olarak kalıyor. Bana kalırsa, bu akılda tutulması gereken ilk nokta.
Kaynak: Dünya Bankası, 2008
Yani, ne oluyor? Bizim şirketler büyümüyorlar. Bir nevi, büyümeden yaşlanıyorlar. Türkiye’nin KOBİ’leri güdük kalıyorlar. Doğal değil ama bakın böyle oluyor. Bizim KOBİ’lerimiz, başka ülkelerdeki benzerleri ile kıyaslandıklarında daha yavaş büyüyorlar. Kendi muadillerinden ortalama yüzde 10 daha yavaş büyüyorlar. 2004-2007 arasında yıllık ortalama şirket büyümesini kıyaslarsanız böyle bir sonuç çıkıyor. Dünya Bankası bizimkileri Polonya, Romanya, Ukrayna ve Avrupa Birliği’ndeki muadilleri ile kıyaslıyor. Her durumda bizimkiler onlara göre daha yavaş büyüyor. Türkiye’nin kendi mikro işletmelerine oranla baktığınızda, KOBİ’ler yine daha yavaş büyüyor. Hatta Türkiye’nin büyük şirketlerine göre, Türkiye’nin KOBİ’leri yüzde 5 daha yavaş büyüyor. Minikler iyi durumda. Büyükler iyi durumda. Ortada bir problem var. Türkiye’nin KOBİ’leri neden böyle güdük kalıyorlar?
Üçüncü nokta ise, geçenlerde Dünya Bankası’nın dış ticaret ile ilgili bir raporunda vardı. Oradaki sonuçlara göre, Türkiye’nin KOBİ’leri ihracat yapamıyordu. Memleketin 20’den az çalışanı olan mikro işletmelerinin yıllık ortalama ihracatı yüzde 35 artıyordu. Çalışan sayısı 200’ü aşan büyük işletmelerin yıllık ortalama ihracatı yüzde 30’lar mertebesinde artıyordu. Ama arada kalan KOBİ’lerin yıllık ortalama ihracat artışı yüzde 8’i aşamıyordu. En canlı olması gereken şirketlerimiz, o ara bölgede, bir atalete kapılıyorlardı. O ara bölgede birdenbire verimlilikleri de düşüyordu. Büyükler verimli, minikler verimli, KOBİ’ler verimsiz. Minikler hızlı büyüyor. Büyükler hızlı büyüyor. KOBİ’ler serpilmeden yaşlanıyor. Minikler ihracat yapıyor. Büyüler ihracat yapıyor. KOBİ’ler ihracat yapamıyor. Ortada sanki bir sistematik problem var gibi duruyor. Neden?
Bir ülkenin KOBİ’lere yönelik politikasının, KOBİ’leri, KOBİ olarak tutmak olmaması gerekiyor. KOBİ politikasının özü, KOBİ’lerin serpilip büyümesine imkan tanımak, büyüyenlerin yerini ise yenilerinin almasına imkan sağlamaktır. Bu nedenle, yüzde 60’ı 16 yaşın üstünde KOBİ olmaz. Böyle baktığınızda ortada bir mesele olduğu açıklıkla görünüyor. Ben burada ilginç olan hususun şu olduğu kanaatindeyim. Daha az verimli olan birtakım işletmeler, büyümedikleri takdirde neden ortadan kalkmıyorlar? Tam tersine verimsiz oldukları halde, işlerini en iyi biçimde yapmadıkları halde yaşamaya devam ediyorlar. Bir türlü ortadan kalkmıyorlar. Neden? İlk soru: Verimsiz işletmeler neden yaşamaya devam ediyorlar? İkincisi, o ara bölgedeki işletmeler neden birden verimsiz oluyorlar?
Her şirketi aynı biçimde destekleyip, aslında hiç kimseyi desteklemeyen teşvik sistemimiz nedeniyle işler böyle olmasın? Teşvik sistemimizde hiçbir sektörü özelikle özendirmeyen ama bir bütün olarak bakıldığında, bütün şirketlerin işletme maliyetlerini azaltmayı hedefleyen tedbirler nedeniyle o verimsiz işletmeler ayakta kalıyor olmasınlar? Bakın ben bunun üzerinde çalışılabilecek bir hipotez olduğunu düşünüyorum. Bundan bir süre önce yatırım teşvikleri üzerine bir anket yaptığımızı hatırlıyorum. Galiba ilk yatırım iklimi araştırması zamanıydı. 2005’ler yani. Yatırım yapanlara sormuştuk. “Yatırım teşvikleri olmasaydı yine de yatırım yapar mıydınız?” katılımcıların yaklaşık yüzde 70’i “evet” cevabını vermişti. Bu ne demektir? Yatırım teşvikleri, bir yatırımın yapılıp yapılmamasına karar verme konusunda etkili değildir. Millet zaten karlı bulduğu alanda yatırım yapmak istemektedir. Peki, o vakit, yatırım teşviki ne işe yaramaktadır? Zaten yapılacak olan yatırımın işletme maliyetini azaltmaya yaramaktadır.
Türkiye’nin teşvik sistemi esasen işletmelerin operasyonel maliyetlerinin bir bölümünü karşılamaya yöneliktir. Mesela çalışanlar üzerindeki vergi yüklerinin bir bölümünü devlet almamayı tercih etmektedir. Hal böyle olduğunda, işletme verimsiz bile olsa, yaşaması için oksijen çadırına alınmış olmaktadır. İyi ile kötüyü ayırmak imkansız hale gelmektedir. Bu tür destekler kriz dönemlerinde anlaşılabilir. Ama bir ülkede bu norm haline gelmişse, o ülkede KOBİ’ler serpilmeden yaşlanmaya başlarlar.
Türkiye bu günlere özel sektörün dinamizmi sayesinde geldi. Dün o dinamizmi ortaya koyan mekanizmada bugün atalet izleri gözlemlenmektedir. Bu iyi değildir. Türkiye’nin şirketleri hantallaştıran tedbirlere değil, yaratıcı çözüm önerilerine ihtiyacı vardır. Mesela memleketin rekabet ortamının hiç mi suçu yoktur? Neden Türkiye’nin bildiğimiz şirketleri listesi hiç değişmeden kalmaktadır? Rekabet Kurumu görevini iyi mi yapmaktadır? Onlara da geleceğim.
Bu köşe yazısı 15.08.2014 tarihinde Radikal Gazetesi’nde yayımlandı.
Canlı iç talep, KOBİ’lerin uluslararasılaşmasını engelliyor/Güven Sak, Dr.03 Temmuz 2014 – Okunma Sayısı: 728
Dünya Bankası geçenlerde dış ticaret ile ilgili güzel bir rapor yayımladı. Adı “Yüksek Gelir Statüsüne Geçişte Dış Ticaretin Rolü”. Okumadıysanız edinip şöyle bir bakın derim. bu oran binde 8’lere doğru ilerledi. Bu ne demek? Türkiye’nin dünya ticareti 2000’li yılların başında Türkiye’nin dünya ticareti içindeki payı binde 5 mertebesindeydi. 2012 itibariyle içindeki payı son on yılda artmış demek. Yani şirketlerimizin rekabet gücü artmış ve dünya ticareti içindeki payımız yükselmiş. Bu da fena değil elbette. 1980’lerde başlayan ihracat hamlemiz bir sonuç vermiş gibi görünüyor. Ama rakamlara daha dikkatli baktıkça ortaya problemli bir resim çıkıyor. Türkiye, özellikle son on yıldır, memleketin ihracat kapasitesini bir üst aşamaya sıçratacak yapısal tedbirleri almamış gibi duruyor. İhracatımız mevcut haliyle bir kapasite kısıtına takılmış gibi duruyor. Bu üretim kapasitesi, bu eğitim sistemi, bu hukuk sistemi, bu kurumsal altyapı, bu makro yönetim anlayışı ile daha iyi bir performans sergilemek imkânsız görünüyor. Türkiye’nin 500 milyar dolarlık ihracat hayalinin gerçek olabilmesi mevcut şartlar dâhilinde mümkün değil gibi duruyor. On yılda beş milli eğitim bakanı ile boş yere zaman harcayınca, yeni bir ihracat hamlesi için gereken enerji biriktirilemiyor. Türkiye, kapasite kısıtına takılıyor. Canlı iç talep, KOBİ’lerin uluslararasılaşmasını engelliyor.
Önce bu kapasite kısıtı ile ne anlatmak istediğimi bir örnekle açıklayayım. Türkiye’nin dünya ticaretindeki payı binde 5’ten binde 8’e nasıl gelebildi? Şirketlerimiz daha rekabetçi biçimde çalıştığı ve üretkenlikleri arttığı için gelebildi. Geldiğimiz noktada, şirketlerimizin dünkü yüksek rekabet güçlerini bu eğitim sisteminin çıktıları, bu hukuk sisteminin operasyonel problemleri, bu bürokrasi ve bu makro yönetim anlayışı ile sürdürebilmeleri mümkün görünmüyor. O vakit ne oluyor? Türkiye’nin 500 milyarlık ihracat hedefi, ulaşılabilir bir hedefken, gerçek olamayıp, hayal olarak kalıyor. Onun için “on yılda beş milli eğitim bakanı ile boş yere zaman harcayınca yeni bir ihracat hamlesi için gereken enerji biriktirilemiyor” diyorum.
Kapasite kısıtlarının olduğu bir ekonomide, artan iç tüketim talebi, üretimi arttırmak yerine cari işlemler açığı ile enflasyonu artırıyor. Aynı şekilde, kapasite kısıtlarının olduğu bir ekonomide, artan iç talep memleketin ihracat performansını da örseliyor. Şirketlerimiz artan tüketim talebi ile genişleyen bir iç pazar varken, kendilerini daha rekabetçi olmak için çaba harcamak zorunda hissetmiyorlar. Zaten bunun yapısal temel gerekleri de sistemin içinde bulunmuyor. İsteseler de olmaları zor duruyor. Daha rekabetçi olamadıklarında ise ne yurt dışında satabilecekleri ürünlerin ne de girebilecekleri pazarların sayısını artıramıyorlar. Şirket bir nevi, kendisini ihraç edilebilir bir fazla üretebilir halde bulamıyor. İç pazarda zaten ne satsa, kaçtan satsa gidiyor. Tam da bu nedenle, o kadar yatırım yaptığımız halde, memleketin üretim kapasitesini sağlıklı bir biçimde büyütemediğimizi düşünüyorum.
Dünya Bankası raporu bu mesele ile ilgili iki önemli tespiti gündeme taşıyor. Bunları bugün dikkatinize sunmak isterim. Birincisi, Türkiye’nin ihracatı ya yeni firmalar ihracat yapmaya başlayınca ya yeni ürünler piyasaya sürüldükçe ya da yeni pazarlara girildikçe daha hızlı bir biçimde artabilir. Hâlbuki memleket bu tür yenilikleri yapmakta çok da başarılı görünmüyor. 2002-2011 dönemine bakarsanız, ihracatımız 36 milyar dolardan 150 milyar dolara doğru yükseliyor. Ancak bu dönemde, ihracattaki artışın yüzde 65’ini zaten ihracat yapmakta olan firmalar, hâlihazırda ihracat yaptıkları pazarlara, sürekli aynı malları satarak gerçekleştirmiş görünüyorlar. Ne oluyor? Türkiye’nin ihracat performansında bir dinamizm eksikliği gözlemleniyor. Yaklaşık on yıllık dönemde daha fazla yeni firma ihracat yapmaya başlasa, daha fazla yeni ürün çıksa, daha fazla yeni pazara açılmak mümkün olsa, ihracattaki büyümenin daha iyi olması mümkün. Ama olmuyor. Türkiye’de ihracat yapan firma sayısı hızla artmıyor. Düzelteyim, Türkiye’de ihracat yapabilen, rekabet gücü yüksek firma sayısı yavaş artıyor. Bu durum ihracat hamlesini yavaşlatıyor. Neden? Kapasite kısıtları nedeniyle elbette.
Kaynak: Dünya Bankası, Yüksek Gelir Statüsüne Geçişte Dış Ticaretin Rolü
Raporun ikinci tespiti ise ihracat yapan firmaların büyüklüğüne bakıldığında ortaya çıkıyor. Türkiye’de orta büyüklükteki firmalar ihracat yapamıyor. Şöyle diyeyim, Türkiye’de orta büyüklükteki firmalar ihracat yapabilecek rekabet avantajına sahip görünmüyorlar. 20’den az çalışanı olan küçük firmaların ihracatı yıllık yüzde 35 oranında artıyor. Büyük firmaların ihracatı yaklaşık yıllık yüzde 30 büyüyor. Orta büyüklükteki firmaların ihracatı ise yıllık yüzde 8,5 oranında büyüyor. Orta, burada 20 ila 50 çalışanı olan firma anlamına geliyor. Yine Dünya Bankası çalışmasına göre, orta büyüklükteki firmalar verimsiz duruyor. Yani küçükken verimli, büyüyünce iyi ama arada kaldıklarında verimsiz oluyorlar. Rakamlar böyle söylüyor.
Kaynak: Dünya Bankası, Yüksek Gelir Statüsüne Geçişte Dış Ticaretin Rolü
Peki, neden? Neden ihracat yapan daha fazla yeni firma çıkmıyor? Neden yeni ürünler ortalığı sarmıyor? Neden orta büyüklükteki firmalarda bir rekabet gücü eksikliği gözlemleniyor? Peki, o rekabet gücü olmayan orta büyüklükteki firmalar neden hemen batmıyor? Burada birinci olarak akla gelmesi gereken husus elbette bürokratik engeller olabilir. Gerçekten de Türkiye’de orta büyüklükteki bir firmanın yöneticisinin zamanının üçte birini bürokratik işlere ayırması gerekiyor. Alınması gereken izinleri toparlamak zaman alıyor. Başka ülkelerin KOBİ yöneticileri ile kıyaslandığında, bizim KOBİ yöneticilerinin bir kamu dairesinde üç kat daha fazla zaman harcamaları gerekiyor. Önce bunun bir anlayalım. Türkiye’de devlet bütün ağırlığıyla şirketleri baskılıyor. Başka ülkelerle kıyaslandığında, bizim firmalar ağır bir vesayet rejimi altında yaşıyorlar. Büyükler bu tür maliyetleri, faaliyet hacimleri içinde daha iyi eritirken, şirket küçüldükçe devletin şirket üzerindeki yükü görünür hale geliyor. Türkiye’nin bu devlet tahakkümüne bir son vermesi gerekiyor.
Peki, ama neden esasen en küçükler değil de, orta büyüklükteki firmalar daha verimsiz görünüyor? Öyle ya, küçük büyük herkes aynı vesayet rejimi altında inim inim inletiliyor. Devlet herkese aynı ceberutluğu yapıyor. Burada sanırım şirketin yönetim becerisini de tartışmaya dâhil etmekte fayda var. 10 kişiyi etkin biçimde yönetmekle 50 kişiyi etkin biçimde yönetmek aynı şey değil, bu ayrı bir organizasyon becerisi gerektiriyor. Yönetimde profesyonelleşme istiyor. Türkiye, şirketler kesimi söz konusu olduğunda galiba bu aradaki geçişi başarılı bir biçimde yapamıyor. Bu nedenle, bu geçişi zamanında yapan büyükler daha verimli oluyor. Küçükler, küçük oldukları için daha efektif bir biçimde yönetilebiliyorlar. Ancak küçükten büyüğe kurumsal geçişte ortada bir zorluk bulunuyor olabilir. Bakın bunun da literatürde bir karşılığı var. Onun için 30 kişiden fazlasını istihdam etmemeye çalışan firmalar var. Not edeyim.
Peki, böyle bir orta büyüklükte firma verimsizliği problemi karşılaştırılabilir diğer ülkelerde bu kadar görünür değilken, bizde neden bu kadar ortada? Neden bizimkiler iyi yönetilmemeye devam ediyor? Neden bizim sistemimiz bu firmaları piyasa testi ile hemen adam etmiyor? İşte burada iç talebin manasız bir hızla büyümesi hadisesine gelmek isterim. İç talep güçlüyse, şirketler, sistemin içinde kendilerini hizaya sokacak yeterli müşevviği göremiyorlar. Bir nevi “ne satsan, kaçtan satsan gidiyor” hali varsa, firma kendisine çekidüzen vermeden hızlı ve hazırlıksız bir biçimde büyüyor. Verimliliği fazla düşünmüyor. Kendi kapasite kısıtlarını fazla dikkate almıyor.
Hükümet memleketin kapasite kısıtlarını çözemiyor, iç talebi pompalayıp ayıpları saklıyor. Memleketin ayıplarını saklayan o ortam, firmaların kendi kapasite kısıtlarını da gizlemelerine yardım ediyor. Ama sonunda ne oluyor? Rekabet gücü düşüyor. Ülkenin ihracatı dinamizmini kaybediyor. 500 milyarlık ihracat hedefi, kötü yönetim nedeniyle, yakalanabilirken hayal oluyor. Baştaki kapasite kısıtları ileri teknolojili, katma değeri yüksek yatırımlara doğru gitmeyi de engelliyor. Memleket bir kısır döngüye giriyor.
Başta da dediğim gibi, ben Dünya Bankası’nın bu raporunu son derece fikir açıcı buldum. Size de öneririm.
Bu köşe yazısı 03.07.2014 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Etiketler:
Vasat ekonomi performansıyla yüksek gelirli ülke olamayız./Güven Sak, Dr.26 Mayıs 2014 – Okunma Sayısı: 1440
Son 30 yılda bir tek Kore orta gelirli ülkeler grubundan, yüksek gelirli ülkeler grubuna sıçramayı başarabildi. Nasıl başarabildi? Kore, orta gelirli ülkeler grubundayken vasat bir performans sergilemediği için bir üst lige geçti. Biz eski ligde takıldık, kaldık. Kore kişi başına gelirde 20 bin doları aşarak bir üst lige çıktı. Biz tam 6 yıldır 10 bin dolar kişi başına gelir düzeyinde patinaj yapıyoruz. Kore, kendine özgü, sıradan olmayan, herkesin üretemediği mallar üretmeyi başararak bir üst lige çıktı. Sözüm Meclisten dışarı, biz hala çer çöp üreterek zenginleşmeyi hayal ediyoruz. Burada çer çöpten kastım, herkesin üretebildiği malları üretebilmektir. Irak’a sanayi malları ihracatında İran ile birbirimize rakibiz. Hangi sanayi malıdır bu rekabette söz konusu olan? Un ve çimentodur, mesela. Söylemeye çalıştığım şudur: Yüksek gelirli ülkeler grubunda yer alan ülkeler, herkesin ürettiği, sıradan malların dışında, bir tek kendilerinin üretebildiği, başkalarının yapamadığı, sıra dışı işler de yapabildikleri için yüksek gelirli ülke olmuşlardır. Bunların bazılarına o farkı Allah vermiştir. Petrolleri vardır. Bazıları ise çalışarak sıradan olmayan kendilerine özgü bir şeyler üretmeye başlamışlardır. Türkiye’nin problemi nedir? Grafikten bakarsanız görürsünüz, Türkiye son altı yılda yalnızca kişi başına düşen milli gelirde 10 bin dolarda takılıp kalmamıştır. Aynı zamanda, Türkiye’nin ihracat sepeti, yüksek gelirli ülkelerin ihracat sepetine doğru yakınsamaktan da vazgeçmiş gibi görünmektedir. Türkiye’nin ihracat sepeti bir zamanlar kendine özgü mallarla zenginleşirken, şimdi giderek sıradanlaşmaktadır. Türkiye, vasatlaşmaktadır. Türkiye ekonomisi giderek daha vasat mallar üretmektedir. Bu kötüdür.
Grafik 1: Türkiye’nin ihracat sofistikasyonu
gs2605.520px
Türkiye neden vasatlaşmaktadır? Önce tanımlayayım, sonra da nedenlerine geleyim. Vasat olmak demek, ortalamayı tutturmakla yetinmek demektir. Sıradan mallar üretmek demektir. Vasat bir ekonomiye sahip bir ülke olursanız, zenginleşmeye bir üst sınır koyarsınız. Başka? Başkalarının planlarına göre davranırsınız. Kendi başınıza plan filan yapamazsınız. Yapıyor gibi davransanız da, yaptığınız yalan olur. Bakın Türkiye’nin 2000-2012 büyüme performansına mesela. Türkiye’nin de içinde yer aldığı orta gelirli ülkeler on yılda ortalama yüzde 87 büyümüşler. Türkiye ise yüzde 60’ın üzerine zar zor çıkabilmiş. Biz işte bu ligden, bir üst lige geçmek istiyoruz. Daha onların ortalamasını bile yakalayamıyoruz. İmalat sanayiinin onların büyümesine katkısı yüzde 18, Türkiye’de ise bu oran yüzde 6. Türkiye vasatlaşmaktadır derken üzerinde durmamız gereken işte budur. Vakıa ile kavga olmaz. Önce kötü bir performans gösterdiğimizi, rakiplerimizi geride bırakamadığımızı kabul edelim. Sonra da ne yapmamız gerektiğine bakalım.
