RÖPORTAJ HAKKINDA // NEDİR, KİMDİR?
İlkokulöğretmeninin hastalanması üzerine beyin cerrahı olmaya kararveren ve 200’ü aşkın bilimsel çalışmaya imza atan, TÜBİTAKBİLİM ÖDÜLÜ sahibi duayen Beyin Cerrahı Profesör İsmail HakkıAydın, ismini taşıdığı ve büyük bir alim olan dedesinden 3yaşından itibaren dersler almaya başladı. Kur-an’ı Kerim,tefsir, hadis, fıkıh, Arapçanın yanında Latince ve Farsçahocalığı yapan dedesinin etkisiyle Yüksek İslam Enstitüsündebölüm birincisiyken Tıp Fakültesini kazandı. Doktorasını vetezini Zürih’te ‘Beyin Cerrahisinde çağ açıp çağ kapayan’Gazi Yaşargil’in yanında tamamladı. 40 yıllık meslek yaşamında30 binin üzerinde ameliyat yapan ve yüzlerce doktor yetiştirenAydın, aynı zamanda 7 şiir kitabı olan bir şair, 100’ü aşkıngüftesi bestelenmiş bir müzisyen, hattat ve 20’nin üzerindekitabı olan bir yazar. Sıra dışı hayatının bilinmeyenleriyleProfesör İsmail Hakkı Aydın, Doğduğum Ev’de.
Yıl 1954 yer Trabzon, İsmail Hakkı Aydın nasıl bir evde doğdu?
1461’den başlar bizim sülalemizin Trabzon‘daki hikayesi. Baki dedem, Trabzon’u fetheden orduda bir komutandı. Fatih’in talimatıyla Trabzon’a yerleşiyor ve Trabzon’un İslamlaşmasında, Türkleşmesinde görev alıyor. Bir medrese ve bir eczane açıyor Trabzon’da. Çünkü o zaman Trabzon’da çok zehirlenmeler oluyordu. Sarı orman gülünün balı ile (ki buna zifin çiçeği denir) balık yendiği zaman müthiş bir zehirlenme olur. Zehirlenmeyle ilgili olarak bir antidot geliştiriyor. Ona ‘Bakioğlu Panzehiri’ adı veriliyor. Ve hala kuşaklar arasında bugün de devam etmektedir. Ve dedemin dedesinin babasının zamanına kadar ‘Bakioğulları’ diye anılıyoruz. Daha sonra Soyadı Kanunu ile birlikte Mustafa Kemal Trabzon’a geldiği zaman Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti‘nin kurucuları ile tanışıyor ve dedemin de özellikle Milli Mücadele’de ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ndeki etkisinden dolayı dedemi çağırtıyor. Dedem, Hafız İsmail Hakkı Efendi diye anılıyor. Atatürk dedemi sakallı, sarıklı birisi bekliyor. Fakat dedemi gördüğü zaman da zamanın valisine ‘Hocama Aydın soy ismini ver’ diyor ve Aydın soy ismi veriliyor bize.
1461 yılında bir eczane açıyor dedem Trabzon’da. Sarı orman gülünün balı ile balık yendiği zaman müthiş bir zehirlenme olur. Bir antidot geliştiriyor. Ona da ‘Bakioğlu Panzehiri’ adı veriliyor
Baki dedemden itibaren hep büyük oğuldan büyük oğula geçen bir gelenek var. Bizim köyde bir ev yapıyor. O ev, büyük oğuldan büyük oğula geçiyor. Ve yine o eve el yazması bir Kuran’ı Kerim koyuyor. Ve o da büyük oğuldan büyük oğula geçiyor. Mustafa dedem zamanında o ev yanıyor. O Kur-an’ı Kerim de yanıyor. Fakat daha sonra Yusuf dedem yani dedemin dedesi şimdiki mevcut olan evi yapıyor. Ve diyor ki, artık burası da büyük oğuldan büyük oğula geçsin. Fakat Kur-an’ı Kerim olmadığı için Yusuf dedem bir taş baskı Kur-an’ı Kerim alıyor. ‘O Kur-an’ı Kerim’den hafızlık yapılacak’ deniliyor. Sonra oradan İsmail Hakkı dedeme geçiyor. Oradan babam Halit’e. Oradan bana, benden de oğlum Prof. Abdulkadir Cüneyt’e geçiyor. Ve oradan da inşallah torunum Ahmet Bircis’e… Böyle bir sülale var.
Dedem annemin hamileliğinden itibaren her gece bana Kuran okurdu
İsmini taşıdığınız dedenizin üzerinizde nasıl bir etkisi vardı?
Dedem, her alanda benim mürşidimdir. Hocamdır. Güneşimdir. Meşalemdir. Işığımdır. Çünkü babamın çocuğu olmayınca birkaç yıl, sonra ben olunca dedem rahmetli diyor ki babama, o zaman babam da Adana’da müftü. ‘Sen kendine başka çocuk yap, bu benimdir‘ diyor. Alıyor beni kendi yanına ve beni o okutmaya başlıyor. Bana rahmetli dedem Abdulkadir derdi, kendi ismi İsmail Hakkı olduğu için kendi ismini söylemezdi. Annem hamileyken her akşam annemin yanında Kur-an’ı Kerim okurdu. Ve Kaside-i Bürde‘yi okurdu. Daha sonra benim çocukluğumda da okudu hep onu. Ben her akşam yatardım dedem onu okurdu. Ben o kitabı hiç elime almadığım halde ezbere bilirim.
3 yaşında beni alıyor yanına, Kur-an’ı Kerim’e başlatıyor. Ve 4 yaşında hatmettiriyor bana. 5 yaşında okula gönderiyor. Ve 5 yaşında okula gittiğim zaman da hem Cumhuriyet Türkçesini hem Kuran veya Osmanlı Türkçesini okuyordum, yazıyordum ve hatmetmiştim. Zaten Arapçaya da başlatmıştı beni rahmetli dedeciğim. Tabii üzerime çok titrediler. Onu da kabul etmek lazım. Çünkü dedem bütün ilimlerle beni mücehhez kıldı. Hatta şöyle söyleyeyim, ben stajyer doktordum yine dedemle tefsir okuyordum. Yani beni hiçbir zaman bırakmadı. Hala onun beni eğittiği, öğrettiği, terbiye ettiği çerçevede hayatım sürmektedir.