Grafik 2: Kümülatif büyüme oranı (%, 2000-2012), imalat sanayinin büyümeye katkısı (%, 2000-2010)
Türkiye’nin 2000-2012 büyüme performansı vasattır. Bize benzeyenler on yılda yüzde 85’ten fazla büyümüştür. Türkiye yüzde 60’ı ancak geçmiştir. Daha da vahim olan ise büyümeye imalat sanayiinin katkısıdır. Bize benzeyenlerde imalat sanayiinin büyümeye katkısı, Türkiye’dekinden 3 kat daha fazladır. Türkiye ekonomisinin performansı vasattır. Bu resim işte o vasatın resmidir.
gs26052.520px
Kaynak: Dünya Kalkınma Göstergeleri Veritabanı’ndan TEPAV hesaplamaları
Not: İmalat sanayinin büyümeye katkısı, 2011 ve 2012 yıllarına ait veri olmadığı için 2000-2010 dönemi için hesaplanmıştır.
Peki, Türkiye neden sıradan kaldı? Ben yedi tane temel neden görüyorum. Bu alanlarda son on küsur yılda sıfır çektiğimiz için sınıfta kaldık. Kore’nin yaptığını yapamadık.
Bunların ilki eğitimdir. Nüfusumuzun eğitim seviyesi son derece düşüktür. Bu bir numaralı kapasite kısıtımızdır. Böyle bir ülkede uzaya füze gönderebilecek mühendis de yeterli sayıda olmaz, vida sıkacak teknisyen de. Türkiye’nin adının kazalarla sıkça anılmasının birinci nedeni bu eğitimli nüfus kısıtıdır. Eğitim süresi bu ülkede hala Kore’nin yarısından azdır. Bir fizikçinin bulabildiği en iyi iş, üniversiteye hazırlık dershanesinde ders vermekse, o ülke sıçrayamaz.
İkinci problemimiz, yargı sistemidir. Davaları bir türlü bitirilemeyen, hakimin vicdanı ile cüzdanı arasına sıkıştığı, yargıya siyasi müdahale olduğu kanaatinin yüksek olduğu bir ülkede yenilik filan olmaz. Olsa da icat çıkaranlar şirketlerini o ülkede kurmazlar. Gider kural hakimiyetinin, hukukun üstünlüğünün olduğu ülkede şirketlerini kurarlar. Amerikalılar için iyi olur. Türkler için iyi olmaz.
Üçüncü unsur, sağduyulu makro iktisadi yönetimdir. Türkiye’de istikrarlı büyüme yoktur. Türkiye arka arkaya üç ya da dört yıl belli bir tempoyla büyür, sonra yavaşlar. Kapasite kısıtları hızla ortaya çıkar. Yatırdığınız parayı biyoteknolojide on yılda geri alırsanız iyidir. Türkiye’de kimse o kadar bekleyemez. Dün enflasyon nedeniyle bekleyemezdik. Şimdi ise büyümede devam eden istikrarsızlık en önemli nedendir. Bu ülkede işadamı yatırdığı parayı, ne olursa olsun, üç dört yılda geri almak ister. O zaman da, inşaattan, hizmetlerden başka şansınız olmaz. Orta vadede böyle giderek, verimlilik artmaz.
Dördüncüsü, Türkiye’nin sağlıklı bir kentleşme politikası yoktur. Yaşanabilir kent yoksa inovasyon filan olmaz. Ben Anadolu’da sanayinin bir şansı olması için kentleşme konusunun ön plana alınması gerektiği kanısındayım.
Beşincisi, kentsel rantları vergileyip sanayinin elektrik ve su gibi girdi yüklerini hafifletmeden sanayileşmemiz devam edemez. “Biz şimdi bu rantla sermaye biriktiriyoruz” lafı kocaman yalandır. Haydan gelen huya gider. Türkiye’nin sağlıklı bir yeni vergi rejimine ihtiyacı vardır.
Altıncısı, eğitimli eleman eksikliğini gidermek üzere, bir göçmen politikası tasarlamadan bu önümüzdeki on yılı da geçen on yıl gibi kaybederiz. Türkiye’nin eğitim seviyesi yüksek Filistinli, Suriyeli, Ermeni, Iraklı, Rus göçmenleri bir an önce kabul etmeye başlaması gerekmektedir. Arkaik korkulara dayalı göçmen politikası ile olmaz.
Yedincisi, kamu idaresinde karar alma sürecini yeniden elden geçirmektir. Bunu iki açıdan yapmakta fayda vardır. Öncelikle merkezde siyasi kararlarla, bürokratik adımlar arasındaki ilişkiyi koordine edecek bir mekanizma yoktur. Amerika’daki Council of Economic Advisers gibi veriye dayalı politika tasarımı yapacak bir birim Türkiye’de ne yazık ki yoktur. Aynı düzen Downing Street’teki ofisin içinde de vardır. Bizde yoktur. Türkiye’de kamu idaresinde etki değerlendirmesi yoktur. Kamusal kararlar olsa olsa yaklaşımıyla alınmakta, genellikle nişan almadan ateş edilmektedir. İkincisi ise, Türkiye artık tek merkezden yönetilebilecek bir ülke değildir. Yerel kararlar yerel düzeyde alınmalıdır.
Bu problemler son on yılda yüzleşmeye cesaret edemediğimiz meselelerdir. Ben Türkiye’nin son 6-7 yılı boşa harcadığını düşünüyorum. Yıkmaktan yapmaya vakit kalmadı bir nevi.
Bu köşe yazısı 26.05.2014 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Etiketler:
Türkiye bugünlerde kavanozunu dünya zanneden kırmızı balığa benziyor.
Güven Sak, Dr.12 Mayıs 2014 – Okunma Sayısı: 1544
Eskiden Türkiye bana yalnızca dünyadan azıcık kopuk gibi gelirdi. Şimdi Türkiye’yi kavanozunu dünya zanneden bir kırmızı balık gibi görüyorum doğrusu. İki durum arasındaki temel farklılık şuradan geliyor: eskiden bizim dışımızda bir dünya olduğunun farkındaydık şimdi sanki farkında değilmiş gibi yaşıyoruz ve gün boyu itişiyoruz. En azından yöneticilerimiz itişirken öyle bir hayal aleminin içindeymiş gibi görünüyorlar. “Farz edelim ki, bu kavanoz bizim dünyamızmış” gibi yaşasak istiyorlar. Ama değil. O oyunlar artık çocuklukta kaldı. Günün sorusu şudur: Daha ne kadar kavanozumuzu dünya zannederek durumu idare edebiliriz? Malum: Siz gözlerinizi kapattığınızda, hayat sona ermiyor. Tehlikeler uzaklaşmıyor. Başarılar gelip gelip size yapışıvermiyor. Aslında dün böyle idare etmek daha kolaydı. Türkiye, uzun süre askeri vesayet altında o sayede yaşadı. Ama artık “bu kavanoz şimdi sizin dünyanızmış” diye işi idare edebilmek mümkün değil. 1980 yılından beri, aşama aşama, Türkiye dünyanın ayrılmaz bir parçası oldu. Turgut bey’in başlattığı iktisadi dönüşüm süreci, 2000’li yılların başında bir siyasi dönüşüm süreci başlattı. Türkiye bu değişimi dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğu için gerçekleştirebildi. Dünyanın ayrılmaz bir parçası olan bir ekonomiyi “farz edelim ki, bu kavanoz şimdi bizim dünyamızmış” diye idare edebilmek artık konu dışıdır. Gelin bakın nasıl konu dışıdır?
Geçen gün dünyanın en önemli olayları sıralamasında Pfizer-AstraZeneca çekişmesinin Ukrayna’da olup bitenlerden daha önemli olduğunu söyledim. Sonra biri bana yolda giderken, “Tamam dünyada olup bitenleri yakından takip etmiyor olabiliriz. Ama bu mudur, yani? Pfizer-AstraZeneca birleşme/devir alma tartışmaları dünyanın en önemli gelişmesi midir?” diye sordu. Ben “evet” dedim ve geçen yazıda meramımı iyi anlatamadığıma hükmettim. Önce kısaca bir vurgulamak isterim. Amerikan firması Pfizer, İngiliz firması AstraZeneca’yı devir almak için teklifte bulundu. Rusya ise Ukrayna’ya bir takım “yeşil giysili adamlar” göndererek önce Kırım’ı utangaç bir biçimde işgal etti. Şimdi ise Doğu Ukrayna’da aynı senaryoyu uygulamaya çalışıyor. Birinci sonuç şudur: Dünyanın geleceğini belirleyecek ülkelerin Pfizer-AstraZeneca hadisesinde adı geçen ülkeler olması ihtimali, Ukrayna hadisesinde adı geçen ülkeler olması ihtimalinden kat be kat daha fazladır. Uygarlığımız bir teknik uygarlıktır. Çağımız teknolojik sıçrama çağıdır. Rusya’nın dünyanın parlak geleceğinde ne yazık ki şimdilik bir ağırlığı yoktur. Altını çizmek istediğim temel mesele buydu. Bir nevi bir şeye özenecekseniz, doğru şeye özenin diye altını çizmek istemiştim. İkincisi, ortada bir yaşam bilimleri hadisesi vardı. Her iki şirkette geleceğin parlak yaşam bilimleri teknolojilerinin taşıyıcısı durumundaydılar. Yalnızca Amerika, İngiltere değil; Hindistan ve Singapur da bu alanda önemli olmak istiyorlar. Ama ister sağdan ister soldan sayın, bu rekabet alanındaki ülke sayısı bir elin parmaklarını pek aşamıyor. Üçüncüsü ise son derece acı elbette: Türkiye hem dünyada adı geçen meselelerin önem taşıyan aktörü değildir, hem de yaşam bilimleri alanında esamesi okunan bir ülke değildir. Bugün ortada yoktur, yarın bir yerlerde olma ihtimalini de güçlendiriyor değildir. Nerededir? Kavanozunun içindedir. Kavanozun dışına çıkmak, becerikli yönetici ister. O da bizde yoktur.
iHRACAT DESENİ HAUSMANN
http://www.tepav.org.tr/tr/haberler/s/1803
Geçen hafta, TÜSİAD’da yapılan bir toplantıda OECD PİSA testlerinin sonuçları, öğrencilerin problem çözebilme yetenekleri açısından değerlendirildi. Sunumu dinlerken, hep aklımda, yine, Kore vardı. Kore, son otuz yılda, orta gelirli bir ülkeden, yüksek gelirli bir ülkeye sıçrayan, tek dünya ülkesi. Bunu kavanozlarının içine kapanarak yapmış filan da değiller. Dinlerken Türkiye’nin işinin Kore’den daha zor olduğunu düşündüm. Neden? Birincisi, PİSA testi sonuçlarına göre, Türk çocuklarının yaklaşık yüzde 50’si 1inci seviye ve altında yer alan sorularda başarılı olabiliyorlar. Koreli çocukların ise yaklaşık yüzde 50’si 5’inci ve 6’ncı seviyedeki daha ileri sorularda başarılı oluyor. 6’dan daha ileri seviye olmadığını da söyleyeyim. Peki, Türkiye hiç mi ilerlemiyor? İlerliyor elbette. 2003’den 2012’ye Türkiye, Kore’nin 2003’deki haline doğru benzeme yolunda ilerliyor. Ama Kore artık orada değil. İsterseniz grafiğe bir de siz bakın. Bu da ikinci nokta.
OECD PİSA skorlarında, Türk çocuklarının yalnızca yüzde 2’si 6’ncı seviyede başarılı iken aynı oran Kore’de yüzde 30’u buluyor. Ama Kore buna rağmen hummalı bir biçimde eğitim sistemini değiştirmeye çalışıyor. Neden? Kore’nin sıçramayı başardığı son otuz yılda, eğitimde yaptıklarını yapmaya devam ederek, bugün artık başarılı olabilmesi mümkün değil. Koreliler biliyor. Türkler bilseler, son on yılda beş eğitim bakanı değişir miydi?
gs1205.520px
Üçüncü nokta ise şöyle: Kore de aynı Türkiye gibi son derece merkeziyetçi ve ezberci bir eğitim sistemine sahip. Test odaklı bir eğitim sistemi var. Müfredat son derece katı. Aynı Talim-Terbiye Kurulu sistemi bir nevi yani. Kore, yüksek gelirli bir ülke haline bu eğitim sistemi ile gelmiş. Demek ki neymiş? Bu talimnameye dayalı sistemle de bir halden daha ileri bir hale sıçrayabilmek mümkünmüş. Ama ne zaman mümkünmüş? Dün. Bundan bir on yıl sonra bugün bildiğiniz mesleklerde istihdam edilenlerin yüzde 47’si artık o mesleklerde istihdam edilemeyecekler. Talime dayalı, tekrar edilebilir rutin beceriler çağı artık kapanıyor. Bunun ne demek olduğunu hemen söyleyeyim: Türkiye’nin Kore’nin yaptığını tekrarlayabilmesi mümkün değil. Tam da o nedenle şimdilerde Koreliler Kore’nin eğitim sistemini yeniden tasarlıyorlar. Ne için? Yeşil teknolojiler ve yaşam bilimlerinin gerektirdiği yeni bir beceri seti ile çocuklarını donatmak ve geleceğin dünyasına hazırlamak için.
Koreliler dünyanın içinde yaşıyorlar. Biz kavanozumuzun dünya olduğunu zannediyoruz. Bu sürdürülebilir bir durum mudur? Hayır. Dünya kavanozunuzdan ibaret değildir. Turgut bey bize öyle öğretmişti. Siz sanırım unuttunuz. Ben hatırlatmış olayım: Siz gözlerinizi kapattınız diye, dünya hareket etmekten vazgeçmiyor. Maalesef gerçek bu.
Bu köşe yazısı 12.05.2014 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Türkiye bu çağın kıyısında köşesinde bile yoktur/Güven Sak, Dr.08 Mayıs 2014 – Okunma Sayısı: 3377
Biz Türkiye’de dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü zannetme eğilimindeyizdir. Zaten bu kadar çok komplo teorisinin başka türlü yeşerebilmesi asla mümkün olmazdı. Zannedersiniz ki, dünyanın her ülkesinde “ne yapsak da, Türkiye’nin ayağını kaydırsak” diyen onbinlerce insan bulunmaktadır. Ben size söyleyeyim: İş, teknolojik gelişmeye, bilimsel başarılara geldiğinde, Türkiye, dünyanın umurunda değildir. Türkiye daha 21. yüzyılın kıyısında köşesinde bile yoktur. Nasıl yoktur? Gelin anlatayım. Anlatayım ki, bugüne kadar nasıl bir çıkmazda debelenmekte olduğumuzu görün. Anlatayım ki, çağdaş Türkiye hikayesinin artık nasıl bir genleşme hikayesi değil, tam bir büzüşme, kendi içine devrilme hikayesi olduğu ayan beyan görünsün.
Bugünlerde dünyanın en önemli tartışma konusu hiç de öyle Ukrayna krizi, Suriye meselesi filan değildir. Üzülebiliriz ama değildir. Bugün dünyanın en önemli meselesi Amerikan Pfizer’in İngiliz AstraZeneca’yı almak için verdiği tekliftir. Pfizer ile İngiltere’de bizzat Başbakan David Cameron’un konuşmasıdır. Çağımız bir nevi kendiliğinden ulusal şampiyonlar çağı olmuştur. Siz hiç başbakanımızın bir şirketimizin adını anarak övdüğüne, o şirketin faaliyet gösterdiği alanın “gözümüzün bebeği” olduğunu söylediğine şahit oldunuz mu? Geçenlerde David Cameron AstraZeneca’nın faaliyet gösterdiği biyoteknoloji alanı için tam da bunu söylüyordu. Geçtiğimiz günlerde, Amerikan ilaç devi Pfizer, İngiliz firması AstraZeneca’yı satın almak için şirkete 100 milyar dolarlık bir teklifte bulundu. Pfizer yaklaşık 200 milyar dolarlık piyasa kapitalizasyonuna sahip dev bir şirket, AstraZeneca ise 100 milyarlık bir başka dev. Bizim Türkiye’de 10 milyar dolardan büyük piyasa kapitalizasyonuna sahip şirketimiz bile yok. Nokta. Neyse ben konuya döneyim: AstraZeneca yönetimi teklifi reddetti. Ama Pfizer’in iddiası sürüyor. Konu her gün gazetelerin, televizyonların ilk haberleri arasında yer alıyor. Daha evvelki akşam, İngiliz BBC’de, AstraZeneca’nın eski CEO’su, Pfizer’i “peygamber devesi gibi pusu kurmak” ile itham ediyordu. Biz burada kafamızı kuma gömmüş, kendimizi çok önemli ve de fena halde etkili zannederken, dünyanın çok önem verdiği bir hadiseyi size bir anlatayım istedim. Bakın Türkiye bu biyoteknoloji hadisesinin hiçbir yerinde yer almıyor.Bu hadise için önem taşıyan meselelerin hiçbirini bilmiyoruz bile. Türkiye, dünyanın en önemli ilaç alıcılarından biri ama bu avantajı hala yalnızca bir maliye politikası aracı gibi kullanıyoruz, bir sanayi politikası aracına dönüştüremedik. Bizim ayıbımız.
Buradan duymadıklarımız/bilmediklerimiz/tamamen yabancı olduklarımız konusunda üç sonuç çıkartmak isterim: Birincisi, ülkelerin sanayi alanında yaptıkları tercihler ve de destekledikleri ulusal şampiyonlar var. David Cameron biyoteknoloji alanını destekliyor. AstraZeneca’ya doğrudan sahip çıkıyor. Bizim sanayide böyle bir alanımız ne yazık ki yok. İkincisi, biyoteknolojide niye böyle kocaman devir alma teklifleri oluyor? Gayet basit bir nedenle: Çağımız artık bilgi çağı. Pfizer, AstraZeneca’nın satış ağlarını, üretim tesislerini filan istemiyor. Neyi istiyor? Pfizer, AstraZeneca’nın bildiklerini bilmek istiyor. ARGEsi tamamlanmış, piyasaya çıkmak üzere olan yeni ilaçlarını istiyor.AstraZeneca’nın maddi varlıkları değil, fikri mülkiyet hakları, patentleri para ediyor. Pfizer de onları istiyor. Bizim inşaat şirketleri yalnızca taşeronluk yaptıkları için, kol gücüne kuvvet gittikleri için, onlarda bir düşünme kabiliyeti bulunmuyor. Üçüncü köprüyü yapacak olanlara bakın Allah aşkına, bizimkiler hafriyatı yapıyor, Japonlar ise köprüyü. Tasarım, fikri mülkiyet istiyor. Hafriyata ucuz kol gücü yetiyor. Üçüncüsü, işte tam da bu maddi olmayan varlıklara sahip olunca mevcut eşitsizlikler daha fazla artıyor. Eşitsizlik eşitsizliği doğuruyor. Bugünlerde Amazon sanal kitapçısında çok satanlar listesinin başında olan Fransız iktisatçı Thomas Pikkety tam da bu değişen dünyayı anlatıyor. Ama biz daha orada değiliz. Onlar Pikkety’nin “21. Yüzyılda Kapital”ine geçmiş olabilir. Biz daha bildiğiniz Das Kapital çağındayız.
Neymiş? Bize karşı herkes komplo kuruyormuş. Yok yahu sahi mi? Neyimize kuruyorlarmış komploları?
Bu köşe yazısı 08.05.2014 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Avrupa, Türkiye’nin kaderidir/Güven Sak, Dr.24 Nisan 2014 – Okunma Sayısı: 495
capture-20140423-222106.jpg
Ben, kurucu atalarımıza büyük bir teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. İyi ki, Türklerin gözü hep Avrupa’ya, batı sınırlarına dönük olmuş. İyi ki, hep Batı’ya doğru ilerlemişiz. İyi ki, Bosna imparatorluğa Kayseri’den önce katılmış. Kurucu atalarımızın hep bir bildiği varmış. Coğrafya, bir ülkenin kaderidir. Türkiye’nin de kaderi olmuştur. Türkiye, Avrupa’nın parçasıdır. Siz şimdi heyecana kapılıp, “Atalarımızın izinden gitmeyi sürdürelim, Batıya doğru yola devam edip, Amerika’ya ulaşalım” diyenlere bakmayın. Avrupa, Türkiye’nin kaderidir. Türkiye’yi Amerika’ya taşımak mümkün değildir. Kanaatim şudur: Türkiye, Avrupa’da olmasaydı, bugün orta teknolojili bir sanayi ülkesi olamazdı. Bugün dert ettiğimize benzer dertlerimiz olmazdı. Nasıl yüksek teknolojili bir sanayi ülkesi oluruz diye dertleniyor olmazdık. Doksan yılda aldığımız mesafeyi alamaz, bir sanayi ülkesi olamazdık. Neden böyle düşünüyorum anlatmak isterim.
Ben sanayinin ticaret akımları vasıtasıyla ülkeden ülkeye hareket ettiğini düşünüyorum. Sanayi, komşudan komşuya sıçrar ve bu sıçrama sürecinde muhakkak ki, gelişen ticaret akımlarının bir rolü vardır. Bakın Türkiye’ye: 2013 yılı itibariyle, Türkiye sanayi malları ihracatının yaklaşık yüzde 40’ını hala Avrupa Birliği ülkelerine yapmaktadır. 2004 yılında bu oran yaklaşık yüzde 50 civarındaydı. Daha eskiden ise yüzde 65’lere vururdu. Türkiye mevcut sanayi kapasitesini Avrupa ile ticaret yaparak bugünkü haline getirdi. Şimdi Türkiye, Orta Doğu ve Afrika pazarlarına doğru da yöneldi. Ne oluyor? Sıra artık Türkiye’ye gelmiş bulunuyor. Türkiye Avrupa ile etkileşim için sanayileşti. Şimdi bizim komşularımız bizle etkileşim içinde bize bakarak sanayileşecekler. Nasıl onların şirketleri buraya gelerek, bizim dönüşüm sürecimize destek verdiyse, şimdi de bizim şirketlerimiz oraların dönüşümüne destek verecekler. 2004 yılında bu tür pazarların toplam ihracatımızdaki payı yüzde 16 civarındaydı. Şimdi yüzde 30’a yükseldi. Dün Avrupalılar bize dışa açılın derlerdi, şimdi Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için bizim reçetemiz de aynıdır. Biliyorum çünkü gidip anlatıyorum.
Peki, bu ne demek? Avrupa ile işimiz bitti mi? Hayır. Bana sorarsanız, Avrupa ile asıl işimiz şimdi başlıyor. Türkiye’nin, dünyanın en zengin pazarı ile komşuluk avantajını kullanarak, orta gelir seviyesinden yüksek gelir seviyesine sıçraması gerekiyor. Bunu da en rahat Avrupa ile yakın ilişki içinde yapabiliriz. Bir ülkenin ihracat ürünleri sepetinin gelişmiş ülkelerin ihracat sepetlerine benzer hale gelmesine, o ülkenin ihracat sofistikasyonunun artması deniyor. Grafik, Türkiye’nin ihracat sofistikasyonunun yıllar içindeki seyrini gösteriyor. Türkiye’nin beceri seti 1990’lardan, 2000’lere hep artıyor. Ülke giderek daha az sıradan olan, kendine özgü ürünler üretebilmeye başlıyor. Ama 2006-2007’den sonra bir şey oluyor, Türkiye’nin ihracat sofistikasyonu artık artmamaya başlıyor. Grafik, artık yan yan gidiyor.
Neden? Ben size aklıma gelen üç nedeni hemen sıralayayım, bir düşünün: Birincisi, Avrupa ekonomisi 2008 yılından sonra krize giriyor. Talep düşüyor. Türkiye’nin ihracat sofistikasyonu azalıyor. Ama dikkatinizi çekeyim, 1996’dan sonra gelen yukarıya doğru hareket 2007’den itibaren yavaşlıyor. Daha önceden yani. Neden? Hemen ikinci nedene geleyim: Türkiye 2007’den itibaren reform gündemini sıfırlıyor. Hiç yapısal reform yapmıyor. Heyecanını kaybediyor. Siyaset ekonominin önüne geçiyor. Üçüncüsü, 2005-2006’dan sonra Türkiye Avrupa Birliği’ne üyelik heyecanını da sıfırlıyor. Hep bir adım önde olmayı bırakıyor. Kaderini olmadık coğrafyalarda aramaya başlıyor. Hata yapıyor.
Bugünler Avrupa Birliği ile ayrılmaz ilişkimizi yeniden düşünmek için son derece uygun günler. Neden? 22-23 Mayıs’ta Avrupa Parlamentosu seçimleri yapılacak. Yeni Avrupa Parlamentosu’nda büyük bir olasılıkla daha büyük bir aşırı sağcı, yabancılardan hoşlanmayan grup olacak. Sonra Avrupa Komisyonu değişecek. Yeni bir başkanı, yeni komisyonerleri olacak. Kolay olmayacak ama ben bu değişimin yeni bir başlangıç için son derece uygun bir zaman olduğunu düşünüyorum. Ukrayna’da daha yenilerde yapılan hataların yolumuzu açabileceği kanaatindeyim. Gümrük Birliği projesi Türkiye’yi Avrupa ekonomisinin ayrılmaz bir parçası haline getirmiş ve sanayimize çağ atlatmıştı. Şimdi zaman bir daha sıçrama zamanıdır. Gümrük Birliği anlaşması derinleştirilmeli, Türkiye nasıl sanayisini yabancı rekabetine açtıysa şimdi de tarımını ve hizmetler sektörünü rekabete açmalıdır. Çevresine rekabete açık olun diyen, kendisini rekabete kapatmamalıdır. Ekonomimizin tamamını dışa açma vakti geliyor.
Dün sanayimizi yabancı rekabete açarken, rahmetli Özal’a “hain” gözüyle bakılırdı. Turgut Bey haklı çıktı. Dışa açıldık ve zenginleştik. Yine öyle olacak. Yeter ki isteyelim. Daha önce yaptık, yine yaparız.
Bu köşe yazısı 24.04.2014 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Manisa, Çin’den 1 milyar dolarlık ithalat yapıyor/Güven Sak, Dr.06 Mart 2014 – Okunma Sayısı: 544
Bugün yine Çin’e karşı artan dış ticaret açığımıza bir değineyim. Hatırlayın en çok dış ticaret açığı verdiğimiz ülkeler listesinde Çin 2000’li yılların başında 12’nci sıradaydı. Şimdi enerji hariç bakarsanız, birinci sırada. Son on yılın parlak bilançosunu tutanlara duyurmuş olayım. İthalatımızın yüzde 2’sini Çin’den yapıyorduk. Artık oldu yüzde 10. Aradaki mesafeye rağmen onlar bize kilosu 167 dolardan laptop satıyor, biz onlara kilosu 19 cent’ten ancak mermer satabiliyoruz. Onlar bize yüksek teknolojili ürün satıyor, biz onlara bildiğiniz maden satıyoruz. Ben ortada bir bozukluk olduğunu düşünüyorum. Bir rakam daha vereyim isterseniz: 2002 yılında Manisa’ya Çin’den ithalat 5 milyon dolar düzeyinde bile değilmiş. 2012 yılı itibariyle Manisa’nın Çin’den ithalatı 1 milyar dolara çıkmış. 2002-2012 arasında Çin’den ithalatı en hızlı artan ilimiz Manisa olmuş. Rakamlar öyle diyor. Çin’den toplam ithalatımız 21 milyar dolar kadar, bunun 20’de birini Manisa yapıyor. Merak edenler için not edeyim: Çin’den radyo-televizyon yayını için gereken verici cihazlar satın alıyoruz. Manisa’da monte ediyoruz. Yukarıdaki rakamlar, İrem Kızılca’nın yeni TEPAV değerlendirme notundan alınma. İsterseniz bakabilirsiniz. Ben bugün müsaadenizle bu rakamların bana ne düşündürdüğünü anlatayım.
Dış ticaret rakamlarından üç sonuç çıkarayım isterseniz. Birincisi, Türkiye, Çin’e yani o kadar uzağa satabilecek, pahada ağır, kiloda hafif mallar üretemiyor. Anadolu’dan istisnalar dışında uçakla mal da gönderemiyoruz zaten. Hep aynı nedenden: Türkiye’nin ürettiği mallar genellikle daha havaleli ve de daha ağır oluyor. Fiyatı ise pek yüksek olmuyor. Biz, bu pahada hafif, kiloda ağır malları ancak yakın piyasalara gönderebiliyoruz. O vakit, ne oluyor? Türkiye, kendisine yakın olan piyasalara daha bir bağımlı oluyor. Avrupa ve Ortadoğu hapşırsa, Türkiye nezle oluyor. Avrupa düzelmezse, Türkiye toparlanamıyor. Türkiye’de ihracatın menzili güdük kalıyor. Rakamlara bakın anlarsınız. Neden böyle oluyor? Kentsel rant bu kadar büyük olup, vergi dışında kalınca, memleketin Manisa’da mukim sanayi işletmeleri bile İstanbul’da inşaat yapmayı tercih edince işte böyle oluyor. Ne yapalım, kamu politikası ile ne ekersen, sonunda onu biçersin. Yanlış politika, memleketin ufkunu kısaltıyor.
Geleyim ikinci noktaya: Yakınımızdaki Avrupa Birliği pazarı dışında, yakın gelecekte, Türkiye’nin makus talihini yenmesine yardımcı olacak bir başka pazar görünmüyor. Bir türlü canlanmıyor. Bu ara ise orada fiyatlar düşüyor. Bu maliyetler ve bu ulaştırma altyapısı ile Türkiye’nin Uzak Doğu pazarına ulaşabilmesi, ihracat menzilini uzatabilmesi ise pek zor duruyor. Biz burada yolcu taşımak için hızlı tren projelerine kaynak akıtırken, konteynırları nasıl ucuza gönderebileceğimizle ilgilensek elbette böyle olmazdı. Ama konteynırlar oy kullanamıyor, hızlı tren ile taşınan yolcular oy kullanabiliyor. Türkiye, uzun vadeli stratejik kararları, bir süreden beri, yanlış öncüllere bakarak veriyor. İhracat menzilimizi uzatacaksak, öncelikle gelecek seçime odaklı bu bakış açısından kurtulmamız gerekiyor.
Üçüncü nokta da bu mesele ile alakalı. Yanı başımızda dünyanın en zengin ve de yüksek teknolojili mal talebi en yüksek pazarı var ama bu talep, Türkiye’nin yüksek teknolojili ürünler üretmeye yönelmesine bir türlü neden olmuyor. Türkiye yanı başındaki bu imkandan neden yararlanmıyor? Niye ta Çin’den yüksek teknolojili ürün alıyor ve de Çin’e yalnızca Allah’ın bize kaalü beladan beri bahşettiklerinin üzerine hiçbir şey eklemeden satıyor? Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini süratle derinleştirmesi ve de Gümrük Birliği’ni genişletmesi gerekiyor, bana kalırsa. Bu Şangay beşlisi muhabbetini derhal kesip, Avrupa Birliği’nin gerektirdiği kural hakimiyetine yönelik adımları hemen atması gerekiyor. Ben Avrupa ile ilişkilerimizi askıya alacak bir sürecin, Türkiye için son derece kötü sonuçları olacağı kanaatindeyim. Kaçınmakta fayda var. Şakayı bırakıp, ciddileşelim artık.
Ben bu aralar gelecekle ilgili olarak kafalarımızda yalnızca soru işaretleri olduğunu düşünüyorum. Neden bugün geleceğimizle ilgili olarak kafalarımızda yalnızca soru işaretleri var? Türkiye iyi yönetilse, kafalarımızda soru işaretleri değil, hedefler olurdu. Bakın şimdi halimize: 2023 hedefleri bile kadük oldu. Politika tasarlayanını geçtim, artık anlatanı bile kalmadı.
Bu köşe yazısı 06.03.2014 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Dünün ihracatçısı bugün neden otelci oldu?
Güven Sak, Dr.07 Şubat 2014 – Okunma Sayısı: 875
Son beş yılın ana trendi şudur: Biz artık milletçe inşaatlarda amelelik yapıyoruz.
Ben doğduğumda, 1960’lı yılların başında, Türkiye nüfusunun yüzde 30’u kentlerde oturuyordu. Yüzde 10’unun evinde buzdolabı vardı. Bizim buzdolabını ben doğdum diye süt saklamak için almışlar, babam öyle diyor. Markası AEG’ydi. 1990’larda Ankara’da hala kullanıyordum. O vakit, Arçelik fabrikası kurulalı daha birkaç yıl olmuştu. Türkiye sanayisini geliştirmeye yeni yeni başlamıştı.
Türkiye’nin sanayileşmesi aslında bir başarı öyküsüdür. Türkiye, miskin bir tarım ülkesinden dinamik bir sanayi ülkesine otuz yılda dönüştü. 1980’lerin başında memleketin ihracatı 3 milyar dolardı. Toplam ihracatın yüzde 90’ı tarım ürünlerinden oluşuyordu. Şimdi ihracat 130 milyar doları aştı. Toplam ihracatın yüzde 90’ını ise sanayi malları oluşturuyor. Türkiye son otuz yılda Avrupa Birliği sayesinde orta teknolojili bir sanayi ülkesine dönüştü. Bu arada sanayi büyük şehirlerin dışına çıktı, Anadolu’da sanayi sayesinde bir dizi ikincil kent görünür hale geldi.
Sonra bize bir haller oldu. Birden ayak sürümeye başladık. Bir tembelleştik. Kentsel dönüşüm adı altında her yerde her tarlaya beton dökmenin iktisat politikası olduğunu düşünmeye başladık. TOKİ’nin başarısından sarhoş olduk. Ekonomi tıkırında zannettik. Bir döndük baktık: 1990’lı yıllarda sanayileşen yeni kentlerin hepsinde katma değer artışı negatife dönmüş. Önce tarımdan sanayiye doğru geçerken sanayide kişi başına verimlilik, tarıma göre yüksek olduğu için, katma değer artışı olurdu. 2004-2011 arasında farklı bir eğilim başladı. TÜİK rakamlarına göre, sanayiden hizmetlere, inşaata, daha düşük katma değerli işlere doğru yönelmeye başladık.
“Memlekette son beş yıldır ne oluyor” diye merak eden varsa, bir de istihdam rakamlarına bakıp söyleyeyim isterseniz. Son beş yılın ana trendi şudur: Biz artık milletçe inşaatlarda amelelik yapıyoruz. 2008-2013 arasında inşaat sektöründe istihdam artışı yüzde 57 olmuş. Toplam istihdam içindeki payı yüzde 17.5 artarken, sanayinin payı ise yüzde 10 azalıyor. İstihdam yaratmada, inşaatı en yakından takip eden sektör hizmetler, orada yıllık ortalama istihdam artışı bunun yarısı bile değil. Sanayiyi zaten unutun. Ne vakit? 2008 ile 2012 arasında. Ben size boşuna sormuyorum: “Neden bu son dönem böyle oldu?” diye.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Canım zaten orta ikiden terk bir nüfusla ne olur? Olsa olsa inşaat yapılır.” Doğru. Ama bakın, 1980’lerin başında nüfusumuz ilkokuldan terkti, ortalama 3 yıl okuyorduk. Turgut Bey, bu parlak sanayileşme başarısını buna rağmen gerçekleştirmeyi becerdi. Bu arada ilkokuldan terk millet oldu ortaokuldan terk. Sonradan gelenler işte bu daha iyi eğitimli nüfusla Turgut Bey’in başarısını tekrarlayamadı. Sağa sola beton dökerek, bir daireyi elden ele geçirerek, zenginleştiğini düşünen, nüfusu orta ikiden terk bir ülkenin yıldız sanayi sektörü ne olur? Yahu, demir çelik elbette. Bizim yıldız sanayi sektörümüz bildiğiniz inşaat demiri üretiyor. İnşaat demiri satarak, ihracat sofistikasyonunu artırmak mümkün mü? Hayır. Sürdürülebilir bir zenginleşme mümkün mü? Hayır.
Şimdi size uzman sorusunu sorayım: Türkiye, AB ile Gümrük Birliği sayesinde, orta teknolojili bir sanayi ülkesine dönüştü. Pazar yanımızdaydı. Oradan gelen talep, sanayiyi oradan buraya taşıdı. O pazar dünyanın en sofistike, en gelişmiş pazarı. Peki, bu yanı başımızdaki talep havuzu neden Türkiye’de yüksek teknolojili bir sanayinin gelişmesine hala imkan vermedi? Ben suçu kendimizde aramamız gerektiğini düşünüyorum. Yanlışın Ankara’da ikamet ettiği kanaatindeyim. Neden servetini Avrupa’ya yaptığı sanayi malları ihracatı ile biriktiren bir Anadolu sanayicisinin aklına artık yeni yatırım ararken ilk olarak bir Hilton Oteli yapmak geliyor? Suç sanayicinin değil, memleketin yatırım ikliminin. Mühendis yetiştiremeyen, matematikçisi üniversiteye hazırlık dershanesinden daha iyi bir yerde iş bulamayan, mahkemesi çalışmayan bir memleketin gelip ulaşacağı yerin demek ki bir sınırı oluyormuş. Ben size daha çok anlatırım da bir manası var mı onu bilmiyorum.
Gelenek bize, “ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” diye öğretmişti. Geleneği unutmak kötüdür. Daha çok çalışmamız gerekiyor. Daha çok.
Bu köşe yazısı 07.02.2014 tarihinde Radikal Gazetesi’nde yayımlandı.
Anadolu’da Ar-Ge neden böyle sınırlı?/ Güven Sak, Dr.13 Ocak 2014 – Okunma Sayısı: 780
Tarihimizde hiç bu kadar fazla inovasyon-araştırma desteği olmamıştı. Bir nevi, birileri biraz Ar-Ge yapsa da, yenilikler ortaya çıkarsa diye etrafa para saçıyoruz. Hatta bütçeleyip kenara ayırdığımız parayı harcayamıyoruz. Geçen gün Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanımız Sayın Fikri Işık “araştırmaya ayrılan fonların proje yokluğundan kullanılamadığını” söylüyordu. Nedir bu Türkiye’nin problemi? Somutlayayım isterseniz: 2011 yılı itibariyle bakarsanız, Türkiye’de ihracat yapan 53 bin firma var. Bu 53 bin firmanın yaklaşık 2 bin tanesi araştırma geliştirme faaliyetinde bulunuyor. Bunların yarısı ise İstanbul ve Ankara’da faaliyet gösteriyor. Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı, Ekonomi Bakanlığı ile birlikte bir çalışma yayımladı. Çalışma, Teknoloji, Ar-Ge destekleri, Patent, Tasarım ve Markanın Firmanın Rekabet Gücü Üzerine Etkileri üzerine bir dizi veriyi içeriyor. Türkiye’de genellikle veri olmadığı için analiz yapmakta güçlük çekeriz. Buyurun işte ortada bir dizi veri de var. Verilere bakarken benim kafama sorular üşüştü: Tarihimizde olmayan miktar ve zenginlikte Ar-Ge desteği imkanı varken, Türkiye’nin takipçi olmak istemeyen, bulunduğu noktanın ötesine geçmek isteyen, yaptığım işi nasıl daha iyi yapabilirim diyen firmalarının sayısı neden bu kadar az? Bu az sayıda firma neden esas olarak Ankara ve İstanbul’da faaliyet göstermeyi tercih ediyor? Anadolu’da Ar-Ge faaliyeti neden böyle sınırlı?
Önce biraz rakam vereyim. Bir taraftan ihracat yaparken, öte taraftan da, verilen Ar-Ge desteğinden yararlanmak için başvuran 2 bin civarında firmanın yüzde 90’ı 10 ilde faaliyet gösteriyor. Bunlar sırasıyla, İstanbul, Ankara, Bursa, İzmir, Kocaeli, Konya, Gaziantep, Kayseri, Eskişehir ve Manisa. Hem ihracat, hem Ar-Ge yapan şirketlerimizin yüzde 52’si sıralamadaki ilk iki ilde ikamet ediyorlar. Ar-Ge yapan şirketlerin yüzde 30’u makine sektöründen, yüzde 15’i ise elektrikli cihaz üreticilerinden çıkıyor. Neredeyse yarısı doğrudan makine sektörü ile alakalı sonuçta. Bunu da bir kenara not etmekte fayda var. Düşünürken faydalı olabilir. Şimdi mesele nereden kaynaklanıyor olabilir? Gelin önce birlikte bir düşünelim.