Kur-an’ı Kerim, tefsir, hadis, fıkıh, Arapça hocam dedemdir. İslam hukuku, feraiz, hat ve Fransızca hocam babamdır
Küçük yaşlarda İslami eğitiminizi almaya başlıyorsunuz ama sanırım ilkokul yıllarından itibaren de beyin cerrahı olmak istiyorsunuz. Öyle mi?
Aslında dedem rahmetli derdi ki, ‘oğlum sen İmam-ı Azam olacaksın’. Beni rahmetli o şekilde yetiştirdi. Benim Kur-an’ı Kerim, tefsir, hadis, fıkıh, Arapça hocam dedemdir. İslam hukuku, feraiz, hat ve Fransızca hocam babamdır. Belagat hocam babamdır. Yine Trabzon müftüsü vardı Abbas Hacı Efendioğlu, o kelam hocamdır. Mustafa Kaygusuz hoca var, tefsir hocamdır. Hasan Çavuşoğlu hocam vardı o da feraiz hocamdır. Fıkıh hocamdır. Yani değişik hocalardan okudum. Musiki hocam mesela Tahir Karagöz‘dür.
O arada enteresandır, bana tecvit okutuyor. Bilirsiniz tecvit Kuran’ı Kerim’i güzel okuma, tilavet için önemli bir bilim dalıdır. 4 yaşındaki, 3 yaşındaki çocuğa işte tecvitte ihvadır, izhardır nasıl okutacaksın? Ama rahmetli dedeciğim bana derdi ki, mesela ‘ulaaaa İsmail’. Bu Meddi Munfasıl. Veya derdi ki ‘burdaannn köye’. İhva. Bu şekilde öğretirdi. O arada Arapçaya başladım. Emsile, Bina okuyorum. Ve okula gittiğim zaman da tek sınıfta okuyoruz. O arada babam Akçaabat Müftüsü, şehirde beni okula almadılar. 5 yaşında olduğum için. Dedem rahmetli köyde yazdırdı beni okula. O zamanda köyde tek bir sınıf içerisinde bütün 1.,2.,3.,4. ve 5. sınıflar.
Ve Murat Özdemir diye bir öğretmenimiz var. Muallim diyoruz o zaman. Ben okulun, sınıfın en küçüğüyüm. Evli çocuklar var bizim sınıfta, hatta çocuğu olanlar da vardı. O arada Murat muallim bir soru soruyor 5. sınıflara. 5. sınıflardan kimse cevap veremiyor. Ben de gayri ihtiyari parmak kaldırıyorum. O arada Murat öğretmen bana dedi ki, “İsmail Hakkı sen biliyor musun?”. “Biliyorum öğretmenim” dedim. “Kalk bakayım”, kaldırdı beni tahtaya. Ben onu anlattım tahtada. “Aferin ulan” dedi bana, “sen niye orada oturuyorsun?” Tuttu beni kolumdan getirdi 5. sınıflara oturttu. Öyle olunca çok sevdim tabii, 5 yaşında bir çocuk, taltif ediliyorsun. Ve hocayı çok sevmeye başladım.
Sonra aradan 1-2 ay geçti, Murat öğretmen ‘Başım ağrıyor, başım ağrıyor, başım ağrıyor’ deyip duruyor. Sonra dediler ki, ‘Murat öğretmenin beyninde ur var. Ve onu ameliyat edecek beyin cerrahı Türkiye’de yok. Ve Murat öğretmen ölecek’. Tabii dünyam yıkıldı. Ben geceleri ağlıyorum, annem “Niye ağlıyorsun oğlum?” diyor. Ben “Murat öğretmen ölecek” falan diyorum. “Ben” dedim “beyin cerrahı olacağım”. Daha o zaman beyin cerrahı olmak için doktor olmanın gerekliliğini bile bilmiyorum. Derken dedeme dedim ki, “Dede, ben beyin cerrahı olacağım. İmam-ı Azam, Mimam-ı Azam olmayacağım” dedim. O zaman dedem de Maçka’da. Maçka Merkez Camii imamı. Aynı zamanda müderris yani talebe okutuyor. Birçok müftü, vaiz yetiştirmiştir. Birçok talebesi var, babam da aynı zamanda müderris o da talebe okutuyor. O da dedi ki, “Oğlum hele sen bir doktor ol da o zaman bakarız” dedi. O zaman anladım önce doktor olmak gerektiğini. Murat öğretmen daha sonra bir kampanya başlatıldı falan. Allahtan iyi huylu bir urdu. Ameliyat oldu.
Ortaokulda okurken imzamı ‘profesör’ diye atmaya başladım
Ortaokulda okurken de profesör olmayı aklınıza koyuyorsunuz, hatta imzanızı bile o şekilde atıyorsunuz değil mi?
Ben ortaokula Trabzon’da başlayınca… Orada Akademi Kitabevi diye bir kitabevi var, hala var. Bir gün orada baktım, kıvırcık saçlı, uzun boylu, koltuğunun altında kitaplar olan birisini gördüm. “Kim?” dedim “bu”. Kitapları karıştırıyor… Dediler ki “Bu üniversitede”, o zaman üniversite yeni açıldı, Karadeniz Teknik Üniversitesi. “Teknik Üniversite’de asistan” dediler. “Asistan ne demek?” dedim, orta birinci sınıftayım. Dediler ki “Bu büyük adam olacak”. “Bu” dediler “profesör olacak”. “Profesör ne demek?” dedim. Dediler ki, “Çok büyük adam, büyük alim demek”. O zaman da Trabzon Lisesi’nde İsmail Hakkı Bey var. Coğrafya hocası, İsmail Hakkı Bey çok seviliyor. Ben de onu çok seviyorum, ismi çünkü İsmail Hakkı. Şu anda bizim ailede 14 tane İsmail Hakkı var. Onu da söyleyeyim. Sonra dedim ki “ya İsmail Hakkı Bey’den de mi büyük olacak?”. Dediler “Tabii canım İsmail Hakkı Bey’den çok daha büyük olacak”. Dedim “O zaman ben profesör olacağım”. Ve defterlerime kitaplarıma Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın diye yazmaya başladım.
‘Müftünün Uşağı’ olarak tıp fakültesini kazandığınızda etrafın ilgisi, tepkisi nasıl oldu size karşı?