Birincisi, mesele doğrudan doğruya şirketlerimizin kendisinden kaynaklanıyor olabilir. Malum, Ar-Ge yapan, inovasyona yönelen, bu alandaki desteklerden yararlanan firmalarımızın sayısı çok az.Kalan şirketlerimizin örgütlenme yapısı ve işleyişi büyük atılımlar yapmaya uygun olmayabilir. Şirketlerimizin teknolojik gelişmeleri pek de yakından takip etmediğini Türkiye İstatistik Kurumu anketleri ortaya koyuyor. Firmalarımız yeterince etkin bir biçimde yönetilmiyor olabilir. Aile şirketi yapısı, günün şartlarına uyum sağlamayı, fırsatlardan faydalanmayı zorlaştırıyor olabilir. Ya da sermayeleri yeterli olmayabilir daha büyük atılımlar yapmaya. Bu akılda tutulması gereken ilk nokta.
İkincisi, mesele doğrudan doğruya Anadolu’daki illerin kentleşme politikalarından kaynaklanıyor olabilir. Şehrin yapısı, o kentte hayatın örgütlenme biçimi, kentleşme politikaları nedeniyle, kentin beşeri sermaye birikimi çoraklaşıyor ve bir türlü zenginleşemiyor olabilir. Sanayinin Anadolu’ya yayılması ile birlikte, ilin beşeri sermaye açısından kendi yağı ile kavrulması artık mümkün değil. Artık kendi illerinde doğup büyümeyen bir yeni beceri havuzuna ihtiyaç duymaya başlıyor Anadolu kentleri. Artık Anadolu kentlerinin başarısı, bir sene içinde Boğaziçi ve diğer en iyi üniversitelerden mezun kaç genci kendi ekosistemlerine çekebildikleriyle ölçülecek. Ar-Ge faaliyetlerini, yeni fikirleri, eski köye yeni adetleri de işte bu gençler getirecek. Ama öte yandan da, bu tipteki yaratıcı gençleri Anadolu kentlerine çekmek için iyi para vermek tek başına yeterli değil, kentin sunduğu imkanlar ve yaşam kalitesi giderek daha önemli olacak. Dolayısıyla, kentleşme artık bir sanayi politikası bileşeni olarak alınmak ve teşvik çerçevesine eklenmek zorundadır. Bu da ikinci nokta.
Üçüncüsü ise memleketin bir bütün olarak yatırım iklimi kısa vadeciliği teşvik ediyor olabilir. Yatırım ufkunuz çok kısaysa, semeresi uzun vadede alınabilecek işlerden uzaklaşmakta fayda var.Türkiye, kırılgan bir makro iktisadi altyapıya sahip. Hep öyleydi. Türkiye’nin büyüme oranı ne kadar tempolu ve iyiyse, memleketin büyüme volatilitesi de o kadar yüksektir. Böyle bir ülkede hiçbir şirket kendisine otuz yıllık bir perspektifle büyüme planı hazırlamaz. Ne olur ne olmaz diye bütün büyüme planlarını kısa vadeli olarak yapar. Dün enflasyon kısa vadeciliği teşvik ederdi. Bugün ise aynı işi cari işlemler açığının finansmanı üstlendi. Şirketin ufku, ülkeninkini aşamaz. Cari işlemler açığının finansmanı problemi nedeniyle ülkenin ufku kısayken, şirketler Ar-Ge’yle filan uğraşamaz. Ne yapar? Birkaç yılda yatırdıkları parayı geri alabilecekleri işlere yoğunlaşırlar. Mesela inşaat yaparlar. Ben bu kadar devlet desteğine rağmen, bu kadar az şirketin Ar-Ge ile uğraşıyor olmasının bu üç mesele ile yakından alakalı olduğunu düşünüyorum. Anlatacağım. Peki, tüm zorluklara rağmen, Ar-Ge yapan firmaların zoru nedir? Oradan ne çıkar? Onu da anlatacağım.
Çin, İsrail’e Nanxun’da İnovasyon Sanayi Bölgesi yaptırıyor/Güven Sak, Dr.30 Aralık 2013 – Okunma Sayısı: 341
İstanbul-Tel Aviv kuş uçuşu iki saat bile sürmüyor. Tel Aviv-Şangay arası ise yine kuş uçuşu, on iki saat sürüyor. Çinliler, İsrail’in inovasyon kapasitesini Çin iç pazarı ile buluşturmak için, Şangay yakınlarında, Nanxun’da bir Çin-İsrail İnovasyon Sanayi Bölgesi kuruyorlar. Yakın dediysem, park Şangay’a 125 kilometre mesafede ama yerini kafanızda canlandırın diye Şangay diyorum. On iki saatlik uçuş mesafesindeki Çinliler, İsrail’in ekonomilerine getirebileceği imkandan faydalanmaya çalışıyor. Biz burada burnumuzun dibindeki İsrail’e aynı pragmatik gözle bakamıyoruz. Ben size söyleyeyim, biz burada manasız işlerle uğraşıyoruz. Kumdan kalelerde çocuklar gibi aynı şehvetle oyun oynuyoruz. Çin ise milletinin refahını düşünüyor. İcraat yapıyor. Şimdiye kadar ömrümüzü bir dizi manasız işle yedik. Bugünlerde ise çocuklarımızınkini de halletmek için ek tedbirler peşindeyiz. Geçenlerde Nanxun Sanayi Bölgesi ile ilgili haberleri okurken, doğrusu ya, moralim bozuldu. Biz neden böyle ezikiz? Yeni bir yıla girerken, gelin ne düşündüğümü size anlatayım.
Önce birkaç rakam. Türkiye’nin ihracat menzili, 3000 kilometrenin altında, İsrail’in ki ise yaklaşık 7000 kilometre civarında. İsrail ekonomisi, Türkiye ile kıyaslandığında çok daha geniş bir yarıçapta faaliyet gösteriyor. İsrail ekonomisi, bizden çok daha uzağa erişebiliyor. Neden? İsrail ihracatının değer olarak bakıldığında yüzde 34,9’u havayolu ile taşınıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 3,9 civarında. Neden biz havayolu ile mal taşıyamıyoruz. Gayet basit bir nedenle, Türkiye havayolu ile taşınabilecek mal üretmeyi beceremiyor. Ne demek bu? Türkiye havayolu ile taşınabilecek, yükte hafif, pahada ağır mallar üretemiyor. Önümüze gelen arsaya beton dökmeyi marifet saydığımız için, sanayide ancak fiyatı ucuz, havaleli mallar üretebiliyoruz. Bir rakam daha vereyim, yetsin. İsrail’in toplam ihracatının yaklaşık dörtte biri yüksek teknolojili ürünlerden oluşuyor. Türkiye’nin ihracatının ise yirmide biri bile yüksek teknolojili değil. İşte tam da bundan; Onların ihracatı yükte hafif, pahada ağır; Bizim ihracat ise yükte ağır, pahada hafif. Onlar havayolu ile taşıyor, biz taşıyamıyoruz.
Ben uzun süreden beri, Türkiye ve İsrail ekonomilerine bakarken, ortada bir tamamlayıcılık ilişkisi görüyorum. İşte şimdi Çinliler de, İsrail ekonomisine bakınca, böyle bir tamamlayıcılık ilişkisi görmüşler ve Nanxun İnovasyon Sanayi Bölgesi fikri tam da buradan çıkmış. Yatırımcılar, 7 kilometrekarelik parkı üçe ayıracaklarmış. Birinci bölgede yenilikçi şirketler kümelenecekmiş. Bizdeki yenilikçiler neler çekiyor. İkinci bölgede yeni işe başlayanlar kuluçkada büyütülecekmiş. Biz burada olanı hala heba ediyoruz. Üçüncü bölgede ise parkta üretilen teknolojiler ticarileştirilecekmiş. Bizim teknoloji transfer ofislerimizin hali ortada.
Ben Nunxan’ı bir nevi bizim Gebze Teknoparkı’nın büyütülmüş hali diye okudum. Steff Wertheimer, İsrail’de Tefen’deki sanayi bölgesi modelini Gebze’de operasyonel hale getirmek için çaba harcamıştı da, deney bizim manasız teknopark düzenlemesine takılmıştı. Adamcağız, Türkiye’de kimseye “yahu teknopark süs diye yapılmaz, bunun içinde ihracata dönük üretim yapmak gerekir”i anlatamamıştı. Son on yılda en az 5 milyar doları teşvik diye harcadık. Ne oldu? Hiçbir şey. Fırsat gören gözler, duyan kulaklar, düşünen akıllar içindir.
Peki, Çin nasıl yapıyor, biz neden yapamıyoruz? Ben Turgut Bey zamanındaki önemli iki özelliğimizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Daha az pragmatik ve çok karmaşık olduk. Bakın etrafınıza komplo teorisinden geçilmiyor. Çin ise Deng Şiao Ping’in iki öğüdünü hiç unutmadı. “Kedinin siyah ya da beyaz olması önemli değildir. Önemli olan fare yakalamasıdır” şiarını Çin Komünist Partisi’ne Deng yerleştirdi. Bugünün Çin’i ideoloji dışı o son derece pragmatik yaklaşımdan çıktı. Biz ise “üzümünü ye, bağını sorma” demeyi son zamanlarda unuttuk. Yine bizim geleneğimizde “az laf, çok iş” diye bulunan, “ışığını sakla, zamanını bekle” şiarını da Çin’e Deng öğretti. Türkiye ise kadim geleneği unuttu.
Şimdi Çin etrafta fırsatlar, biz ise tehditler görüyoruz. Neden? Onlar kendilerine güveniyor, biz güvenmiyoruz. 2014 yılı kendimize güvenimizi yeniden kazanacağımız bir normalleşme yılı olsun.
Türkiye havayolu ile baklava filan mı taşıyor?
Güven Sak, Dr.26 Aralık 2013 – Okunma Sayısı: 663
Ben galiba bu havayolu ile mal taşımacılığı işine taktım. Yeni bir çalışma vesilesiyle Türkiye ihracat mallarını hangi yollarla taşıyor diye bakarken, işte bu baklava mevzusu ortaya çıktı. Hatırlayacaksınız, Kayserili bir makine firması vesilesiyle bu konuya geçenlerde takılmıştım. Havayolu ile mal taşımacılığında geri kalmış bir ülkede, İngiltere’ye havayolu ile mal gönderiyorlardı. Kıvanmıştım. Ama şimdi rakamlara yakından baktıkça ya biz esasen havayolu ile baklava filan taşıyoruz ya da ancak böyle tek tük makine sanayi firması var Anadolu’da diye düşünmeye başladım. Havayolu ile mal taşıyan şirketlerde kilo başına ihracat değeri oranı Türkiye’de doğrusu son derece düşük. Yüksek teknolojili ihracat mallarımız dahil her alanda galiba bir sorunumuz var. Kimle kıyaslarsanız kıyaslayın, Türkiye’de kilo başına ihracat değeri son derece düşük. Bu ne demek? Üretebildiğimiz ürünlerde bir mesele var demek bana kalırsa. Gelin biraz yakından bakalım.
Türkiye 1980 yılında 3 milyar dolar ihracat yapıyordu. Şimdi bu rakam 150 milyar dolara doğru gidiyor. 1980 yılında 3 milyar dolarlık ihracatın yüzde 90’ı tarım ürünleriydi. Şimdi 90’ı artık imalat sanayi ürünü oldu. Buraya kadar iyi. Ancak artık ihracat mallarımız söz konusu olduğunda nicelikten çıkıp, niteliği daha ayrıntılı tartışmaya başlamamız gerekiyor. Türkiye’nin 2023 hedeflerinde şöyle bir adı geçen 500 milyar dolarlık ihracat hedefine bu üretim altyapısı ile ulaşabilmesi bana büyük bir hayal gibi geliyor. Bu alanda son 10 yıldır olsa olsa bir parmak yol aldık. Baştaki hızı, sonradan devam ettiremedik. 2007 yılından beri yerimizde sayıyoruz. Türkiye’nin artık havayolu ile taşınabilen ürünlere doğru yönelmeye başlaması gerekiyor. Havayolu ile taşınabilen ürün demek, benim gördüğüm, katma değeri daha yüksek, yüksek teknolojili, fiyatının yüksekliği nedeniyle havayolu ile taşıma maliyetlerine üreticinin katlanabileceği ürün demek. Anadolu, havayolu ile taşınabilen ürünlerin üretiminde son derece geride yer alıyor. Türkiye’nin ihracat menzilinin kısalığı da bu mesele ile yakından alakalı gibi duruyor. Tepav iktisatçıları İdil Bilgiç Alpaslan ve İrem Kızılca Türkiye’nin ihracatının niteliğini değerlendirmemize imkan veren bir çalışmayı yeni tamamladılar.
Benim gördüğüm ülkeler ikiye ayrılıyor: Ürettikleri malı havayolu ile taşıyabilenler ve taşıyamayanlar. Bazı ülkeler havayolu ile taşınabilecek ürünleri üretebiliyor. Bazıları ise üretemiyor. Amerika ilk grupta, Türkiye ise ikincisinde yer alıyor. Türkiye, havayolu ile taşınabilen fazla ürün üretemiyor. Amerikalılar, toplam ihracatlarının, değer bakımından, yüzde 25’ini uçakla taşıyorlar. Türkiye’de ise yine değer bakımından hadiseye yaklaştığınızda toplam ihracatın yalnızca yüzde 4’ü havayoluyla taşınabiliyor. Bu ilk nokta. Geleyim ikinciye: Amerikan dış ticaretine ağırlık olarak bakarsanız, toplam ihracatın binde 4’ü havayolu ile taşınıyor. Halbuki Türkiye’nin dış ticaretine ağırlık olarak bakarsanız, toplam ihracatın yüzde 1’i havayolu ile taşınıyor. Burada ben meseleyi şöyle görüyorum: Amerika’da havayolu ile taşınan ürünler Türkiye’ye kıyasla çok daha fazla daha değerli duruyor. Türkiye’de havayoluyla taşınan mallar toplam ihracatın kilo açısından yüzde 1’i, değeri ise toplamın yalnızca yüzde 4. ABD’de ise ihracatın kilo açısından binde 4’ü, değerin ise yüzde 25’i. Biz ağırlık olarak çok daha fazla taşıyoruz ama, belki de zararına taşıyoruz. Boşuna “yoksa bu baklava mı?” demiyoruz. Bu ikinci nokta. Bu kilo başına fiyat işine devam edeyim: Yüksek teknolojili ürünler açısından bakarsanız, Amerika’da kilo başına ürün değeri 53 dolar civarında. Aynı durum Kore için de geçerli. Orada da 53 dolar. Peki, Türkiye’nin yüksek teknolojili ürünlerinin kilo başına değeri? Yalnızca 12 dolar.
Gelin size üç sonuç çıkarayım: Birincisi, havayolu ile taşınabilen çok mal üretemiyoruz. İkincisi, havayolu ile gönderdiğimiz mallar başka ülkelerin gönderdiği mallarla kıyaslanamaz ölçüde daha ucuz mallar. Üçüncüsü, Türkiye’nin ürettiği yüksek teknolojili ürünler bile aslında lider ülkelerle kıyaslanamayacak ucuz ürünler.
Türkiye’nin bu ürün gamını değiştirmeden 500 milyar dolarlık ihracat yapması düşünülemez bile. Ucuz malları üreten bir ülke havayolu ile mal gönderemeyeceği gibi, belli bir yarıçapın dışına taşıp, ihracat menzilini de uzatamaz. Türkiye’nin bugün uzanamadığı uzak pazarlara bu ürün yelpazesi ile ulaşabilmesi mümkün değildir. Neden değildir? Ucuz mal üreten yüksek ulaştırma maliyetlerine katlanamaz. Nokta.
Rant müptelası bir ekonomiden ucuz maldan başka bir şey çıkmaz. İnovasyon ve nitelikli istihdam hiç çıkmaz. Çıksa çıksa daha çok milyoner çıkar.
Tecrübe paylaşımında neden böyle kötüyüz?/Güven Sak, Dr.28 Kasım 2013 – Okunma Sayısı: 545
Bugünlerde en çok kullanılan kelimeler inovasyon ve girişimcilik. Memleketin sağında ve solunda ama en çok İstanbul’da aynı konu etrafında bir sürü toplantı düzenleniyor.Girişimcilik adı altında bir toplantı düzenleyin, salon anında ağzına kadar doluveriyor. Ama yenilikler konusunda tecrübe paylaşımına imkan veren, açık inovasyon web sitesi hiç de öyle yoğun bir biçimde kullanılmıyor. Merak edenler www.acikinovasyon.com.tr adresine bir tıklasın ve de baksın. Şirketler, dertlerini bu internet sitesinde ilan edebiliyorlar. Sonra sorunlarını çözmeye talip olan var mı ona bakıyorlar. Şirketin, Ar-Ge merkezi filan kurmasına gerek kalmadan, yenilik yapması mümkün oluyor. Açık inovasyon platformları, şirketlerin, karşılaştıkları sorunlara yaratıcı çözümler geliştirebilecek, geniş bir yetenek havuzuna erişimlerini sağlıyor. Platform kurulmuş ama siteye girerseniz en yeni ilanın 166 gün öncesine ait olduğunu görürsünüz. Yani sistem bizim burada işlemiyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi şirketlerden yeterince talep gelmiyor. İkincisi ise şirketlerden talep gelse de, şirketlerin sorunlarına kafa yoran yeterli sayıda problem çözücü bulmak mümkün olmuyor. Mesela hemen şöyle yüzlerce cevap ve başvuru olmuyor. Üniversitelerimiz konuyla ilgili olarak yoğun bir çalışma içine girmiyorlar. Kimse bu şirketin derdi neymiş diye merak bile etmiyor, benim izlenimim.
Açık inovasyon, Türkçe bir web sitesi. Bunun yurt dışı versiyonları da var. En önemli ikisi www.innocentive.com ve www.ninesigma.com. Dünya devi şirketler, üretim hatları, ürün geliştirme ya da satışla ilgili meselelerini bu web sitesine yazıyorlar ve de başkalarından sorunlarını çözmelerini istiyorlar. Innocentive’de mesela, çoğu temel ve mühendislik bilimlerinden doktora dereceli, yaklaşık 300 bin kayıtlı problem çözücü var. P&G’nin mesela yeni ürünlerinin yaklaşık üçte biri açık inovasyon platformları üzerinden geliştiriliyormuş. Gerçi bizim İngilizce seviyemiz Innocentive ya da Ninesigma’dan yardım istememize manidir. Malum, Türkler English First İngilizce yetkinlik sıralamasına 64 ülke arasında 41inci sırada yer alıyorlar. Bu memlekette 1000 saat İngilizce ders alanların yüzde 90’ı şöyle ağız tadıyla İngilizce konuşamıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın ayıbı. Kader utansın. Hiç öyle, “şimdi İngilizce eğitim dershanelerini kapasak, herkes bülbül gibi İngilizce konuşur mu?” filan demeyeceğim.
Peki, ama Türkçe (www.acikinovasyon.com) sitesindeki yardım talepleri neden öyle bir yıl filan bekliyorlar. İlgili siteye fazla başvuru herhalde olmuyor ki, talep listesi bir yıl boyunca değişmek bilmiyor. İnsan şaşırıyor. Şaşırıyor çünkü, birincisi, şirketlerin tecrübeleri esas olarak, şirketlere yol gösterebiliyor. İkincisi, kimse dert edinip, başka ülkelerdeki gibi birbirine yardım etmiyor. Üçüncüsü, üstelik katkıda bulunana bir para ödülü de bulunuyor. Buna rağmen, kimse dert edinip, diğerine yardım etmiyor.
Belki konunun internette Türklerin aktivitesi ile de alakası olabilir. Türkler internette malumat aktarımı ya da paylaşımı ile pek ilgilenmiyorlar. Herkesin rahatlıkla katkıda bulunduğu Wikipedia, internet ansiklopedisinde, en çok İngilizce makale var. İkinci sırada Hollanda var. Bence ulusların dışa açıklığı ve internet kullanımına yatkınlığı ile ilgili güzel bir gösterge.Wikipedia’da 287 adet dil var. Türkçe, Wikipedia’daki makale sayısı açısından bakıldığında 30’uncu sırada yer alıyor. Dünyanın 17inci büyük ekonomisi. Dünyanın yaklaşık 17inci en kalabalık dil ailesi. Ama Wikipedia’da Türkçe makale sayısı 30uncu sırada. Merak edenler için söyleyeyim: 29uncu sırada Minangkabau dili var. Pek çokları bunu Malay lisanının bir dialekti olarak kabul ediyor. 1500 Malezyalı yaklaşık 220 bin makale yazarken, 500 bin Türk’te ancak 220 bin makale yazabilmiş. Geçerken Kürtçenin ise sıralamada 98incilikte olduğunu bir vurgulayayım. Daha da kötü yani.