O zaman Türkiye’de 4 tane tıp fakültesi var. İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum. O zaman tıp fakültesine kazanmak bir hayli zor. Çünkü toplam yanlış hatırlamıyorsam, 500-600 kişi alınıyor. Kazandığınız zaman da tabii ki herkes duyuyor bunu. Tıp Fakültesini kazandığımda babam çok büyük tebrikler aldı. İşte Valisinden, Garnizon Komutanı’na, Kaymakamından, Belediye Başkanı’na varıncaya kadar. Sokakta gezerken bile ‘müftünün uşağı tıp fakültesini kazandı’ deniliyordu. Laf gelmişken onu da söyleyeyim. O zamanki bir tıp öğrencisinin itibarı bugün bir tıp profesöründe yok.
Erzurum’da Tıp fakültesine başlıyorsunuz ama sizin o dönemde Yüksek İslam’da bölüm birinciliğiniz de var değil mi?
Evet, o şöyle oldu aslında; ben Trabzon İmam Hatip Lisesini alttan 7’yi vererek mezun oldum. 2 seneyi bir vererek mezun oldum. Ve o yıl Yüksek İslam için İstanbul’u düşünüyorum. Babam da İstanbul’u düşünüyor. O zaman rahmetli dedem dedi ki, “Hayır sen Erzurum’a gideceksin”. Hiç aklımda yok, istemiyorum Erzurum’a gitmek. Ve rahmetli dedemin çok önemli bir talimatı oldu bana. Dedi ki, “Topraklarından birçok alim ve velinin yetiştiği Erzurum seni dünyaya tanıtacak. Ve dünyaya açılacaksın oradan” dedi. “Hiç kimse önünde duramayacak” dedi. Tabi ben dedeme çok bağlıyım. Ve hilafsız “Peki dede” dedim. Ve girdim.
Evet birinci olarak kazanmıştım ve o yıl biz üniversiteye giremiyorduk, imam hatip lisesi mezunları üniversiteye alınmıyordu. Lise farkları vermek gerekiyordu. Ertesi yıl derece yaptım üniversiteler arası imtihanda. Ve o zaman işte ‘Hacettepe’ye mi gireyim, Cerrahpaşa’ya mı gireyim?’ diye düşünürken dedem yine “Hayır” dedi. “İkisini bir devam edeceksin, yine Erzurum” dedi. Ve ikisine bir devam etmek üzere Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesine kaydımızı yaptırdık. Ve ikisi birlikte devam etti. Ve yine orayı da hakeza dereceyle bitirdim. Dedem hep benim bir yerde ışığım olmuştur. Ve onun izni olmadan hiçbir şey yapmadım.
Siz iki fakülteye birden devam etmek istiyorsunuz ama sizi şikayet ediyorlar. Doğru mu biliyorum?
Evet doğru. Ben İslam Enstitüsünde de birinciydim. Tıp Fakültesinde de hakeza. O zamanki kanuna göre iki fakülteye devam etmek suç. Yasak. Hatta o zaman Allah rahmet eylesin Erzurum Valisi Necmettin Karaduman, ona gidiyorum, ondan yardım istiyorum. O da enteresan, o da bütün daire müdürlerini topluyor. Diyor ki, o zaman 17 yaşındayım. Hatta benim kaydımı yaparken babamın imzasını istediler, yani onun imzası olmadan kaydımı yapmadılar. Babamın gelmesi mümkün değil. Telefon açtım, babam adına Trabzon’dan bir telgraf çektirdim o şekilde kayıt yapıldı. İşte ‘oğlumun kayıt yapmasına muvafakat ediyorum’ diye. Yıldırım telgraf çekildi…
İşte o zaman Necmettin Karaduman diyor ki, “Bak siz bir fakülte okumamışsınız” diyor, olmayanlar varmış demek… “Bu iki fakülte okuyor. Ona da kanun engel oluyor” diyor. O zaman Yüksek İslam Enstitüsü’nün Müdürü Allah selamet versin Prof. Dr. Mustafa Cevat Akşit. O zaman doktora yapıyor. Hem hukuk mezunudur kendisi hem Yüksek İslam mezunudur. Ve bizim İslam Enstitüsü’nün de müdürüdür. O zaman İslam Enstitüsü, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı. O zaman zaten YÖK diye bir şey yok. Üniversite değil, enstitü. O da istemiyor, o da söylüyor bana ‘sen İmam-ı Azam olacaksın’ diye. O da dedi ki, “Kanunen mümkün değil”. Çünkü yasak iki fakülteye aynı anda devam etmek. Şimdi var tabii mümkün. Mecburen biz İslam Enstitüsü’nden ayrılmak durumunda kaldık. Ama hiçbir zaman ben gönül bağımı veyahut da kitaplarla olan bağımı asla bırakmadım.
İslam Enstitüsü’nde de birinciydim. Tıp Fakültesi’nde de hakeza. O zamanki kanuna göre iki fakülteye devam etmek suç. Mecburen biz İslam Enstitüsü’nden ayrılmak durumunda kaldık.
Müftü babanızın ilginç bir görevden alınma hikayesi var değil mi?
Babam çok modern bir insan. 1954 yılında hep kolalı gömlek, kravat, kol düğmeli gömlekler, takım elbise giyen çok modern bir insan. Tabii o zamana göre böyle bir müftü çok modern görülüyor. Ve bütün kardeşlerimi okuttu babam, kız kardeşlerim dahil hepsini okuttuğu için birazcık modern olarak telakki ediliyor. Trabzon’un Maçka ilçesi o zamanlarda küçük Moskova olarak biliniyor. Maçka’da CHP, sağ parti olarak kabul ediliyor o zaman. Hatta Türkiye’nin zannediyorum ilk TSİP’li Belediye Başkanı Maçka’da seçilmiştir. Öyle bir yapısı var. Ve Maocular – Leninciler Maçka’yı ikiye bölmüşlerdi o zaman. O enteresandır. Cami huduttu. Ama tabii okul yapılacak, yol yapılacak babam hep öndedir. İşte sağlık ocağı yapılacak, bütün okulların yapılmasında, Trabzon’un KATÜ’nün yapılmasında yine babam çok ön ayak olmuştur. Yolların, sağlık ocaklarının, işte Kız Sanat Enstitüsü yapılacaktır. Hepsinde hep okul aile birliğindedir. Hep önde giden bir insandır. Ve babam hiç kimseye ayrımcılık yapmaz. Diyanet İşleri Başkanlığı camiasında 40-50 yıla yakın müftülüğü vardır. Ve Maocular ve Lenincileri hep o barıştırırdı. Kavga etmeyin diye nasihat ederdi falan.