Ben arada bir boşuna Türkiye içine kapalı bir ülkedir demiyorum. İşte bundan öyle diyorum. Buyurun bir gösterge daha size: Wikipedia’da çok az türkce makale var. Şimdi bir ek daha yapayım, müsaadenizle. Bence Türkler internet kullanımında da son derece utangaçlar. Belki www.acikinovasyon.com.tr sitesinin az kullanımında bu utangaçlığın da bir payı vardır.
Önceden birçok kere altını çizmiştim çok fazla içimize kapalıyız diye. Galiba bütün bunlar ondan oluyor.
Yap bir inovasyon da kaç paraysa verelim, canım kardeşim/Güven Sak, Dr.22 Kasım 2013 – Okunma Sayısı: 1512
İyi bir fikriniz varsa, en akıllıcası buradaki girişimcilik desteklerinden yararlanıp şirketi Amerika’da kurmak gibi duruyor.
Geçenlerde internetin babası unvanını Bob Kahn ile paylaşan Vint Cerf Türkiye’deydi. Vint Cerf şimdilerde Google’ın başkan yardımcısı unvanını taşıyor. Zamanında Amerikan Savunma Bakanlığı’nda program yöneticisi olarak çalışırken, TCP/IP protokollerinin geliştirilmesine yönelik projeleri yönlendirmişti. Babalık hadisesi Savunma Bakanlığı günlerinden kalma. Ankara’da katıldığı toplantılardan birinde, bir üniversite öğrencisi, “Şirketimi Türkiye’de mi yoksa Amerika’da mı kurayım?” diye son derece pratik ve manalı bir soru sordu. Vint Cerf de “Şirketini Türkiye’de kur ki ülken zenginleşsin” dedi. Oldu, gözlerim doldu.
O zamandan beri aklımda, 2013 yılı Global Girişimcilik Haftası’nı (GGH) idrak ettiğimiz bu günlerde söyleyeyim: Vint Cerf’e soru soran öğrenciyi ben son derece haklı buluyorum. Türkiye’de girişimcilik destek sistemimiz “Yap bir inovasyon da kaç paraysa verelim, canım kardeşim” düzeyini pek aşamıyor. Etrafa bir kerelik para saçıyoruz ama mesela mahkemelerimiz etkin ve hızlı bir şekilde çalışmıyor. Fikri mülkiyet hakları konusunda düzenlemelerimiz var ama hakkınızı arayacağınız bir mahkeme yok. Birinci ligde iş yapabilecek girişimcilerimiz var ama vergi sistemimizin yeri üçüncü ligde. Memleketin doğru dürüst bir göçmen politikası yok. Dünyanın en iyi mühendisini memlekete getirseniz, şirketinizde çalıştırmak için beş Türk istihdam etmeniz lazım. Bu neye benziyor? Kuş uçmaz kervan geçmez, yolu-suyu-elektriği olmayan bir dağın başına güzel mi güzel bir rezidans inşa etmeye benziyor.
Türkiye’de bu son dönemde girişimcileri, özellikle de yeni girişimcileri desteklemek için kamu kurumları birbirleriyle adeta yarışıyorlar. Girişimcilik destekleri adı altında etrafa sistemsiz bir biçimde para dağıtıyoruz. Ama bana öyle geliyor ki, işin alfabesini ciddiye almıyoruz. Altyapıyı ihmal ediyoruz. Yıldız oyunculara bol bol para aktarırken altyapıyı ihmal ediyoruz. İşte “Yap bir inovasyon da kaç paraysa verelim” politikası dediğimde söylediğim tam da budur. Hazır Global Girişimcilik Haftası’nı kutlarken altını çizeyim: Ülkenin iş yapma altyapısı, küçük-büyük, eski-yeni tüm girişimciler için son derece önemlidir. Altyapıyı ihmal ederseniz, bugün desteklediğiniz genç girişimciler şirketlerini burada değil Amerika’da kuruverirler. Amerikan şirketlerinin Türk sahipleri olur. Kötü olmaz, iyi olur. Ama Vint Cerf’ün haklı olarak söylediği gibi ülkemiz zenginleşmez, Amerika biraz daha zenginleşir. Orada şirket kuran olur. Olan bir tek bize olur. Türkiye’nin zenginleşmesi yavaşlar.
Dediğim gibi, bu hafta Global Girişimcilik Haftası dünyanın her tarafında törenlerle kutlanıyor. Girişimcilerin öyküleri bir nevi ahir zaman kahramanlık destanı gibi söyleniyor. Haftanın mucitlerinden Amerikan Kaufmann Vakfı bu hafta 109 ülkede girişimcilikle ilgili kamu politikalarını değerlendirmek için yaptıkları anketin sonuçlarını yayımladı. Global Girişimcilik Haftası’nın başkanı Jonathan Ortmans dün TEPAV’daydı. Denk geldi. Anket, girişimciliğe yönelik kamu politikalarına ilişkin olarak tasarlanmış. Çıkan sonuç bana şaşırtıcı geldi doğrusu. Meğer “Yap bir inovasyon da kaç paraysa verelim, canım kardeşim” politikası son derece yaygınmış. Yıldız oyuncuları kapalım, altyapıyı unutalım havası her yerde varmış. Küresel olarak en düşük puanlar ‘şirket açma’ ve ‘yolsuzluk’ konularında. Ancak bu alanlar ülkeden ülkeye çok değişiyor. Türkiye söz konusu olduğunda, bu alanlarda ortalamayı yakalıyoruz. Ancak ortalamanın altında kaldığımız üç alan var: Vergi sistemi, fikri mülkiyet hakları ve adalet sistemi. Bunlar yalnızca yeni ve genç girişimciler için kötü değil. Her boydan işletme için kötü ama yenilik yapanlar için özellikle kötü. Dünya Ekonomik Forumu’nun Rekabet Gücü Endeksi’nde de bu konular en sorunlu alanlar arasında. Altyapı dediğim işte tam da buydu.
Şimdi baştaki soruya dönelim. Siz o genç üniversite öğrencisinin yerinde olsanız ne yapardınız? Şirketi Amerika’da mı kurardınız, Türkiye’de mi? Ben size söyleyeyim. İyi bir fikriniz varsa, en akıllıcası buradaki girişimcilik desteklerinden yararlanıp, şirketi Amerika’da kurmak gibi duruyor.
Ne yapayım, böyle işte. Kader utansın.
Neymiş? Öyle “Yap bir inovasyon da kaç paraysa verelim, canım kardeşim” demekle olmuyormuş.
Ankara’da neden bir 3D Printer müzesi kuramıyoruz?/Güven Sak, Dr.14 Kasım 2013 – Okunma Sayısı: 693
Çin, bu yılın başında, Beijing’de, üç boyutlu yazıcı (3D Printer) müzesi açtı. Müzede yıllardan beri Çin şirketleri tarafından kullanılan değişik model üç boyutlu yazıcılar bir araya toplandı. İsteyen ziyaretçiler, kendi küçük heykellerini de bu müzede yapabiliyorlar. Bir tarayıcının içinden geçiyorsunuz, ebatlarınız en ince ayrıntısına kadar bir bilgisayar programında toplanıyor. Sonra üç boyutlu çıktınızı bir küçük heykel olarak alıyorsunuz. Çin’de faaliyet gösteren Amerikan şirketleri yıllardır her düzeyde ve her boyutta üç boyutlu yazıcı kullanıyorlar. Kocamanları da var, masa üstü olanları da. Üretim için kullanılanları da var, prototipi bilgisayardan gelen tasarıma dayalı olarak üretmek için kullanılanları da. CNC tezgahlarının yerini alanları da var, onlarla birlikte çalışanları da. Ben bir başka ülkeden böyle bir müze açıldığına dair haber duymadım. Çin nasıl oluyor da, daha yeni gelişmekte olan bir teknoloji hakkında, böyle bir müzeyi kendi başkentinde açabiliyor. Mesela neden benzer bir müzeyi biz Ankara’da açamıyoruz. Gayet basit bir nedenle? Çünkü Çin’de çok sayıda üç boyutlu yazıcı var. Biz de ise yok. Doğru soruyu şöyle sormak gerekiyor: Çin’in üretim sürecinde yoğun olarak kullanılan üç boyutlu yazıcılar neden Anadolu’da bulunmuyor? Makine sektörü derseniz, ondan bizde de var. Peki, üç boyutlu yazıcı neden yok? Çin’in tersine, Anadolu’dan geçen güçlü küresel üretim zincirleri olmadığı için yok. Anadolu üretimi ile dünyanın ayrılmaz bir parçası olamadığı için yok. İçinden küresel üretim zinciri geçen ülke olabilmek, içinden petrol boru hattı geçen ülke olmaktan çok daha zor. Peki, bu mesele ile Anadolu sanayicisinin mallarını havayolu ile gönderememesi konusu arasında bir bağlantı var mı? Evet var. Gelin anlatayım.
Önce üç boyutlu yazıcıdan başlayayım. Öyle uzun da anlatmayayım. Nasıl normal yazıcıdan bir kağıt üzerine, iki boyutlu çıktı alabilmek mümkünse, üç boyutlu bir yazıcıdan da üç boyutlu bir çıktı alabilmek mümkün oluyor. Böylece tasarımı içeren rakamları alete bir bilgisayardan gönderiyorsunuz. Sonra ne tür malzeme kullanırsanız ondan, üç boyutlu bir çıktıyı masanızın üzerinde üretebiliyorsunuz. Prototipi tasarlamak kolaylaşıyor. Prototipi seri üretimin yapılacağı yere göndermek kolaylaşıyor. Üç boyutlu yazıcı KOBİ’lerin kolayca uluslararasılaşabilmesine imkan hazırlıyor. Dün yüksek maliyetle yapılabilen işler bugün ucuzluyor. Küresel üretim zinciri örgütlemek kolaylaşıyor. Konya’yı, Kahramanmaraş’ı bu yolla dünyanın ayrılmaz bir parçası yapabilmek mümkün hale geliyor. İnsanlığın karbon izi küçülüyor.
Peki, Anadolu neden üç boyutlu yazıcılarla dolu değil, Çin neden böyle bir bolluk içinde yaşıyor? Ben bunun öncelikle Çin’deki üretim sürecinin küresel üretim zincirinin ayrılmaz bir parçası olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Anadolu, bu anlamda, daha tam olarak, küresel üretim zincirlerine entegre olamadı. Önümüzdeki dönemin temel meselesi galiba bu olacak. Bana öyle geliyor. İkinci nokta ise şu olabilir: Bu son dönemde yabancı kökenli pek çok İstanbul firması operasyonlarının bir bölümünü Anadolu’ya kaydırmaya başladı. Üretim batıdan doğuya doğru yavaş yavaş da olsa kaymaya başladı. 2008 krizi, KOBİ’lerimizin büyümesine, en ufakların piyasayı terketmesine neden oldu. Sanayi Anadolu’ya daha fazla yayıldı. Ancak, üçüncüsü, daha makine sanayii açısından böyle bir hareketlilik tam olarak ortaya çıkmadı. Makine sektörümüz küresel üretim zincirinin ayrılmaz bir parçası haline gelmeyi daha başaramadı. Biz de daha makine sektörüne sahip olmanın, herhangi bir ilin imkanlar setini ne kadar genişletebileceğini yeterince farkedemedik. Yükte hafif, pahada ağır mallara doğru ilerledikçe, üretim desenimizin teknolojik seviyesini artırdıkça bu tür aletlerin kullanımı yaygınlaşacak.
Böyle bakıldığında, mal nakliyatında havayolunun daha yoğun kullanımı meselesi ile üç boyutlu yazıcı kullanım yoğunluğu hadisesi doğrudan örtüşüyor. Bugün Amerikan dış ticaret rakamlarına, taşınan ağırlık cinsinden bakarsanız havayolunun payının binde 4 olduğunu görürsünüz. Ticari değer açısından ise, Amerikan ticaretinin yüzde 25’i havayolu ile taşınıyor. Dünya rakamları ise binde 2’ye yüzde 18 civarında. Yükte hafif, pahada ağır dediğim işte tam da bu. Yapmamız gereken nedir? Daha yüksek teknolojili mallar üretmektir. Daha sofistike mallara yönelmektir. Bunun da yolu, büyük firmaların olduğu kadar KOBİ’lerin de bu yeni dünyaya ayak uydurabilmesinden geçer.
Geçen gün örnek verdim. Bunu yapan şirketlerimiz elbette vardır. Önemli olan o tür şirketlerin sayısını artırmaktır. Teşvik tasarlamak, herkesi minimumda yaşatmak, eşitliği sağlamak değildir. KOBİ politikasının özü KOBİ’lerin KOBİ olarak kalmasını sağlamak olmamalıdır. Bizdeki sistem ne yazık ki öyledir. Utangaç teşviklerle küresel oyuncular çıkartamayız. Benim çocukluğumdan beri bu ülkenin büyük şirketleri hep aynı kaldı. Burada bir bozukluk vardır.
Beijing’de olduğu gibi Ankara’da neden bir üç boyutlu yazıcı müzesi kuramıyoruz? Bizde o kadar çok üç boyutlu yazıcı kullanan şirket yok. Neden? Anadolu’dan geçip giden küresel değer zinciri yok. Burada biten var. Buradan geçip giden yok. Neden yok? Darbe anayasasını değiştiremeyen ülkeye hiçbir yabancı gelmez de ondan. Yakında anlatırım.
Anadolu sanayicisi ihracat için neden havayolunu tercih edemiyor?/Güven Sak, Dr.11 Kasım 2013 – Okunma Sayısı: 761
Ben Anadolu’nun iktisadi performansına yeni bir gözle bakmamız gereken bir dönemin içinde olduğumuzu düşünüyorum. Bugün ihracat performansımızla ilgili artık alışmamız gereken birkaç tespit yapabilir miyim? Hani şöyle hızlı birkaç tespit yapayım. Bütün hızlı yapılan tespitler gibi bir dizi genelleme içerecek söyleyeceklerim. Eksikliğin farkındayım. Yapılan araştırmalar yirmi kilometre hızla giden bir arabadaki yolcunun, yol boyu etraftaki insanların yüz hatlarını seçemediğini gösteriyor. Aynı onun gibi elbette genellemelerimin dışına taşan bazı Anadolu şirketleri de var. Ona da geleceğim. Ama önce genellemeler.
Birincisi, 1980’li yıllarda rahmetli Özal’ın reformları sayesinde Türkiye hem bir sanayi ülkesi oldu, hem de sanayi Anadolu’ya yayıldı. 1980 yılında toplam ihracatımız 3 milyar dolarken, bunun yüzde 90’ı tarım ürünlerinden kaynaklanıyordu. Şimdiki yaklaşık 150 milyar dolar ihracatımızın yüzde 90’ı sanayi mamullerinden kaynaklanıyor. Dün sanayi merkezleri olarak bir tek İstanbul, İzmir, Bursa vardı. Şimdi Kayseri, Gaziantep, Manisa, Denizli de var. Hatta Ankara da arada bir sanayi kenti oldu. Bu iyi.
Geleyim ikincisine. Bu başarılı performansa rağmen, Türkiye’nin ihracat ufku yeterince genişlemedi. Biz ancak yakın çevremize mal satabiliyoruz. Ortalama ihracat menzili, ülkenin her bir ilinin dünyanın neresini tanıdığını, ne kadar uzağa mal gönderebildiğini dikkate alarak hesaplanıyor. İhracat yapabildiğiniz yeri tanıyorsunuz. Malınızı ne kadar uzağa satabiliyorsanız, ufkunuz o kadar geniş oluyor. Dün uzağa ordu gönderebilmek bir örgütlenme becerisi gerektiriyordu. Bugün ihraç ürünlerinizi uzağa gönderebilmek bir örgütlenme becerisi gerektiriyor. Biz uzağa mal gönderebilecek örgütlenme becerisine sahip değiliz. Kore ve İsrail ufuklara hükmedebiliyorlar. Biz Osmanlı atalarımızın dün becerdiğini beceremiyoruz. 2011 yılı itibariyle Türkiye’nin ihracat menzili 2846 kilometre. Halbuki Kore’nin ortalama ihracat menzili bizimkinin iki katı. Tam 5668 kilometre. Küçücük İsrail’inki de öyle. O da yaklaşık 5680 kilometre. Böyle bakıldığında, İsrail ve Kore, Türkiye’den daha becerikli duruyor. Başka ülkeler bizden öteye nasıl mal gönderebiliyor?
Alın size bir üçüncü genelleme daha: Sanayi malları ihracatı içinde yüksek teknolojili ürünlerin payı fazla olan ülkelerin ufku daha geniş oluyor. Sanayi malları ihracatı içinde yüksek teknolojili ürünlerin payı ne kadar azsa, ihracat menzili de o kadar kısa oluyor. Bu ne demek? İleri teknolojili ürünlerin payı arttıkça, o ülke yükte hafif, pahada ağır mallar üretmeye başlıyor. Yüksek teknolojili mal üretmeyi beceremeyen ülkenin ihracatı ise havaleli mallardan oluşuyor. Türkiye’nin ihracattaki menzil probleminin kaynağı, ülkenin üretim desenidir. Gelin rakamlara bakalım. İhracat menzili 3000 kilometreye varmayan Türkiye’nin toplam sanayi malları ihracatı içinde yüksek teknolojili malların oranı yüzde 1,8 civarındadır. Veri 2011 yılına aittir. Menzili 6000 kilometreye ulaşan Kore ve İsrail’in yüksek teknolojili ihracat payı sırasıyla yüzde 26 ve yüzde 14’tür. İleri teknoloji payı arttıkça, ortalama ihracat menzili uzamaktadır. Türkiye’nin dar ufkunu genişletebilmesinin yolu nedir? Üretim desenini, orta teknolojili ürünlerden, ileri teknolojili ürünlere doğru genişletebilmektedir. Yoksa böyle kendi kendimize debelenmeye devam ederiz. Beklediğimiz sıçramayı gerçekleştiremeyiz.
Dördüncü genellemeye de hazır mısınız? Havaleli mal ihraç eden havayolunu istese de kullanamaz. Pahalı gelir. Yükte hafif, paha da ağır mal ihraç eden ülke ise kullanır ve menzilini hızla uzatır. Mesela her tarafı kapalı Ermenistan ne ihraç etmektedir? İşlenmiş elmas. Nasıl ihraç etmektedir? Hava yolu ile. Bu arada, Ermenistan’ın ileri teknolojili ihracat payı da yüzde 2,6’dır. Bizden yüksektir. Not edeyim. Aklınızda kalsın.
Peki, memlekette havayolu ile mal nakleden hiç mi firma yoktur? Vardır. Mesela gidin Kayseri’ye Gözüküçük İmalat Mühendisliği şirketini bir görün. Aynı İsrail’in İscar’ı gibi hassas makine parçalarını, kusursuz bir tasarım ve titiz bir işçilikle üretiyorlar. Anadolu’nun son derece güçlü makine sanayi tecrübesini gururla taşıyorlar. Otuz yıllık bir şirket ortadaki. Ürettiklerini uçağa koyup, İngiltere’ye, Belçika’ya gönderebiliyorlar. Amerikalı yatırımcı Warren Buffett, yıllar önce, İscar’ı almak için yaklaşık 6 milyar dolar ödemişti. Hatırlatayım.
Alın size bir beşinci genelleme daha: Artık Karadenizli müteahhitler döneminden, Anadolulu sanayiciler dönemine bir an önce geçmemiz gerekiyor. Türkiye’nin artık rant yerine üretime odaklanması gerekiyor. Söyledim ve ahiretimi kurtardım.
Türkiye, Küresel İnovasyon Endeksi’nde neden 68’incidir?/Güven Sak, Dr.04 Kasım 2013 – Okunma Sayısı: 999
Geçenlerde kendi şirketini kurmuş, iş kovalayan bir genç girişimci ile Türkiye’de girişimciliğe yönelik devlet desteklerini konuşuyorduk. Karışık duygular içindeydi. Bir yandan fazlasıyla cömert bir sürü maddi destek imkanı olmasından son derece memnundu. Bir yandan da “neredeyse üzerinde çalışacağım masanın ebatını da desteğe hak kazanmak için sağlanması gereken kriterler listesine ekleyecekler” diye şikayet ediyordu. Merak ediyordu. Neden girişimcileri desteklemek için son derece cömert davranan bir devlet, bir taraftan da ek külfet getiren manasız kriterler koyuyordu? Üstelik neden yeni girişimlere verilen destek kriterleri AR-GE projeleri için destek kriterlerine benziyordu? Starbucks 1971 yılında kuruldu. Bugün 62 ülkede 149 bin kişi istihdam ediyor. Adam bildiğiniz kahve satıyor. Kahveyi icat filan etmedi. Sadece daha güzel sunuyor. Ben de her sabah içiyorum. Chobani yoğurtlarının kurucusu Hamdi Ulukaya geçen yıl ABD’de yılın girişimcisi seçildi. Hamdi Bey bildiğiniz bizim yoğurtları ABD’de satıyor. Yoğurdu filan bulmadı. Hatta nasıl satılacağını da bulmadı. Bizim burda başarıyla uygulanan satış yöntemlerini dünyanın en büyük pazarına taşıdı. Starbucks ve Chobani bizim çoğu akademisyenlerden kurulu jürilere gelse devletten destek alabilirler miydi emin değilim. Bizim girişimci destekleme sistemimizdeki ana problem galiba tam da bu noktada yer alıyor. Aslında devletin öyle kendi başına doğrudan girişimci seçmemesi gerekiyor. Teknik olarak, devletin, özel kesimle rekabete girmemesinde de fayda var. Ama bakın öyle oluyor. Neden böyle oluyor?