Çok enteresan bir hikayesi daha var babamın rahmetli. Onu da anlatmak istiyorum. Esiroğlu bizim köyün nahiyesi. Küçük bir nahiye. Babam orada ortaokul açmak istiyor. Fakat Millî Eğitim Bakanlığı müsaade etmiyor. Olur olmaz derken zamanın Milli Eğitim Bakanı Trabzon’a geliyor ve zannediyorum Gümüşhane’de bir lisenin açılışına gidecek. Babam bunu duyunca bütün köylüleri topluyor yolu kesiyor orada. Babam atıyor bir sandalye yolun ortasına, yolu kesiyor. Millet de yolu kesiyor. Vali babamı tanıyor. Vali iniyor bakıyor ki, müftü yolu kesmiş. “Nedir?” diyor Bakan, Milli Eğitim Bakanı. “Valla” diyor, “müftü yolu kesmiş”. “Ya nasıl devlet memuru yolu keser? Derhal onu açığa al” diyor Valiye. Vali de diyor ki “Buyurun siz alın”. Biliyor çünkü babamı tanıyor yani öyle kolay kolay pabuç bırakmayacağını…
İniyor Bakan, Orhan Oğuz yanlış hatırlamıyorsam. Diyor ki “Ne istiyorsunuz?”. “Sen” diyor “devlet memurusun. Suç olduğunu bilmiyor musun?” “Ben devlet memuru olarak yol kesmiyorum. Trabzon ili Maçka ilçesi Kaynarca köyünden İsmail Hakkı oğlu Halit Aydın olarak yol kesiyorum” diyor. Bakıyor ki adam hiç dinlemiyor. “Peki” diyor, tabii Bakan zannediyor ki oraya Kuran Kursu yapacak, cami yapacak. “Peki ne istiyorsun?” diyor. Diyor ki, “Ben ortaokul istiyorum”. Şaşırıyor “ya hocam” diyor “biliyorsun ki Türkiye’nin yüzde 60 ilçesinde ortaokul yok. Nahiyeye ortaokul istiyorsun. Kaldı ki ortaokul binası da yok”. Babam, “Ben sana söz veriyorum. Binayı yaparım” diyor. Bakan da “Ankara’ya dönünce hemen müsaade edeceğim” diyor. Babam diyor ki “Hayır, orada postane var”. Babam onu da ayarlamış. O zaman manyetolu telefonlar var. “Buradan hemen telefon edeceksin Bakanlığa, telgraf emriyle müsteşarına talimat ver, Vali de burada” diyor. Bakan bakıyor kurtuluş yok, “Peki” diyor. Oradan geçiyorlar hemen postaneye, manyetolu telefonla Bakan Ankara’ya arıyor, müsteşarına talimat veriyor ki ‘Trabzon Esiroğlu nahiyesine ortaokul müsaadesi verilmiştir’. Bu şekilde alıyor. Biniyorlar arabaya, telgraf emri geliyor. Zigana Dağı’na çıkıyorlar ki bir grup da orada yol kesmiş. Bakan demiş “Bunlar ne istiyor dağın başında”. Babam da “Sayın Bakanım, eğer oradan kaçsaydınız burada kesecektik” demiş. Böyle bir hikayesi var…
Ve sonra 1974 yılında bir siyasi geliyor Maçka’ya, siyasi bir soru soruyor babama. “Partinin çalışmaları nasıldır?” diye. Babam da çok sert cevap veriyor. “Parti merkezi burasıdır” diyor. “Oraya gideceksin. Burası müftülüktür. Burada böyle bir soru soramazsın” deyince adam tabii bozuluyor. Vali orada, bütün erkan orada… Tel emriyle babamı sürgün ediyorlar. O zaman Ecevit Başbakan rahmetli. O zaman işte Ulusoy’dan 7-8 tane otobüs kiralıyorlar. Maocular ve Leninciler Ankara’ya gidiyorlar, Ecevit’e çıkıyorlar ki ‘biz müftümüzü vermeyiz’. O zaman basında ‘Maçka’da Maocular ve Lenincilerin tek anlaştıkları konu müftünün tayininin durdurulmasıdır’ diye çıkıyor. Sonra babamın tayinini durduruyorlar. Böyle bir hikayesi vardır.
Şu anda dedemin evinde 15 tane akademisyen var, en az 2 dil bilinir
Sanıyorum ailenizde bir yabancı dil geleneği de var?
Evet doğru, benim Latince hocam, Farsça hocam dedemdir. Arapça hocam dedemdir. Dedem Latince, Arapça, Farsça ve Rumca bilirdi. Babam Fransızca, İngilizce, Arapça ve Farsça bilirdi rahmetli. Bizim evde şu anda, dedemin evinde 15 tane akademisyen vardır. Ve herkes en az 2 lisan bilir. Rahmetli benim için biraz daha fazla torpilli davranmıştır. Çünkü onun rahle-i tedrisinden geçmişimdir. Mesnevinin dibacesini Farsçasından ezberletmiştir. Sadi’den olsun Hafız’dan olsun Hayyam’dan olsun Firdevsi’den olsun… Muallakatü’s Seba’dan birçoklarını ezberletmiştir bana. O bir gelenek. Bizim evde devam ediyor. Çocuklarımızda da inşallah devam edecektir.
Babanızın bir lakabı da ‘komünist müftü’ siz de 70’li yıllarda böyle bir soruşturma geçiriyorsunuz değil mi?
Şöyle aslında, rahmetli dedem ‘ne bulursan oku’, babam da ‘yaz’ derdi. Oku ve yaz derlerdi. Sıkı yönetim zamanında Cengiz Aytmatov‘un ‘Beyaz Gemi’ diye bir kitabı vardı. Yasaklıydı o. Fakat ben hepsini okuyan bir insanım. Sonuçta bilim adamıyım. Kütüphanemde hepsi vardır yani, komünist kitaplar da vardır. Sağcısı da vardır, Adolf Hitler’in kitabı da vardır. Saidi Nursi’ninki de vardır. Tefsirler de. Bütün tefsirler vardır. İngilizce kaynaklarım vardır. İşte Shakespeare de vardır, Balzac da vardır, Goethe de vardır. Fakat o arada işte yakalanıyor bizde Beyaz Gemi. Yasaklı ve komünistlikten gelip tutukluyorlar bizi. Ondan sonra mahkeme derken uzun hikaye. Hakim hala yaşıyor ve dostum benim. Ama bana ceza verdiğini bilmiyor. Hala konuşuyoruz. Yaşlandı tabii Allah uzun ömür versin. Çok samimiyiz. Ben üzülmesin diye söylemiyorum kendisine. Mahkemeye çıkardılar bizi. Diyor ki “Sen bunu okudun mu?” “Okudum” diyorum. Diyor ki “Niye okuyorsun”. “Ben bilim adamıyım yani ben hepsini okurum” diyorum. “Git kendi ameliyatını yap” diyor. “Böyle şeylerle uğraşma”. “Yaz kızım, 6 ay hapis”…
Ve Marksist Leninist devlet kurmaktan bu cezayı aldık. Sicilimizde var. Zannediyorum 1990 yılına kadar devam etti sonra sicil affından çizildi. Hatta TÜBİTAK ödülü aldığım zaman bile ‘ya nerden çıktı bu, Mason mudur, CIA ajanı mıdır, FBI ajanı mıdır yoksa MOSSAD ajanı mıdır?’ gibi laflar da olmuştur. 1980 ihtilalinde güvenlik soruşturmalarında hep yazardım ‘Marksist Leninist devlet kurmaktan tecil edilmiş 6 ay hapis cezam vardır’ diye. Böyle bir hikayem var.
Cengiz Aytmatov’un ‘Beyaz Gemi’ diye bir kitabı vardı. Yasaklıydı o. Evimde yakalandı. Ve Marksist Leninist devlet kurmaktan ceza aldım
Tıp fakültesini bitirince sağlık ocağında doktor oluyorsunuz ama aklınızda beyin cerrahı olmak var. Süreç nasıl gelişti?
Şöyle söyleyeyim, bizim hocalarımız genel cerrahtırlar. Genel cerrahi üzerine nöroşirurji yapmışlardır. Biz tabii fakülteye başladığımız zaman da nöroşirurji kürsü değildi, daha doğrusu genel cerrahinin içerisindeydi. Hatta biz fakülteye başladığımız zaman da arkadaşlar ‘ben kadın doğumcu olacağım, ben çocukçu olacağım, ben dahiliyeci olacağım’ derken, ‘ben beyin cerrahı olacağım’ diyordum. ‘Ya’ diyorlardı ‘beyin cerrahı diye branş yok.’ Ama tabii Erzurum’da başladık. Orada at gözlüğüyle baktık. Daha genişledik, Çapa‘ya girdim. Orada tabii ki şunu kabul etmek lazım. Bülent Tercan, Umur Kaya Allah rahmet eylesin. Hüsamettin Kerim Gökay hocamız, aynı zamanda Beyhan Özden, Kıraç Türker, İnan Turan Tan Allah rahmet eylesin. Bunlar bizim abilerimizdi. Onlardan tabii ki çok şey öğrendik. Fakat o arada baktık ki dünyada Yaşargil diye bir fenomen var. Beyin cerrahisinin, nöroşirurjinin kabesi olan Zürih Üniversitesi var. Ve oraya gitmenin yollarını aradık. Ve sonra oraya gittik işte. Doktoramı, ihtisas tezimi orada yaptım. Böyle bir serüven.
Nöroşirurji, çilesi hiç bitmeyen bir tarikattır
Nöroşirurji sizin için ne anlama geliyor?
Nöroşirurji benim için çok kıymetli çünkü ben nöroşirurjiyi bir tarikat olarak görüyorum. Nöroşirurji, çilesi hiç bitmeyen bir tarikattır. Çünkü hala okuyoruz, beyin çünkü tanrısal bir parçacıktır. Tanrısal bir mucizedir. Onunla uğraşmak çok büyük bir nimettir. Allah’ın bir bahşıdır, lütfudur. Çünkü Allah herkese bunu bahşetmez, lütfetmez. Her biri bin yıl olan bin ömrüm olsa, binini de beyin cerrahisi için harcamaya hazırım. Zira dünyada astrofizikçiler işte yıldızlarla gezegenlerle uğraşırlar ama hiçbir tanesi gezegene dokunamaz. Sadece teleskoplarla bakarlar. Genetik mühendisleri, genciler, genlerle genomlarla uğraşırlar. Kromozamla uğraşırlar ama hiçbir tanesi geni eline alamaz.
500 milyar ışık yılı çapında olan evrenden daha büyük bir kapasiteye sahip olan insan beynine dokunmayı, onun üzerinde şekil değiştirmeyi Allah bize lütfetmiş ve böyle bir kıymetli, bir değerli ve hafızası namütenahi olan bir organa dokunma lütfunu, ayrıcalığını bize bahşettiği için Rabbime şükrediyorum. Ve beyin cerrahisi bence çok önemli ve çilesi hiç bitmeyen… Çünkü biliyorsun tarikatlarda çile vardır. O çileyi tamamlaman lazım. Ve beyin cerrahisi tarikatının çilesi hiç bitmez. Tabii onun da kutbu zamanı, öyle diyelim bugünkü tasavvufi tabirle; Gazi Yaşargil’dir. Dünyada şu anda Türk tıbbı çok iyi bir yerdedir. Türk Beyin Cerrahisi dünya standartlarının üzerindedir. Bunu da Gazi Yaşargil hocamıza borçluyuz. Biraz da beyin cerrahlarının megalomanlığına borçluyuz. Onu da burada ifade etmem lazım.
İlk ameliyatınızı komşu teyzenin tavuğuna yaptığınız doğru mu?
Aaa sen hep öğrenmişsin bunları ya. Şimdi ben Murat öğretmeni ameliyat etmeyi kafaya koydum ya, 5 buçuk 6 yaşındayım. ‘Ya bir tavuk keseyim de’ dedim, ‘bu bir tecrübe olsun bana’. Ve Allah rahmet eylesin bizim oranın tabiriyle Veli Emice derler bizde, Alaaddin Amca. Onun bir tavuğunu yakaladım, kafasını kesmek istiyorum. Fakat neyle keseceğim, makas buldum elime. Makasla kesmeye çalıştım ama tabii tavuk, tutamadım tavuğu. Koltuğumun altına aldım kesmeye çalıştım. Kesemedim, tavuk elimden kaçtı. İlk ameliyatımız başarısız oldu. Ama hep böyle bekliyorum. İşte kurbağa kessem, kurbağa mı kessem? İşte bazen solucan yakalıyorum, beyni var mıdır yok mudur?