Müsaadenizle önce bana bu soruyu soran genç girişimciye ne dediğimden başlayayım. Girişimci destekleri konusunda karışık duygular içinde olan genç girişimciye o gün “ama İdare ne yapsın?” dedim, “gel birlikte bir düşünelim: bir bürokrat, kamu kaynağını kullanarak, özel bir projeye fon aktaracak. Bugünkü cömert destelerin en sonunda manası bu oluyor. Ötekilerin arasında tek bir girişimciye arka çıkacak. Her ne kadar şimdilik Sayıştay raporları Meclise sunulmayıp, sümen altı ediliyor olsa da, denetim işi fiilen ortadan kalkmış filan değil. Yarın mecbur desteği veren kuruma Sayıştay’dan bir müfettiş gelecek. Kamu kaynağı doğru aktarılmış mı diye bir bakacak. İşte o gün hesap verebilmek için şimdiden kaynak dağıtımını somut ve sayılabilir kriterlere bağlamakta fayda var. Gelen müfettiş zaten yalnızca o sayılabilir kriterlere bakacak.” Öyle değil mi? Aynen böyle olmuyor mu? “İlgili konuda doktoralı elemanı var mı?” bakabilirler. “Masalar belirtilen ebatlarda tasarlanmış ve çalışabilir durumda mı?” bakabilirler. “Bilgisayarlar aman Apple filan olmasın en ucuzundan olsun” bakın buna da bakabilirler. Uyduruyorum elbette ama işte böyle kriterler geliveriyor iş doğrudan devlet desteği dağıtmaya gelince.
Halbuki devletin mümkün olduğunca doğrudan destek vermekten kaçınması gerekiyor. Özellikle erken aşama desteklerinde, tek tek projelere kaynak aktarmak yerine, erken aşama girişimcileri destekleyen ekosistem unsurlarını hareketlendirmekte fayda bulunuyor. Mesela bir erken aşama girişim sermayesi fonu özel yatırımcılardan para bulabiliyorsa, bu fona kaynak aktarmak. Böylece bir özel yatırımcının kendi elini taşın altına koyduğu, güvendiği girişimcilere destek verilmiş oluyor. Hazine’nin bugünlerde yasal çerçevesini tamamlamaya çalıştığı Fonların Fonu düzenlemesinin özü işte tam da bu. Devlet bir fon kuruyor, bununla özellikle erken aşamaya kendi kaynaklarıyla destek veren girişimcilik fonlarına ek bir finansman imkanı sağlıyor. Peki, problem nedir? Problem bir nevi tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar problemidir. Memlekette erken aşamaya destek veren girişimcilik fonları zaten yoktur. Memlekette nitelikli yeni girişim sayısı da çok azdır. Bunların sayısını artırmayı hedefleyen kuluçka merkezlerine destek verilmemektedir. Melek yatırıcımcılık düzenlemesi ise yine Hazine tarafından daha yenilerde yapılmıştır. Fonların fonu düzenlemesi daha yapılacaktır.
Memleketin girişimcilik ekosistemi daha inşa halindedir. Nasıl Sibirya kaplanlarının Sibirya’nın ta en doğusunda Amur nehrinin güneyinde, Japonya’nın kuzeyindeki Sakhalin adasının tam karşısında, yaşayabilmeleri için avlayacakları hayvanlara, o av hayvanlarının da rahatça otla beslenecekleri bir ortama ihtiyaçları varsa, girişimcilerin de işte öyle bir ortama ihtiyaçları vardır. Uygun ekolojik ortam yoksa Amur nehrinin güneyinde Sibirya kaplanı, Türkiye’de de girişimci olmaz.
Mesele şudur: Bir. Yeni fikirleri hayata aktaracak mekanizmalar bu yeni girişimci ekosisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. İki. Türkiye’de bu eko sistemin tüm unsurları daha yerine oturmuş değildir. Üç. İnşaat ortamında etrafımızda bir hercümerç hali vardır. Sıkıntı buradadır. Konuyla ilgili olarak, TEPAV araştırmacısı İpek Beril Benli’nin çalışmalarına bir bakmanızı öneririm.
Yoksa bu kadar desteğe rağmen, INSEAD, Cornell Üniversitesi ve WIPO’nun Küresel İnovasyon indeksinde neden Türkiye 142 ülke arasında 2012 yılında 74’üncü, 2013 yılında da hala 68inci sıradadır? İşte bundan. Neden listenin ilk 10, hatta ilk 20, ülkesi pek değişmemektedir. Yine bundan.
Girişimcilerimizi neden tanımıyoruz?/Güven Sak, Dr.31 Ekim 2013 – Okunma Sayısı: 493
Türkiye alem bir ülke. Kendi girişimcilerini tanımıyor. Bakın etrafınıza şu kadar büyüdük, bu kadar ihracat yaptık diye herkes konuşuyor. Ama bu büyümenin nereden kaynaklandığına fazla takılmıyoruz. Girişimcilerimizi tanımıyoruz. Ne iş yaptıklarına da çok fazla bakmıyoruz. Ne zorluklarla iş yaptıkları konusunda ise hiç bilgi sahibi değiliz. Biz onların kapalı kapılar ardında siyasetçilerle al takke ver külah malı götürdüklerine inanmaya meyilliyiz. Öyle zorluklar içinde başarıya koştuklarına asla inanmayız. Hele hele öyle kahraman filan olduklarına asla itibar etmeyiz. Kahraman asker olur, ne bileyim dini öder olur; ama asla girişimci kahraman olamaz diye düşünüyoruz, bana kalırsa. Hata ediyoruz.
Türkiye ekonomisi artık özel sektöre dayalı olarak büyüyor. Ama kim ne yapıyor da bunlar oluyor diye ilgilenmiyoruz. Bakın suç işleyenler hakkında sayfa sayfa bülten yayımlıyoruz. Ama başarı hikayeleri konusunda toplum olarak derin bir suskunluk içindeyiz. Halbuki Türkiye’nin girişimcilerin başarı öykülerine ihtiyacı var. Başarıyı tekrarlayabilmenin yolu onu kutlamayı bilmekten geçiyor. Kabul edelim, biz başarıyı kutlamayı bilmiyoruz. Ben TOBB’un Türkiye 100 programını bu nedenle seviyorum. Her yıl Türkiye’nin en hızlı büyüyen 100 şirketini seçip tanıtıyorlar. Bu yılın birincisi Reysaş web tabanlı bir lojistik firması. 2010-2012 arasında, yıllık ortalama yüzde 7417 büyümüş.Kurucuları 30’lu yaşlarının başında şirketlerini kurmuşlar, şimdi 40’lı yaşlarının başındalar. Bence onları daha iyi tanımaya ve tanıtmaya özellikle şimdi ihtiyacımız var. Gelin bakın neden?
Girişimcileri üç nedenle daha iyi tanımamız gerekiyor. Birincisini yukarıya yazdım: Türkiye ekonomisi artık ağırlıkla özel sektöre dayalı bir ekonomi. İstanbul Sanayi Odası ilk 500 şirket listesi 1979 yılından beri yayımlanıyor. İSO 500 içinde üretimden satışlara bakarsanız, 1980’lerin başında kamu kesiminin payı yüzde 50’lerdeymiş. Şimdi yüzde 5’lere geriledi.Şirketler kesiminde işler iyi gidiyorsa, Türkiye ekonomisinde de işler iyi gidiyor. Bunun için öncelikle iş dünyasında dinamizmi canlı tutmak gerekiyor. Yeni girişimcileri teşvik etmenin ilk yolunun ben bir önceki girişimcilerin başarılarını kutlamak olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin tempolu büyüyebilmek için, iş dünyasından çıkan kahramanlara, doğru rol modellere ihtiyacı var. Bu ilk nokta.
İkinci olarak, son dönemde memlekete yönelik doğrudan yabancı yatırımlarda bir yavaşlama var. Halbuki doğrudan yabancı yatırımlar kronik cari işlemler açığımızın finansmanı için çok önemli. Yıllık 1 milyar dolarlık yabancı doğrudan yatırım düzeyinden aylık 1 milyara geçince nasıl sevinmiştik? Şimdi bunu nasıl devam ettirebileceğimiz üzerine düşünmemiz gerekiyor. Doğrudan yabancı yatırımlardaki azalmanın elbette uluslararası konjonktürle bir alakası var.TCMB Ödemeler Dengesi raporları bu konuyu anlatıyor. Ona yapacak bir şey yok. Onlar karar alıyor, biz sonuçlarına katlanıyoruz. Parasal genişleme dönemi bitiyor. 2008 küresel krizinin bizim gibi ülkeler için getirdiği likidite bolluğu artık olmayacak. Mart 2014 sonrası parasal sıkılaştırma başlar derseniz, biz burada etkisini Şubat’tan itibaren hissetmeye başlarız. Portföy yatırımcıları fiyatı ehvenken merkez ülkelerin finansal varlıklarını satın almak isteyecekler. Herkesten önce en ucuz ben alayım derken, hadisenin zamanlamasını bugüne doğru çekiştirecekler. Mecbur böyle olacak. Ama bu azalan doğrudan yabancı yatırım işinde, memleketin yaklaşık otuz yılda oluşan pozitif uluslararası imajını Gezi olayları sırasında yerle yeksan etmiş olmamızın da bir etkisi var. İşte bakınorada pozitif Türkiye imajının taşıyıcısı olan girişimcilerimizin sağ ve salim olduklarını yedi düvele gösterebiliriz. İstanbul ve Ankara kadar Gaziantep ve Hatay’da da o girişimci ruhun ve tempolu büyüme azminin değişmediğinin altını çizebiliriz. Bana sorarsanız, sürecin asıl taşıyıcılarını isim isim bilmek, öykü öykü belleyip anlatmak hiç bu kadar önemli olmamıştı. Girişimcilerimizi tanımak için alın size bir neden daha.
Üçüncü olarak, artık destekleyebilmek için girişimcilerimizi yakından tanımamız gereken bir noktadayız. Bugüne kadar girişimciliği özendirmek deyince, girişimcinin cebine tek seferlik para koymak esastı. Bir nevi bahşiş gibi. Şimdi “gel bana ortak ol, riskimi paylaş” diyen bir yeni girişimci nesil geliyor. Girişimcilik konusunda en ciddi çalışmaları ise Hazine yapıyor. Melek yatırımcılardan, fonların fonuna destek sisteminin altyapısı inşa ediliyor. Sağa sola para savurmak yerine ortaklık için sağlam bir altyapı oluşturulmaya çalışılıyor.Onlara ortak olacak olanların öncelikle onların kim olduğunu tanıması gerekiyor. Öyle ya da böyle girişimcilerimizi tanımamız gereken bir döneme giriyoruz.
Girişimci, taşın içindeki heykeli hepimizden önce görüp, ortaya çıkartan heykeltıraş gibidir. Son derece değerlidir. Her girişimcinin öyküsü bir kahramanlık destanıdır. Ve öyle anlatılmalıdır. Ben Türkiye 100 şirketlerinin öykülerini bilmek istiyorum. 2010-2012 arasında yüzde 2000’lerde büyüyen Türkiye’nin ilk 10 şirketini kuranları tanımak istiyorum.
Kargadan başka kuş bilmeden, ilk 10 arasına girilmez/Güven Sak, Dr.24 Eylül 2013 – Okunma Sayısı: 1007
Şirketlerimizin küresel bir bakış açıları yok. Kamunun tasarladığı destek mekanizmaları da küresel ölçekte olup bitenleri ancak geriden takip ediyor.
Türkiye hâlâ dışa açık değil. Kabul edelim, biz içine kapalı bir ülkeyiz. Osmanlı atalarımız öyle değildi. Onlar dışa açık bir imparatorluk yönetiyorlardı. Dünyada neler olduğunu yakından takip ediyorlardı. İstanbul’u dünyanın merkezi yapmak için çalışıyorlardı. İmparatorluğun can çekişmesi bile onun için bir yüz yıl sürdü. Türkiye, imparatorluğu kaybetmenin getirdiği travmayı daha tam olarak aşamadı. İçe kapandı. Kabul edelim, dünyada neler olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Dünyada neler olduğunu takip etmeyince ne oluyor? Bir teknoloji şirketi sahibinden geçenlerde duyduğum oluyor. Geleceği tasavvur edemeyince, esas olarak, geçmişle rekabet etmek için stratejiler geliştiriyoruz. Kamunun tasarladığı destekler ve özel sektörün gelişme adına akıl edebildikleri hep aynı sınırlar içinde dolanıyor: Biz hâlâ bu topraklarda kargadan başka kuş bilmiyoruz. Karga dışındaki rengarenk kuş sürüsünü bilmiyoruz.
Kargadan başka kuş bilmemenin iki sonucu var bana sorarsanız. Birincisi, şirketlerimizin küresel bir bakış açıları yok. İkincisi, kamunun tasarladığı destek mekanizmaları da küresel ölçekte olup bitenleri ancak geriden takip ediyor. İlkinden başlayayım müsaadenizle. Şirketlerimiz dışa açılmıyor mu, dışarıyla ilgilenmiyor mu? Turgut Bey’den beri açılıyor. Bir dışarısı olduğunu biliyorlar. Memlekette 60 bin civarında imalat sanayii firması var. Bunların 48 bin tanesi ihracat yapıyor. Şöyle diyeyim: İmalat sanayiinde çalışan her dört şirketten üçü dışarıya mal satıyor. Bugün oraya, yarın buraya satıyor. İlgisi bir yıl ya da iki yıl sürüyor ama bir ilgi var. Peki, bu nasıl bir ilgi? Şirketlerimiz, öyle küresel bir büyüme stratejisine sahip oldukları için dışarıya açılmıyorlar. Bizimkiler genellikle iç pazarda sıkıntı olduğunda, zorunluluktan ya da verilen teşvikleri satın almak için dışa açılmayı hatırlıyorlar. Bir büyüme stratejisi onları farklı ülkelere doğru çekmiyor, memlekette olup bitenler onları ittikçe oralara gidiyorlar. Bu iyi mi? Bana kalırsa, geçen yüzyıldan kalma. Biz dışarıya, mal kataloğunu alıp satış yapmak için gidiyor, sonra hemen memlekete nasıl geri döneriz diye uçak tarifelerine bakıyoruz. Gittiğimiz ülkeye büyümek için değil, depodaki malı satıp, parayı kapıp memlekete geri dönmek için gidiyoruz. Üstüne üstlük, geçen yüzyıldan kalma bu iş modelinde nasıl da başarılı olduk diye bir de seviniyoruz. Hatamızın farkında bile değiliz.
Kargadan başka kuş bilmemenin ikinci sonucu ise memleketteki kamu politikaları ile alakalı elbette. Geçenlerde Türkiye’den dünyaya açılmaya çalışan teknoloji şirketi sahibi bir dostum, “piyasaya tepki vermek yerine 10 sene sonrasının stratejisini belirleyecek” birilerini bulabilmenin zorluğunu anlatıyordu. Diyelim, şansınız yaver gitti, Mark Zuckerberg İstanbul’a gelip sizin şirkette iki yıl çalışmaya razı oldu. Getirebilir misiniz? Zor. Ortada kocaman bir 4817 sayılı Yabancıların Çalıştırılması Hakkında Kanun var. Bu kanuna dayalı yönetmeliğe göre, bir yabancıya karşı beş adet Türk’ü çalıştırıyor olmanız gerekiyor. Şöyle bir düşünün: Yeni ve büyük fikirler yeni kurulan mikro işletmelerden çıkıyor. Burada da başlangıçta üç dört kişi çalışıyor. Diyelim böyle ileriye yönelik fikir üretebilecek, dört arkadaşsınız. Biri Türk, orada sorun yok. İkincisi Mark Zuckerberg, onu istihdam etmek bir şans ama bunun için beş de Türk lazım. Üçüncünüz Iraklı ve de alanında pek iyi ama ona da bir beş Türk lazım. Dördüncünüz Moğol, dedim ya alanın en iyilerini derliyorsunuz, ama ona da bir beş Türk lazım. Sonuçta üç yabancı için 15 Türk lazım, hadi sizi düşelim, sonuçta 14 Türkü fazladan işe almak, bir de üstelik masraflarını ödemek lazım. Mikro işletme oldu 18 kişilik kocaman bir dev. Şimdi bu düzenleme burada yıllardır duruyor ve bir Allah’ın kulu bundan şikâyet etmiyorsa, vaziyet nedir? Türkiye ve Türk şirketleri dışarıya kapalıdır ve de bugünün problemleri ile uğraşmaktan yarını tasavvur etmeye vakitleri de ufukları da yoktur.
Kargadan başka kuş bilmeden, ilk 10 ekonomi arasına girilmez. Ben şimdiden hatırlatayım, boşuna enerjinizi israf etmeyin. Malum, israf haramdır.
Neden bana Türkiye hala yabancı düşmanı gibi görünüyor?/Güven Sak, Dr.21 Eylül 2013 – Okunma Sayısı: 723
Ancak şaşırtıcı bir nokta var. Türkiye’de ihracat yapan 48.310 şirket var ve bunlardan her biri bir yılda ortalama dört farklı ürün ihraç ediyor. Ama yabancı düşmanlığı sürüyor. 19’uncu yüzyılın başından kalma yaklaşımla birlikte dışarıdan gelen her şeye karşı duyduğumuz korku ve “biz bize yeteriz” mantığı hala geçerliliğini sürdürüyor. Memleketimizdeki her yabancının casus olduğuna inanıyoruz. Her dört imalatçı şirketten üçünün ürünlerini dünyaya sattığı, yıllık ihracat geliri 152 milyar dolar olan bir ülkede 19’uncu yüzyıl zihniyetiyle yaşıyoruz.
Bu köşe yazısı 21.09.2013 tarihinde Hürriyet Daily News’te yayımlandı.
İnanmayacaksınız ama Türkiye’de iyi şeyler de oluyor/Güven Sak, Dr.10 Eylül 2013 – Okunma Sayısı: 1375
Ben, BALO’nun faaliyete başlamasının son dört aydır gazetelerde okuduğum en iyi haber olduğunu düşünüyorum.
Biz, Türkiye’de bir uçtan diğer uca savruluveririz. İfrattan tefrite gideriz. Moralimiz ya çok iyidir ya da çok kötü. Şöyle arasını bulamayız. Yine öyle oldu. Şu son dört aydır kafamdaki Türkiye imajını anlatmak gerektiğinde, Türkiye’yi ‘demir tarayan gemilere’ benzetiyorum. Memlekete bir türlü pozitif bir gündem oturtmak mümkün olmuyor. Yöneticilerimizi bir dinleyin, manalı laflardan içiniz kararsın. Ne olursa olsun, ya biri ayağımıza çelme takıyor ya da saçımızı çekiyor. Belalar hep bizi buluyor. Hiç kimse normal pozitif bir hikâye anlatmıyor. Şimdi söyleyince inanmayacaksınız ama Türkiye’de iyi şeyler de oluyor. Geçen hafta sonu, Gümrük Birliği Anlaşması Anadolu’nun tamamını kapsar hale geldi. Bu yolla, Türkiye’nin ufku açılacak, ihracat menzili de bana kalırsa uzayacak. Gelin bakın ne oldu ve neden önemlidir?
Önce hadiseden başlayayım. Sonra da birkaç tespit yapayım. Geçen pazar günü, Manisa’da yapılan bir törenle Avrupa’ya, Anadolu’nun her tarafından, tarifeli konteynir treni seferleri düzenlemek üzere kurulan Büyük Anadolu Lojistik Organizasyonları (BALO) şirketinin ilk treni yola çıktı. Birkaç noktanın altını çizeyim önce. Birincisi, artık Avrupa’ya yönelik tarifeli konteynir treni seferlerimiz var. Türkiye, dış ticaretinin yarıdan fazlasını Avrupa ile yapıyor. Ama bugüne kadar, mal taşımacılığında demiryolunu kullanmıyorduk. İhraç mallarımızın yüzde 1’den azını demiryolu vasıtasıyla taşıyorduk bugüne kadar. Bunun artması için bir adım atılıyor. Bundan böyle, ilk kez Avrupa’ya tarifeli konteynir treni seferleri olacak. İkincisi, Anadolu’dan toplanan konteynirlerin yüklü olduğu vagonlar, İstanbul üzerinden değil, Bandırma, Balıkesir-Muratlı, Tekirdağ üzerinden Avrupa’ya gönderilecek. Bu ne demek? İstanbul’da egzoz kirliliği ve de yollardaki kalabalık azalacak demek. BALO bu çerçevede hem çevreci ve hem de İstanbul için faydalı bir proje benim gördüğüm. Ben bu açıdan son derece önemli buluyorum. Üçüncüsü, demiryolu serbestleşmesinde daha ileri gidebilmek de mümkün. BALO’da ray ve vagonlarla lokomotif devletin ama giden tren sizin. Sayın Binali Yıldırım’ın konuşmasından anladığım, bakanlık devlet rayları üzerinde vagon ve lokomotifleri özel şirketlere ait trenlerin işletebilmesine de sıcak bakıyor.
Ben, BALO ile TOBB ve Ulaştırma Bakanlığı’nın, sanayimizin rekabet gücünü arttırmak ve ihracat menzilimizi uzatmak için önemli bir adım attıklarını düşünüyorum. Üç nedenle. Birincisi, Batı Anadolu’daki Bursa ili ihracatının yüzde 78’ini, İzmir ise yüzde 61’ini Avrupa’ya yapıyor. Ama bu oran Kayseri’de yüzde 39’a, Konya’da yüzde 33’e, Gaziantep’te yüzde 24’e iniyor. Neden? Petrol fiyatları yukarıya doğru gittikçe, ulaştırma maliyetleri arttıkça, bazı illerimizin Avrupa piyasalarında rekabet gücü giderek azalıyor. Ulaştırma maliyetleri Anadolu’nun Avrupa ile bağını gevşetiyor. Gümrük Birliği Antlaşması’nı uygulamak pratik olarak mümkün olmuyor. İkincisi, Gaziantep’in toplam ihracatı içinde Avrupa Birliği’nin payı yüzde 24. Ortadoğu ülkelerinin, Gaziantep’in toplam ihracatı içindeki payı ise yüzde 60 düzeyinde. Bunun yüzde 70’i, çok yakına, Irak’a yapılan ihracattan kaynaklanıyor. Şimdi BALO ile birlikte, Türkiye’nin ihracat menzilinin artmasını beklemek gerekiyor. Hatırlayın 2000’lerde 3374 kilometre olan ihracat menzilimiz, 2012 yılında 2857 kilometreye gerilemişti. 2000’lerde dünya toplam ithalatının yaklaşık yarısını yapan 66 ülkeye ulaşırken, 2012’de dünya ithalatının yüzde 40’ından azını gerçekleştiren 55 ülkeye ulaşabilir hale gelmiştik. Şimdi bu eğilim, tersine dönebilir. Üçüncüsü, BALO’yu yalnızca Avrupa’ya ucuza mal göndermenin yolu olarak görmemek gerekiyor. Aynı zamanda, Pakistan ve Hindistan pazarına daha hızlı mal sevkıyatı için de düşünmek gerekiyor. Böyle bakarsanız, ihracat menzilinin çok daha fazla uzamasını beklemek gerekiyor.
Ben, BALO’nun faaliyete başlamasının son dört aydır gazetelerde okuduğum en iyi haber olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’nin ufku neden bu kadar dardır?/Güven Sak, Dr.27 Ağustos 2013 – Okunma Sayısı: 634
Şimdi zaten zor olan işimizi daha da zorlaştıracak, daralmış olan ufkumuzu daha da daraltacak bir sürecin içinden geçiyoruz.
Türkiye’nin dünyanın son derece sınırlı bir bölgesiyle iletişim içinde olduğuna geçen hafta işaret etmiştim. Bu hafta devam edeyim. Bir süreden beri, farklı ülkelerin içinde faal oldukları alanın çapını merak ediyorum. Böyle bakarsanız, ortalama ihracat menzili en düşük olan ülke Türkiye gibi duruyor. Bir nevi nefesi en dar olan ülke Türkiye bana sorarsanız. Sınırlarımızın çok fazla dışına çıkamıyoruz rakamlara bakarsanız. Benim, dünyanın son derece sınırlı bir bölgesiyle iletişim halindeyiz dediğim hadise tam da bu aslında. Ama mesele yalnızca bu kadarla da sınırlı değil, Türkiye yalnızca nefesi en dar olan ülke değil; aynı zamanda, son on yılda nefes darlığı artmış olan bir ülke. Son on yılda Türkiye ihracat menzilini arttırmamış, azaltmış. Dolayısıyla bu konudaki yanlış anlamayı da düzeltmiş olayım. Türkiye’nin son dönemde, zorunluluktan, Avrupa krizinden Ortadoğu pazarına yönelmiş olması, memleketin ihracat menzilini arttırmadı. Söylemiş olayım… Mesela küçücük İsrail öyle değil. Kore öyle değil. Hindistan öyle değil. Haydi Brezilya’yı hiç saymayayım. Doğal kaynak havuzu geniş, onları satıyorlar. Çin’i de dışarıda bırakayım isterseniz. Gelişmiş kocaman ekonomileri ise hiç saymayalım. Ama Türkiye’nin iş yapma ufku, ortalama ihracat menzili son derece sınırlı. Rakamlar öyle gösteriyor. Nedenine gelmeden önce, bugün esas bir derdimi anlatayım size. Ben bunun bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ülkenin ufkunu daralttığını düşünüyorum.
Memleketin ihracat mallarını nerelere sattığımız belli. Oraların bizim buraya ne kadar uzaklıkta olduklarını bulabilmek de kolay. İstersek, Türkiye’nin ortalama ihracat menzilini hesaplayabilmeniz mümkün yani. Mal sattığı yerlerin ülkeden uzaklığını, oraya sattığımız mal tutarının toplam ihracatımız içindeki payı ile ağırlıklandırırsak, bir nevi ilgili ülkenin ortalama kaç kilometre yarıçaplı bir alanda faaliyet gösterdiğini çıkarabilmek mümkün. İşin içinde kur filan da var. Pek güzel değil ama bakın bir fikir veriyor. Böyle bakarsanız, Türkiye’nin ihracat menzili 2011 yılı itibariyle 2846 kilometre yalnızca. Aynı yıl için Kore’ninki bunun iki katı kadar. Tam 5668 kilometre. Hindistan için ise bu menzil 6184 kilometre civarında. Küçücük İsrail için 5678 kilometre. Brezilya’nınki ise 10 bin kilometreden fazla. Şimdi onun gözünün üstünde kaş var, bunun yeri dar filan demeyin. Ben şöyle bakıyorum: Bu koşuda bizim nefesimiz ancak diğerlerinin yarısına yetiyor. Menzili dar olanın ufku da dar olur. Menzili dağı aşan, dünyanın nasıl bir yer olduğunu menzili daha kısa olandan daha iyi bilir. Devamını da getireyim… 2011 yılında Türkiye’nin ortalama ihracat menzili 2846 kilometre olmuş. Peki, 2000 yılında vaziyet neymiş? O zaman ufkumuz 3324 kilometrelikmiş. Zaten dar olan ufkumuz bu son on bir yıl içinde biraz daha daralmış.
Türkiye neden ilgi alanını çevresindeki ülkelerin ötesine doğru genişletemiyor? Neden Uzakdoğu ve Atlantik ötesi daha yoğun ticari ilişkiler geliştiremiyor? Türkiye’nin daha zor olanı yapabilecek kurumsal kapasitesi yok. Mesela şimdi ticaret pratiklerimize bir bakın Allahaşkına. Türkiye ihracatını vadeli yapıyor, ithalatının parasını ise peşin peşin ödüyor. Riskin tamamını bizimkiler üstleniyor, karşı taraf memnun demek bu. Hem alanlar memnun hem de satanlar. Gece uykusu kaçanlar bir tek bizimkiler yani. Son otuz yılda bundan daha manalı bir ticaret altyapısı kuramamış haldeyiz. Bu neden olur? Sattığınız mallar herkesin üretebileceği, son derece sıradan mallar olursa, satıcının değil, alıcının güçlü olduğu bir piyasada iş yapmak zorunda kalırsınız. Neden olur? Sanayi politikanız lafta kalıyorsa olur. Bu bir. İkincisi, riskin tamamını üstlenen ihracatçılar, bilmedikleri, iş yapmanın daha zor olduğu, piyasalara girmenin zor olduğu yeni ülkelere girmekten kaçınırlar. İş pratiklerinin oturduğu, bildiğiniz Avrupa piyasasının dışına çıkmak istemezsiniz. Üçüncüsü, dış ticaret destek sisteminiz Avrupa gibi düzenli piyasaların dışına çıkmaz. Politik risk sigortası yoktur. Zor piyasalar için kamu destekleri yoktur. Yolda kalırsanız, ortada imdada gelecek kimse yoktur. Bizim girişimcilerimizin işi zor mu zordur.
Şimdi zaten zor olan işimizi daha da zorlaştıracak, daralmış olan ufkumuzu daha da daraltacak bir sürecin içinden geçiyoruz. Ben bunun akıllıca olmadığını düşünüyorum. İnsanlar için ahlaki olan, ülkeler için ille de akıllıca değildir. Türkiye’nin romantik yakın çevre ilgisi ekonomi için kötüdür. Peki, bunun bir karşılığı olur mu? Olur. Yüz yıl kadar sonra olur. Bugüne ise faydası olmaz. Olmaz.
Türkiye neden bu kadar yalnız bir ülkedir?/Güven Sak, Dr.20 Ağustos 2013 – Okunma Sayısı: 591
Türkiye zaten dünyada bir derin yalnızlık içinde iken, şimdi şirketlerimiz için izolasyonun artacağı yeni bir dönemin de başındayız.
Türkiye, dünyanın son derece sınırlı bir bölgesiyle doğrudan iletişim içinde, bilmem farkında mısınız? Dünyayı dört ana ticaret bölgesine ayırsak. Türkiye, bunların, olsa olsa, bir buçuğunda aktif duruyor. Kalanında bir derin yalnızlık içindeyiz. Kimse bizi takmıyor. Biz de, imparatorluk gümbür gümbür giderken, yabancı dil öğrenmeyi reddeden Osmanlı atalarımız gibiyiz. Zamanın değiştiğinin farkında değiliz. Üstelik “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” diyen atasözünü bile pek takmıyoruz.
Öncelikle tespiti yapayım. Türkiye, dünyanın son derece sınırlı bir bölgesiyle iletişim içindedir. Dünyayı dört ana ticaret bölgesine ayırayım: Önce Avrupa, sonra Amerika, derken Asya ve de Ortadoğu ile Kuzey Afrika. Türkiye, ticaretinin yarıdan fazlasını Avrupa ile yapıyor. Peki, Avrupa’nın toplam ithalatında payımız nedir? Hemen söyleyeyim, yüzde 1. Üstelik 2000 yılında da yaklaşık yüzde 1’miş. Şimdi de öyle. Bir gelişme yok yani. Son dönemde en çok gelişme gösterdiğimiz pazar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarı. 2000 yılında onların toplam ithalatının yüzde 2’den azı Türkiye’den karşılanıyormuş. 2010 yılında bu tutar iki katına çıktı, onların toplam ithalatının yüzde 4’ü oldu. Ama Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarı, Avrupa’nın onda biri kadar olduğu için ben oradaki performansı buçuk olarak görme eğilimindeyim. Amerika ve Asya pazarlarında ise hiç yokuz. Pazar payımız onların toplam ithalatının binde 1’i civarında oynuyor.
Bakın etrafınıza, her uçakta bir Türk girişimcisi var. Ama sonuç ortada. Öyle can havliyle sağa sola sistemsiz koşuşturmakla sanayi devi olunmuyor. Mal satabilmek için önce satacak malınız olacak. Sanayi politikası olmadan, çer çöple dünyalı olunmuyor. Olsa olsa bir derin yalnızlık içinde kalıyorsunuz. Bunun ayırdına geçenlerde bir dostumla sohbet ederken vardım. Dünyayı çok iyi tanıyan dostum, azıcık sinirli bir biçimde, “Ne yapalım? Kore’ye fındık mı satalım?” dedi. Konu, Kore ile imzalanacak serbest ticaret anlaşmasıydı. “Ne satmak için yol açmak iyi olur?” günün konusuydu. İnşaat malzemesi satmaya kalksak, orada yapılmışı zaten var. Kore’nin inşaat sektörü, bizim gibi, müşavirlik işini zamanında ihmal etmemiş, o nedenle, inşaat malzemesi alanında oldukları yerde kalmamışlar. Biz demir, çimento, seramik işinden ileriye gidemedik. Onlar gitti. Araba satmaya kalksak? Hiç düşünmeyin bile, orada zaten daha iyisi var. Üstelik markaları bile kendi malları. Onlar dünyanın beşinci büyük otomotiv üreticisi, biz on altıncı sıradayız. Onlar 4,5 milyon araç üretiyor, biz milyon civarında duruyoruz. Böyle bakınca, insan, Türkiye’nin nerede yanlış yaptığını düşünmeden edemiyor. Ben, bu günlerde, Türkiye’nin büyük şansının ve dahi en büyük şanssızlığının Avrupa piyasasına çok yakın olması olduğunu düşünüyorum. Girişimcilerimiz, kocaman bir otoyola alışınca, taşlı ve de tozlu taşra yollarını daha az zorluyorlar. Kocaman bir iç pazar ve de girişi problemsiz, iş yapması kolay bir kocaman ve de yakın dış pazar olunca, bana kalırsa, bir tembellik haliyle oluyor.
Bakın Türkiye’nin dış performansına, biz ancak mevcut pazarlarımız bizi itince başka pazarlara açılıyoruz. Son dönem Ortadoğu ve Kuzey Afrika işi de tam manasıyla ‘o’dur. Türkiye bir şey yapmadı. Avrupa pazarı daraldı. Biz de arayışa girdik. Sonuç nedir? Sonuç şudur: Türk firmalarının problemi pazara girmek değil, pazarda yer tutamamaktır. Avrupa pazarı hariç bu böyledir. Biz bir nevi izole olmaktan mutlu gibi görünüyoruz. Yanlış ama öyle.
Türkiye zaten dünyada bir derin yalnızlık içinde iken şimdi şirketlerimiz için izolasyonun artacağı yeni bir dönemin de başındayız. İki nedenle. Birincisi, şirketlerinizin Avrupalı iş ortakları ile iş yapması için Türk hükümetinin, Avrupa hükümetleri ile iyi ilişkiler içinde olması gerekmez. Ama Ortadoğu öyle değildir. Burada piyasa ekonomisi filan işlemez. Hükümetler konuşmazsa firmalar da iş yapamaz. İsrail hariç bu böyledir. Bu bir. İkincisi, Suriye’de ele geçen mensuplarını serbest bırakmak için Hizbullah’ın Lübnan’da pilotlarımızı kaçırmış olmasıdır. Suriye’nin bir iç meselesinde, Türkiye’nin taraf gibi görülmesi, iş insanlarımızın hareket kabiliyetini sınırlandıracaktır. Kötüdür. Ne yaptığınız değil, nasıl algılandığınız önemlidir.
Yalnızlığımızı aşmamız gerekirken izolasyonu arttırmak iyi değildir.
Ne sen bu yeni çağın farkındasın ne de siyaset/Güven Sak, Dr.02 Ağustos 2013 – Okunma Sayısı: 673
2018 itibariyle 50 milyar makinenin birbiriyle konuşması bekleniyor. Ortadaki veri zenginliği göz kamaştırıyor.
Dünyada yaklaşık 7 milyar insan yaşıyor. Bunların 1,2 milyarının Facebook hesabı var. Tam 1 milyar kişi Youtube’u kullanıyor. Google kullanıcılarının sayısı da bu seviyelerde. Twitter’da 500 milyon hesap var. Bunların 200 milyonu aktif olarak şakıyor. 300 milyon hesap artık Cloud’da bir şeyleri saklıyor ve de paylaşabiliyor. Kim neyi sever, merak eder, takip eder artık biliyoruz. POS makineleri şirketleri birbirine bağlıyor. Hangi sokakta ne dükkânı var, hangi mal daha çabuk gidiyor, tedarik zincirini nereye kurmak daha iyi, anında takip edebilmeniz mümkün. Yetmez. Elektrik ve su tüketim sayaçlarını artık birbirleriyle konuşabilir hale getirmeniz mümkün. Cep telefonunuz nerede olduğunuzu, neler yaptığınızı herkese ileten sinyaller verip duruyor. Kalp pilinizin durumunu bile artık doktorunuz doğrudan takip edebiliyor. Artık bel fıtığınızın bile dışarıdan takibi mümkün. Bireylerin ve makinelerin birbirine bağlandığı interkonnekte bir yeni çağın başındayız. 2018 itibariyle 50 milyar makinenin birbiriyle konuşması bekleniyor. Ortadaki veri zenginliği göz kamaştırıyor.
Ama gelin görün ki ne KOBİ’lerimiz bu yeni çağın farkındalar ne de siyaset daha işin farkında. Şöyle söyleyeyim: KOBİ’lerin hızla uluslararasılaşabileceği, bulutların üzerine fabrikaların inşa edilebileceği bir yeni çağın kapısındayız. Türkiye, internet kullanımında, sosyal medyada son derece aktif bir nüfusa sahip, gelin görün ki şirketlerimiz bilgi işlem teknolojisine dayalı yenilikler konusunda nal topluyor. Bireylerin kullandığı teknolojiyi, iş hayatında pratiğe aktarmakta felaketiz. Sosyal medyayı seviyoruz ama iş hayatında ne işe yarayacağını daha düşünmüyoruz. Hükümetimizin elektronik ödemeler sistemini yalnızca bankaların tekeline bırakan son kararı ise siyasetin de daha işin farkında olmadığını gösteriyor.
Önce neden KOBİ’ler için imkânlar setinin genişlediği, hareket imkânının arttığı bir çağdayız, oradan başlayayım. Ben Konya diyeyim, siz Kayseri, Gaziantep, Kahramanmaraş anlayın. Konya’daki bir KOBİ için dün yalnızca Konya piyasası vardı. Ancak Konya kadar olabilirdi. Sonra bazı firmalar Batı’daki üretimin bir bölümünü Doğu’ya doğru kaydırmaya başladılar. Ben Türkiye’de son dönemde olanın böyle anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Şimdi Konya’daki KOBİ’ler artık daha geniş bir dünya olduğunu biliyorlar. Ama nasıl biliyorlar? İstanbul’daki firmanın kendilerine anlattığı kadarını biliyorlar. Şimdi yeni çağda herkes dünyanın ucunu bucağını doğrudan kendisi bilebilecek. Piyasa imkânlarına ilişkin veriye erişmek ve de o verileri analiz edebilmek daha kolay olacak. KOBİ’lerin uluslararasılaşması dediğim budur.
Böylece bulutların üzerine fabrikalar inşa edilebilecek. Küçük bir KOBİ’nin bile akıllı bir stratejiye sahip olması durumunda, küresel çapta kendi başına iş yapabileceği bir yeni çağın başındayız. Pazarın herkes tarafından görülebileceği, isteyenin, kürenin bir tarafındaki ofislerde tasarım yaptırabileceği, prototipini masaüstü üç boyutlu yazıcı ile iletebileceği, başka bir tarafta üretim için fabrika saati kiralayabileceği, ürünlerin akışını GPS ile anında kontrol edebileceği bir dönemdeyiz.
Ama bir de bizim rakamlara bakın. TEPAV’dan Bilgi Aslankurt’un derlediği bilgiler şöyle: Facebook’ta 32 milyon Türk var. İnternet kullanımımız OECD ortalamalarını yakalıyor. Ama atılan elektronik postaların yüzde 42’sinde ek yok. Yani e-postayı mesaj servisi gibi kullanıyoruz, bilgi paylaşmak için değil. Eksiz e-posta kullanımı, Avrupa’da yüzde 22’ye düşüyor. Öte yandan, şirketlerimizin aldığı patentlerin sadece yüzde 14’ü bilgi işlem ile alakalı. Halbuki bu oran OECD’de yüzde 34’lerde. Onlar çok patent alıyor, biz az. Onlar internetle ilgili teknoloji üretiyorlar, biz kahve muhabbeti yapıyoruz. Onlar farkında, biz daha değiliz. Bu ilk nokta. İkincisi, geçenlerde elektronik ödemelerle ilgili düzenlemenin içinde, bu ödemeleri yapan kuruluşların bankalarla çalışmasını zorunlu kılan bir hüküm getirildi. Banka lobisi kaşla göz arasında yine başarılı oldu. Ödemeler sistemini banka tekeline bırakarak, bilgi işlem teknolojisine dayalı yeniliklerin önünü tıkayacağız. Bu düzenleme, siyasetin de işin farkında olmadığını gösteriyor yalnızca. Ne sen bu yeni çağın farkındasın ne de siyaset farkında.