2. sınıftayım, işte 6 yaşındayım o zaman. Komşumuz var fırıncı Salih Aga, Salih Akyüz. Ve onun hanımı var, Ulvi Teyze diyorlar. Gülfem de deniyor ona. Bir gün “Ya İsmail Hakkı bizim tavuk iğne yuttu” dedi. “Hah” dedim “tam bana fırsat çıktı”. “Onu ameliyat edebilir misin?” dedi. “Ederim” dedim. Ama tecrübem var, asistan lazım bana. Çünkü ilk vakam başarısız oldu asistan yokluğundan. Dedim ki “Ulviye Teyze sen tavuğu tut” dedim. “E nasıl oldu?” Dedi ki, işte bir şeyi dikerken düşmüş elinden iğne, iğnenin ucunda da iplik var. O arada tavuk bir şeyler topluyormuş yerden o iğnenin ipliği ağzına geçmiş. Yutmuş. Yutunca iğneyi de yutmuş. İşte “anladım” dedim, “kursağında olması lazım”. Dedim ki “Sen tavuğu tut, bana bir tane jilet getir”. Çünkü anladım makasla olmuyor bu iş. Jilet getirdi bana bir tane, tuttum “Tavuğu sıkıca tut” dedim. İlk asistanım oluyor. Ve kursağını dikine yardım. Bugün bakıyorum doğru yarmışım. Yani transfer değil dikine yarmışım. Çünkü adalelerin boyunca yararsan daha iyi tutar. Açtım kursağını temizledim. İğneyi çıkardım oradan. İğnenin arkasında bu kadar bir ip. O iple de diktim, tavuk iyileşti. Ve ondan sonra ilk hediyemi aldım. Veya tabiri caizse ilk rüşvetimi aldım ameliyattan. Tavuğun yumurtaları bana gelmeye başladı.
Yıllar sonra Ulviye Teyzenin, ki benim ilk asistanımdı, onun torunu fakülteyi bitirdi. Geldi yanıma “hocam ben beyin cerrahisine girmek istiyorum” dedi. Ben bilmiyordum Ulviye Teyzenin torunu olduğunu. Derken imtihana girdi. İmtihanı kazandı. Sonradan kimsin nesin deyince dedi ki “işte o benim teyzemdir”. Bu şekilde ben bir yerde ona olan borcumu ödemiş oldum. Torununu yanıma asistan almakla. Çetin Refik Kayaoğlu da profesördür. Emekli olmuştur, beyin cerrahisi profesörü. Ona da Allah uzun ömür versin.
Bir ameliyat tekniği buluyorsunuz ve TÜBİTAK tarafından ödül alıyorsunuz. Bu süreci sizden dinlesek…
Beyin damar tıkanıklıklarında bir ameliyat yöntemi geliştirdi hocam, Mahmut Gazi Yaşargil. Çünkü beyin cerrahisi tarihinde Mahmut Gazi Yaşargil, bir devrim yapan, bir çağ kapatıp bir çağ açan bir insan. Hatta beyin cerrahisi ‘Yaşargil’den önce / Yaşargil’den sonra’ diye ikiye ayrılıyor. İşte ben de Zürih’te araştırma yaparken tabii farelerde önce çalışıyoruz, küçük bir milimlik damarlarda çalışıyoruz. Derken önce uç uç, sonra uç yan, yan yan falan yapıyoruz. Ve bir milimlik damara aşağı yukarı 12-14 dikiş atıyoruz. Yani o iplikler saç telinden çok çok çok daha ince. Zaten mikroskopla yapıyoruz. Fakat bunların ameliyatı yaptıktan sonra açık olması lazım yani tıkanmaması lazım.
Tabii o ameliyatı yapmak için yüzlerce hayvan ameliyat ediyorsun ki kabiliyet gelişsin. Yani köpeklerde, kedilerde, farelerde. El maharetin gelişsin ki onu yapabilsin insanda. Fakat uç uçta problem çok fazla olmuyor ama uç yanda arka duvarını dikmede zorlanıyorsun. Şimdi mikroskop altında ön kısmını rahat görüyoruz çok, orayı rahatlıkla dikiyoruz en az 7 tane dikiş atıyoruz oraya. 7 tane de arkaya atacağız. Arkaya atmak için tabii mikroskop altında onu çevirmek lazım. Arkasını görmek için. Fakat her çevirme mikroskobik seviyede damarın iç duvarında zedelenme yapıyor.
Ben düşündüm taşındım nasıl yapabiliriz. Tabii rüyalarımı süslüyor. Nasıl yapabiliriz bunu? Nasıl bunu ön duvar haline getirebiliriz? Derken bir rüya görüyorum ki, rüyanın da bilim tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Bir gün rüyamda fare ameliyat ediyorum. Ve arka önüne çevirip duruyorum. Her seferinde arkasını çevirdiğimden dolayı yırtıldığını görüyorum arka duvarın. Rüyamda görüyorum bunu. Sonra diyorum ki ‘ya bu demek bundan dolayı tıkanıyor’. Yani orada tahriş oluyor. Tabii elektromikroskop çalışması da yaptık onu teyit ettik. Sadece rüyaya göre hareket etmedik. Ve dedim ki, nasıl olur da biz arka duvarı ön duvar haline getirebiliriz. Tek bir pozisyonda.
Sonra düşündüm işte o rüyanın da etkisiyle. O çentik, bir küçücük çentik açtım eldiven parmağına. Eldiven parçasına ve getirdim bu anastomoz yaptığım damarın ucunu oraya taktım. Ve daha düşmedi önüme. Arka duvar ön duvar gibi oldu. Ve bu şekilde yapınca yüzde 90 açıklık sağladık. Kurtardık. Ve sonunda işte bunu Gazi hocaya dedim ‘hocam böyle böyle’. ‘Çok iyi, aferin’ dedi. ‘Bunu sen düşündün bunu mutlaka yaz’. Tabii ben bunu çok önemli bir şey görmüyordum. Yazdık. Ve bu ‘A New Technic’ olarak literatürde kabul edildi.
Turgut Özal’ın da bir etkisi var değil mi ödül almanızda?
Onun da hikayesi enteresan. Rahmetli Özal İsviçre’ye geldi 1984 yılında, Başbakandı o zaman. Semra Hanım ile beraber geldi. Hocanın yanına uğradılar. Klinikteydim. Sekreteri aradı beni dedi ki, ‘hoca sizi çağırıyor’. Hocanın çağırması tehlikelidir. Fırça atacaktır, bir hata yapmışsındır. Yani korktum hoca fırça mı atacak, kovacak mı ne yapacak falan diye. Heyecanla koştum indim hocanın odasına, 15-20 saniyelik bir görüşmemiz oldu rahmetli Turgut Özal ile. Zannediyorum Kaya Toperi de yanındaydı rahmetli.
Aradan zaman geçti daha sonra bana Kaya Toperi anlattı bunu. Özal Amerika’ya gidiyor, Houston’a gidiyor. İsmet Karacan var biliyorsunuz. Onun yanına gidiyor, “Nedir bu” diyor. İnternet yeni çıkmış o zaman, yıl 1990. O da diyormuş ki “işte böyle böyle, dünyada ne kadar çalışma varsa buradan görme imkanın var”. “Bizim araştırmacılar kimler var” diyor. “Bakalım” diyor. Tabii o arada benim soy ismimin Aydın olması da bir avantaj. Aydın başta çıkıyor. Aydın, İsmail Hakkı diye çıkınca, “Bak nedir” diyor “bu”. Tanımıyor beni rahmetli Turgut Özal. Gerçi şeyde gördü ama benim o olduğumu bilmiyor. Sonra diyor ki “Ne yapmış”. “İşte bu damarı böyle böyle yaptı” diye okuyor makaleyi oradan İsmet Karacan ona. İşte böyle yaptı şöyle yaptı derken ilgisini çekiyor.
Türkiye’ye geldiği zaman da işte o zaman Mehmet Yazar TÜBİTAK’tan sorumlu Devlet Bakanı. Cumhurbaşkanı diyor ki “Nasıl seçiyorsunuz”. “Böyle böyle işte üniversiteler teklif ediyor”. İşte “araştırmacılar, şunlara ödül veriyoruz”. Özal da demiş ki “Ben teklif edemez miyim”. “Tabii siz Cumhurbaşkanısınız”. “Benim de adayım İsmail Hakkı Aydın’dır” diyor Özal. Benim haberim yok. Bana yazı yazıyorlar ki, yayınlarını gönder. Fakat o arada basında bir haber çıkıyor ki, TÜBİTAK bilim kütüğü oluşturuyor. Makaleler hep orada toplanacak. Böyle bir haber var. Bana öyle yazı gelince, herhalde diyorum o katalog için yani o bilim kütüğü için bizim yayınları istediler. Ben de dosyayı hazırlayıp yolluyorum. Aradan zaman geçiyor, hiç aklımda yok TÜBİTAK ödülü alacağım.
Bir ameliyat için Ljubljana’ya davetliyim. Yıl 1990. Ve o zaman tabii cep telefonu falan yok. Bir gün telefonla konuşuyorum, hanımı arıyorum. Ne var ne yok. Bana “Müjdemi isterim” dedi. “Ne müjdesi” diyorum. “Öyle ufak tefek istemem, büyük bir müjde”. “Ya nedir?” Diyor ki, “TÜBİTAK ödülü aldın”. “Git” dedim ya “TÜBİTAK ödülü…” Öyle bir müracaat yok. Üniversitenin teklif etmesi lazım seni. Yani Bakanlar Kurulunun teklif etmesi lazım, işte Cumhurbaşkanı falan. “Mümkün değil” dedim. “Yanlış”. “Ya” dedi “Herkes tebrik ediyor. Televizyonda izledim” dedi. Sabahı zor ettim.
Şimdi ne yapayım? TÜBİTAK’ı aramam lazım. Sabah oldu hemen TÜBİTAK’ı aradım. Orada da tabii kendimi tanıtmadım. “Ben TÜBİTAK ödüllerini kim aldı onu öğrenmek istiyorum” dedim. Hemen beni halkla ilişkilere bağladılar falan. İşte sayıyorlar fizikte şu, bilmem mühendislikte bu, işte kimyada bu falan filan derken. Tıp deyince İsmail Hakkı Aydın, nereden, Atatürk Üniversitesi. Tabii beyin cerrahisi dalında İsmail Hakkı deyince telefonu kapattım. Daha dinlememe gerek yok. Sonra geldik ödül almaya.
Türkiye’nin ilk Mikronöroşirurji Laboratuvarını ve Kapalı Devre Televizyon Sistemini kurdum
1984 yılında Atatürk Üniversitesi Nöroşirurji Bölüm Başkanı oluyorsunuz. Orada ne gibi ilklere imza attınız?
Doğru, Atatürk Üniversitesi Beyin Cerrahisine 1984’te geliyorum. Devlet bursuyla yurt dışına gittiğim için mecburi hizmet söz konusuydu. Ve ben Atatürk Üniversitesi’ni tercih ediyorum, orada kalıyorum. Ve orada ilk olarak Mikronöroşirurji Laboratuvarı kuruyorum. O zaman Türkiye’de hiçbir yerde yok. Yani işte farelerde ameliyat yapmak, asistanlarımıza mikroskopla ameliyat yapmayı öğretmek için bir Mikronöroşirurji Laboratuvarı kuruyorum. Ve ondan sonraki yetiştirdiğim bütün işte profesörler olsun, doçentler olsun, uzmanlar olsun asistanlar olsun. Hepsi orada eğitim alıyorlar. Tabii ben binlerce doktor, doçent, beyin cerrahı, profesör yetiştirdim. Aşağı yukarı onların hepsi orada eğitim alıyorlar.
Ve 1985 yılında yine Türkiye’de ilk defa kapalı devre televizyon sistemini kuruyorum. Ameliyathaneden klinikteki odalara, asistan odasına, benim odama bağlantı yaparak, mesela asistanlarım dışarıda ameliyat yaparken ben odamda onu izleyebiliyorum. Hasta sahipleri, asistanlar, öğrenciler bütün ameliyatları izleyebiliyorlar. Ve ilk olarak Türkiye’de bunu ben kurdum 1985 yılında. Ve büyük ameliyatların hepsini videoya kaydettik. Sonra onları CD’lere, DVD’lere aktardık. Hatta onların bazılarını biz uluslararası dünya çapındaki kongrelerde, değişik ülkelerde konferanslar verdiğimde o videoları da koyup gösteririz. Bu ameliyatlar böyle yapılır diye.
Beyin cerrahisi uyuşturucu bir branştır. Beyin cerrahisi müntesiplerine uyuşturucu gibi bağımlılık yapar. Ve hiçbir tedavisi yoktur bunun dünyada
Hocam, 200’ü aşkın bilimsel çalışmaya imza atıyor, onlarca uluslararası ödül alıyorsunuz. ‘Bugün geldiğim yerden memnunum’ diyor musunuz?