Türkiye’nin iş yapma ortamında yanlış olan nedir?Güven Sak, Dr.27 Temmuz 2013 – Okunma Sayısı: 646
Türkiye dünyanın 17’nci büyük ekonomisi. Ama Amerika’nın Forbes dergisinin yayımladığı dolar milyarderleri listesinde altıncı sıraya çıktı. Başka bir deyişle Türkiye, hükümetin 2023 yılı için belirlediği dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olma hedefine daha ulaşmadan küresel milyarderler listesindeki Türklerin sayısı bakımından dünya liginin ilk onuna kolayca yükseldi. Forbes’un 2013 listesinde 43 Türk var. Bu sayı 2011 yılında 34, 2012’de ise 35’ti. 2013’te bir sıçrama yaşandı. Neden? Görünen o ki küresel kriz Türkiye’nin yeni dolar milyarderleri yaratma performansını kesinlikle etkilememiş.
Bana kalırsa daha ilgi çekici olan Fortune dergisinin yayınladığı ve Fortune Küresel 500 olarak bilinen dünyanın en büyük şirketleri listesinde Türkiye’nin durumu. Bu listede Türkiye’den 1 şirket yer alıyor. Evet, yazıyla bir. Dünyanın en büyük 500 şirketi listesinde yıllardır, Türkiye’den tek bir şirket, Koç Holding, yer alıyor. Bu tablo hala değişmedi. Koç Holding, dünyanın en büyük 500 şirketinden oluşan Fortune Küresel 500 listesinde yer bulabilmiş tek Türk şirketi. Sadede gelelim: dünyanın en büyük 17’nci ekonomisi olan Türkiye küresel dolar milyarderleri listesinde dünyanın altıncı sırasındayken, dünyanın en büyük şirketleri listesinde sadece bir şirketle temsil ediliyor. Bir sistem sorunu var gibi duruyor. Türkiye’nin kurumsal gelişimle ilgili bir sorunu var gibi görünüyor. Neden Türkler varlıklarını şirketlerine yatırmaktan kaçınıyor? Şirketlerimiz büyüyüp serpilmezken patronları nasıl zengin oluyor? Türkiye’de iş yapma ortamının sorunu ne?
Birincisi, Türkler gerçekten de varlıklarını şirketlerine yatırmaktan imtina etmektedir. Bu geçmişten beri hep böyle olmuştur. 1994 krizinde hükümet şirketlerin geçmiş performanslarına dönük olarak geçmiş gelirlerden ek vergi talep etti. Olmayacak şey, değil mi? Ama oldu. Vergi koyma yetkisi hiçbir zaman siyasi süreçlerden bağımsız olmadığı için bu yaşandı ve tekrar yaşanabilir. Bu arada, bir yanlışı düzelteyim, 1994 yılında yapılan bu uygulamada en azından ek vergiler yüklenecek mükellefler yanlı bir biçimde seçilmedi. Herkes için aynı uygulama geçerliydi. Uygulama ölçüsüzce olabilir, ama en azından yansızdı.
İkincisi, Türkiye’de yaratılan bireysel servet hala şirketlerin büyüme stratejileri üzerinden elde edilmemektedir. Peki, bu bireysel servet farklı şirketlere doğru zamanda yapılan başarılı yatırımlardan değilse nereden kaynaklanıyor? Bana sorarsanız arsa rantından. Tam da bu nedenle belediye meclislerinin en büyük meşguliyeti imar düzenlemesi değiştirmektir. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin toplantı tutanaklarıyla New York Belediye Meclisi’nin tutanaklarını karşılaştırın, farkı göreceksiniz.
Üçüncüsü, yenilikçi olmanın Türkiye’de zengin olmaya hiçbir katkısı yoktur. Yenilikçiliğin küresel yarışta zirveye oynamak için kritik önemde olduğu çağımızda Türkiye’nin iyi bir rol modeline sahip olmaması neresinden baksanız kötüdür. Türkiye’de yenilikçiğe ilişkin yapılan onca tantanaya karşılık doğru düzgün somut çıktı yoktur. Nedenini bir anekdotla açıklayayım. Girişim sermayesi şirketi sahibi bir arkadaşım fonu kurmak için para toplarken uğradığı Türkiye’nin önde gelen milyarderlerinden birinden şu veciz cevabı almış: “Karşıya bir plaza dikiyorum, gerekli bütün izinleri aldım. Getirisi zaten garanti. Neden senin girişim sermayesi işine para koyup geleceği belirsiz genç şirketlerle, yeniliklerle uğraşayım? ” Açıklama talihsizdir, ama Türkiye’de işadamlarının düşünce tarzı budur.
Neden uğraşsın? Hala geçerli bir sorudur. Türkiye’de iş yapma ortamında hala neyin yanlış olduğunun cevabı bu soruda yatmaktadır.
Türkiye hâlâ içe kapanık bir ülkedir
Güven Sak, Dr.26 Nisan 2013 – Okunma Sayısı: 946
Hızlı büyüyen şirketlerimizin başarı öykülerinin, Türkiye’de ve dünyada üzerinde konuşulur hale getirilmesi gerekiyor.
Türkiye hâlâ içe kapanık bir ülkedir. Ben dışarıdan bakıldığında memleketin hâlâ içe kapanıkbir ergen çocuk gibi göründüğünü düşünüyorum. Şimdi hemen “Yok canım, nereden çıkardın?” demeyin. Doğrudur: Türkler, dışarıya açılarak zengin olabileceklerini 1980’lerin başında öğrendiler. O günden beri, kendi içinde bakarsanız ihracatımız acayip arttı. Türkiye, uyuşuk bir tarım ülkesinden dinamik bir sanayi ülkesine doğru dönüştü. İyi oldu. Oldu ama ben hâlâ Türkiye’nin yeterince dışa açıkbir ülke olmadığını düşünüyorum. Bunun bir tarafı hep kendimizi ve kendi dertlerimizi önemsemek ile alakalı. Kendimizi önemsemekten bir türlü dünyanın dertleriyle hemhal olamıyoruz. Dünya yansa umurumuzda değil esas itibariyle.
Bunun, iş dünyası açısından bakıldığında, bir tezahürü de, öyle kenarda oturup keşfedilmeyi bekliyor olmamız. Bireysel başarıyı öne çıkarmayı ve de şöyle doya doya alkışlamayı bilmiyoruz. Kendini övmeyi bir garip addedip bir kenarda birileri gelse de bizi övse diye bekliyor gibiyiz. Ben size söyleyeyim: Daha çok beklersiniz. Türkiye’nin dış yatırım toplama stratejisini ben bu çerçevede görüyorum. Biz şöyle büyüdük, böyle istikrarlıyız, şu kadar tüketiciyiz, bu kadar büyük iç pazarımız var filan diye anlatıyoruz. Ama Türkiye’ye para yatırmak isteyenlere “Bizim şöyle şirketlerimiz var, bunlar yılda bu kadar hızlı büyürler, en hızlı büyüyen sektörümüz de şudur” filan diye somut bir Türkiye hikâyesi anlatmıyoruz. Daha doğrusu anlatmıyorduk. Şimdilerde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tam da bu rolü üstlenmeye çalışıyor. Geçen yıl Türkiye’nin en hızlı büyüyen 25 şirketi belirlenmişti. Şimdilerde ise Türkiye’nin en hızlı büyüyen 100 şirketi belirlenecek.
Neden? Öncelikle malumat derlemek için elbette. Türkiye’de pek çok sektörde şirket deyince aklınıza ne geliyor? Ben söyleyeyim: Kırk yıl önce hangi isim geliyorsa yine o isim geliyor. Ancak o eski şirketlerin kurucularının bakkal dükkânından başlayan mitleri ve başarı öyküleri var. Halbuki bu kadar hızlı değişen bir dünyada, Türkiye’nin artık yeni başarı öykülerine de ihtiyacı var. Başarılar zaten var. Hızlı büyüyen yeni şirketlerimiz var. Ne yok? Başarılı şirketlere ait mitler ve öyküler yok. Hızlı büyüyen şirketlerimizin başarı öykülerinin, Türkiye’de ve dünyada üzerinde konuşulur hale getirilmesi gerekiyor. İşte ben Türkiye 100 yarışmasını bu çerçevede son derece önemsiyorum.
Türkiye 100 şirketleri son derece basit bir kurala göre seçiliyor. Gelir akımlarının 2010-2012 döneminde yılda ortalama ne hızda büyüdüğüne göre şirketler sıralanıyor. Listede yer alacak şirketlerin Amerika’daki olası partnerleri ile buluşturulması, tasarlanan programın önemli parçalarından biri. Seçilenler önce Harvard Üniversitesi’nde bir eğitim programına alınıyorlar. Harvard’a sadece eğitim için değil, aynı zamanda başarı hikâyelerini anlatmaya gidiyorlar. AllWorld Türkiye şirketlerinden Sem Plastik’in sahibi Yavuz Eroğlu’nun, babasının küçük bir atölyede başladığı plastik işini nasıl markalaştırdığını anlattığı Harvard konuşmasını YouTube’dan bulup izleyin bence. Hızlı büyüyen şirketler, daha sonra Washington ve New York’ta kendileri için düzenlenen bir dizi etkinlikte olası partnerlerle bir araya geliyorlar.
AllWorld’ün Ürdün, Mısır ve de Suudi Arabistan’da yaptığı benzer yarışmalara bakınca, bizde hızlı büyüyen çok daha fazla sayıda şirket bulabilmenin mümkün olduğunu görüyorum. Ama bu farklılık içe kapanıklığımızı değiştirmiyor. Geçen gün her yüz bin kişi başına alınan Amerikan vizelerine bakıyordum. İsrail’de bu sayı 1800 civarında. Birleşik Arap Emirlikleri’nde 1100, Brezilya’da 500, Ürdün’de 302 ve Güney Kore’de 185. Türkiye’de ise 118 civarında. Tabii Mısır’ın 70’inden daha çok dışa açığız ama bakın pek çok ülkenin de gerisindeyiz. Bunların arasında öğrencilerin, turistlerin de olduğunu düşünürseniz, bu Amerikan vizesi sayısı bana pek az geldi. Türkiye’nin yine yeniden dışa açılması gerekiyor bana sorarsanız.
İlaç ihracatında Türkiye neden nal topluyor?
Güven Sak, Dr.15 Şubat 2013 – Okunma Sayısı: 868
Dünya ihracatındaki payımız binde birlerdedir. Türkiye, son on yılda sağlık endüstrisini dönüştürmekte başarısız kalmıştır.
Sağlıkta dönüşüm programı 2003 yılında başladı. Geldik 2013 yılına. Bu süre içinde sağlık göstergelerinde göreli bir iyileşme oldu ama sağlık endüstrilerinde bununla uyumlu bir gelişme olmadı. 1930 model devletçilik anlayışı özel sektörün yaratıcı enerjisini harekete geçirmekte başarısız oldu. Bakın nasıl?
Türkiye, dünyanın on altıncı büyük ilaç pazarı ama otuz üçüncü ilaç ihracatçısı. Dünya ilaç ihracatının binde birini yapabiliyoruz sadece. Meksika’nın payı bile binde 4, bizimki binde bir. Üretim yapmıyor muyuz? Yapıyoruz. İlaç ihtiyacımızın yüzde 65’ini kendimiz üretiyoruz. Ama oradan dışarıya bir şey satamıyoruz. Aynı durum, mesela medikal ürün ihracatından aldığımız pay için de geçerli. Türkiye’nin dünya medikal ürünler ihracatındaki payı binde bir civarında. Meksika’nın payı yüzde 5, yani bizim tam 50 katımız. Ne demek bu? Biz şimdi sağlık endüstrileri açısından bakıldığında bu memlekette bir şeyler üretiyoruz. Ama onları dışarıya satamıyoruz. Ne üretiyoruz da dışarıya satamıyoruz? Niteliksiz, herkesin üretebildiği ürünleri üretebiliyoruz. Yalnızca onlar üretilebilsin diye bir dünya yaratıyoruz. Hata yapıyoruz. Neden? Türkiye gibi bir ülkenin geldiği gelişmişlik aşamasında vasatta kalmak, orta gelir tuzağına hapsolmak anlamına geliyor da ondan.
İnşaat demiri satarak zenginleşemeyiz
Güven Sak, Dr.20 Kasım 2012 – Okunma Sayısı: 742
Kore’nin yüksek teknolojili ihracatının toplam ihracatı içindeki payı yüzde 20, Türkiye’ninki ise yüzde 3.
Türkiye ben bildim bileli orta gelirli ülkeler arasında yer alıyor. Eskiden Güney Kore de öyleydi. Güney Kore geçen yüzyılın sonunda yüksek gelirli ülkeler listesine terfi etti. Biz eski listede kaldık. Neden? Hızlı büyüyen yıldız sektörlerimizin niteliği bana önemli geliyor. Demir çelik sektörü memleketin yıldızı gibi duruyor. Hem ihracatı hızla artıyor hem de diğer sektörlerle kıyaslanınca dünya ticaretinden aldığı pay artıyor. Ben Türkiye’nin etrafa inşaat demiri satarak zenginleşemeyeceğini düşünüyorum.
Şimdi burada, demir çelik sektörü bize lazım değil filan demiyorum. Tam tersine Amerikan ekonomisi en yüksek teknolojilisinden en düşük teknolojilisine her tür malı üretebildiği için dünyanın en güçlü ekonomisi olarak anılıyor. Ancak, bütün yıldız sektörlerinizin düşük teknolojili olması işbölümünde ülkenizi iyi bir yere koymuyor, koymayacak. Aynı durum, tempolu büyüme olasılığımızı ortadan kaldırıyor ve bizi orta gelir tuzağına hapsediyor. Yüksek gelirli ülkeler listesine geçiş şansımızı azaltıyor. Sofistike üretim yapmayı beceremeyenin yüksek gelirli ülkeler listesinde yeri olmuyor. Petrol filan bulunmayacaksa durum böyle.
Kişi başına milli gelirimiz 1970 yılında Amerikan milli gelirinin yüzde 20’si kadardı. Şimdi yüzde 25’i kadar. Bu ne demek? Son kırk yılda o kadar gürültüye, nurlu ufuk palavralarına, askeri darbelere rağmen göreli gelir artışımız ancak 5 puan olmuş. Onu da gümrük birliği anlaşması, iktisadi ve siyasi istikrarla bu son on yılda yapabildik. Aynı masallardaki gibi yani, “gece demeden gündüz demeden, gitmişler, gitmişler, bir arpa boyu yol gitmişler.”
Peki, bundan sonrası için görüntü çok mu kötü? Hayır. Ama ne yapacağınıza bağlı. Bakın nasıl bağlı: Japonya 1954, Kore’yse 1982 yılında bizim bugün olduğumuz yerdeydi. Yani bu ülkelerin kişi başına geliri, ABD’deki seviyenin yüzde 25’i kadardı. Bu oran, Japonya’da 1967 yılında, yani 13 yılda; Güney Kore’de ise 1996 yılında, yani 14 yılda yüzde 50’ye ulaştı. Bu ne demek? 2023 hedefleri hiç de manasız değil. Bana ulaşılabilir geliyor. Adım atmak, şimdiki saldım çayıra mevlam kayıra iktisat politikasını değiştirmek koşuluyla elbette. Oradan gidersek sonuçta yıldız sektörümüz demir çelik sektörü oluyor.
Üretim altyapısı
Japonya ve Güney Kore ne yaptılar da hem yüksek gelirli ülkeler listesine terfi ettiler hem de Amerikan kişi başına gelirinin yarısına ulaştılar? Aktif sanayi politikası uygulayıp, o politikalar sonucunda yüksek teknolojili ihracatın toplam ihracat içindeki payını arttırarak. Ben de, işte tam da bu nedenle inşaat demiri satarak zenginleşemeyiz diyorum. Bakın, Kore’nin yüksek teknolojili ihracatının toplam ihracatı içindeki payı yüzde 20, Türkiye’ninki ise yüzde 3. Neyin hedeflenmesi gerektiği ortada duruyor gibi geliyor bana. Kimya sektörü, ilaç, biyoteknoloji, makine ve elektronik hep önem verilmesi gereken alanlar gibi duruyor.
Orta gelirden yüksek gelire sıçrayabilmek için üretim altyapımızı gözden geçirmek gerekiyor. Yüksek gelirli ülkeler nasıl bir üretim altyapısına, iktisadi imkânlar setine sahipse burada tam da onu inşa etmek gerekiyor. Onların gelir düzeyine ulaşmak için onların üretim altyapısına sahip olmak gerekiyor. Aman unutmayalım.
Bakın listelere, yüksek gelirli ülkeler aynı zamanda yüksek teknolojili üretim yapan ülkeler. İnşaat demiri de üretiyorlar, makine ve elektronik de.
Türkiye, sağlık harcamalarına acayip para harcıyor, üstelik bu harcamaların neredeyse tamamı kamunun cebinden çıkıyor. Ama biz bu devasa kamu alım programından dünya ile rekabet edebilecek, nitelikli ürünler üretebilecek bir yerli sağlık endüstrisi çıkarabilmiş değiliz. Destek yok mu? Var. Ama yanlış tasarlanmış, akıllıca olmayan bir sistem var. Düzen bozuk. Mesela Türkiye’de kamu ilaç alımlarında uygulanan fiyatlara hiç baktınız mı? 2004-2012 döneminde jenerik ürünlerde birim fiyatta yaklaşık yüzde 30’luk artış var, orijinal ürünlerde ise değer/miktar oranı değişimi hep negatif gidiyor. Sonuçta ne oluyor? Yerli ilaç üretiminde jenerik üretimin payı artarken orijinal ilaç üretimi tepetaklak oluyor. Jenerik ilaç üretimi ne demek? Birkaç kimyasalı zaten bilinen bir formüle bakarak birbirine karıştırıyor ve ilaç üretiyorsunuz. Peki, orijinal ilaç üretimi ne demek? Araştırmaya dayanan, o ülkenin şartları dikkate alınarak üretilmiş yeni ilaçları geliştirmek demek. Eskiden ilaç üretimi kimyasal karıştırarak olurdu, şimdi canlı organizmalar kullanılarak ilaç üretiliyor. Biyoteknoloji işte bu. Bu dönüşümü ıskalamasak iyi olurdu. İsteyen bu konuda TEPAV’ın yeni kurulan Yaşam Bilimleri ve Sağlık Politikaları Enstitüsü çalışmalarına bir bakabilir.
Türkiye’nin, önümüzdeki dönemde, sanayi alanında temel problemi vasatlıktan sıyrılmaktır. Herkesin yaptıklarını bir taraftan yapmaya devam ederken bir taraftan da herkesin yapmadıklarını yapmaya başlamakta fayda vardır. Not edeyim: İlaç sektöründe dünyada ticaret yapılan 43 alt sektörden ileri teknoloji gerektiren 36’sı, tıbbi cihaz sektöründe ise mevcut 64 alt sektörün 62’si Türkiye’de neredeyse hiç yoktur. Bu nedenle Meksika’nın ihracatının sofistikasyon düzeyi 100 üzerinden 83 ise Türkiye 69’da kalmaktadır. Dünya ilaç ihracatı içinde de Meksika, Türkiye’den iyidir. Hem iyi hem de kötü haber şudur: Dünyanın en önemli biyoteknoloji şirketlerinden Amgen, geçen yıl pek az sayıdaki araştırmacı ilaç şirketlerimizden Mustafa Nevzat’ı satın almıştır. Geleceği olanın değeri vardır. Amgen buraya geldiyse vardır bir hikmeti!
Dünya sağlık endüstrilerinde Türkiye’nin adı yoktur. Dünya ihracatındaki payımız binde birlerdedir. Türkiye, son on yılda sağlık endüstrisini dönüştürmekte başarısız kalmıştır. Sağlıkta 1930 model devletçilik bizi buraya getirmiştir.
TOKİ inşaat şirketlerimize ne yaptıysa aynısını sağlık sistemimiz ilaç şirketlerimize yapmıştır.