Ben pişman değilim. Yani demin söylediğim gibi, her biri bin yıllık bin ömrüm olsa hepsini beyin cerrahisine veririm. Çünkü beyin cerrahisi uyuşturucu bir branştır. Beyin cerrahisi müntesiplerine yani o yola girenlere bir uyuşturucu gibi bağımlılık yapar. Ve hiçbir tedavisi yoktur bunun dünyada. Bu işe düştün mü ömür boyu devam eder bunun iptilası. Yani ne alkol bağımlılığına benzer ne madde bağımlılığına benzer bu. Bu enteresan ve biz bundan da memnunuz.
Yaratılan en eşrefi mahluk olan insanın en mukaddes organına dokunuyorsun. Beyin, Allah’ın insanlara bahşetmiş olduğu en büyük nimet. Yarın insanlara kıyamet gününde inanırsınız inanmazsınız benim kanaatime göre ilk sorulacak soru, beyninizi neden kullanmadınız? Kur-an’ı Kerim’deki ayetlerin yüzde yetmiş yüzde sekseni ‘Ne kadar az düşünüyorsunuz’, ‘Akletmiyor musunuz?’, ‘Hala tezekkür etmiyor musunuz?’ diye biter. Neden düşünmüyorsunuz, neden fikir üretmiyorsunuz, neden proje üretmiyorsunuz, neden geçmiş ile gelecek arasında bağ kurmuyorsunuz, neden ütopya sahibi değilsiniz, neden geleceği şekillendirmiyorsunuz, neden geçmişe bakarak gelecekteki oluşabilecek problemlerin önüne geçmiyorsunuz diye hep uyarılmaktadır. O nedenle nöroşirurji böyle bir meslektir. Çünkü beyinde bir cazibe vardır. Beyin bizi çeker. Beyin içerisine girdiği zaman namütenahi bir ummandasınız, namütenahi bir hafıza kapasitesi vardır, kabiliyeti vardır. Kainatta ne kadar atom varsa, elektronu çekirdeği olan atom… O kadar atom sayısınca bilgiyi bu beyin içerisine almaya muhafaza etmeye.. Ve unutmaz, beyin unutmaz. Unutan biziz, unutan insandır. Beynin hafızası vardır, her şeyi kaydeder. Onun için beyin Allah’ın en kutsal organıdır. İnsanlara en büyük nimetidir. İnsan beynini kullanırsa kainatta, dünyada demiyorum, kainatta yapamayacağı, hayal ettiği ne varsa yapamayacağı hiçbir şey yoktur.
7 şiir kitabı yazdım, musiki ve hat ile ilgileniyorum
Ömrünüzü bilime adadınız ama sizin sanat için de büyük bir emeğiniz var değil mi?
Beyinle uğraşmak zaten sanattır. Çünkü beyin, sanat harikasıdır. Yani şimdi düşünüyorsunuz ki, 100 milyar nöron kendi aralarında 2 üzeri 100 milyar bağlantı yapıyor. Ve birbirine değmiyor ve biz ‘Beautiful Brain’ diyoruz buna. En güzel şeklini ortaya koyuyor. Ve enteresandır kendi aralarında nöronların iletişim 10 üzeri 16 işlem bölü saniye. Bu ne demek biliyor musunuz? 10’u 16 kez kendi kendisiyle çarpacaksınız, o kadar saniyede işlem yapıyor. Bunun bir kısmının biz farkında değiliz. Ama beyin onun farkında. O ameliyatı açtığınız zaman damarların içerisindeki kan hücrelerinin dansını görüyorsunuz. Hissediyorsunuz. Yani o kıl gibi, kıldan daha ince damarların, o yolların o ahengini, o armonisini, o sanatını, o güzelliğini, o yaratanın oradaki sanat şahikasını oraya nakşettiğini gördüğünüz zaman sanattan kendinizi alamıyorsunuz… Bigâne olamıyorsunuz.
Evet ben çocukluğumdan beri yazıyorum. Rubai yazıyorum, aruzla ilgileniyorum. 7 tane şiir kitabı yazdım ve mesela son iki kitabım ‘Ya Hay’ ve Rubaiyat’ı Bircis’tir. Tamamen aruz üzerine kurulmuştur ve aruzda en zor form olan rubai veznini, ahreb ve ahrem vezinleri vardır onu kullandım. Ve Cumhuriyet Türkçesiyle yani Osmanlı Türkçesinden ziyade Cumhuriyet Türkçesini kullandım. Ama ben dediğim gibi sanattan bigâne kalamam. Çünkü sanatla uğraşıyorum, ameliyat yaparken sanat yapıyorum ben. Belki birazcık sıra dışı olacak ama ben dünyada hiçbir zevki bir beyin ameliyatından aldığım zevke değişmem. Yani beyin ameliyatı yaparken evet ananız ağlıyor, 15-20 saat, bazen 28 saate varıncaya kadar ameliyat yapıyorsunuz. Yemek yemiyorsunuz, çay içmiyorsunuz. O hastayı kurtarmak için uğraşıyorsunuz. Ama ameliyattan çıktıktan sonra hasta sizin elinizi sıktığı zaman, ‘iyiyim’ dediği zaman da dünya sizin oluyor. Yani dünyanın hiçbir zenginliğine, hiçbir malına mülküne bu değişilmez. O nedenle sanata bigâne kalmak mümkün değildir.
Hat ile ilgileniyorum biliyorsunuz. Çünkü hat konusunda da babam çok üzerimde durdu. Ama sanatta şöyle bir şey vardır. Bilim insanlığın ortak mirasıdır. Benim en büyük korkum, beynimde olan bilgileri benden sonraki kuşaklara yeterince aktaramamaktan korkuyorum. Ömrüm vefa etmez diye korkuyorum. Onun için Allahu Teala’dan bunu aktaracak imkan vermesini istiyorum.
Ayrıca musiki ile ilgileniyorum. İşte yüzden fazla beste yapılmıştır. İşte şiirler yazmışımdır. Bilgiyi aktarmadığın zaman o senin sırtında yüktür. Bilim insanlığın ortak mirası, sanat ise ortak lisanıdır. Çünkü malın zekatı vardır, onun kırkta birini vermektir veya sana yetenin dışındakini vermektir. İlmin zekatı vardır, öğretmektir. Onun için bilimimi aktaracağım, bilimin zekatını vereceğim. Ben bu kadar kitap yazdım Allah inşallah bilgimi aktarmak için o fırsatı bana verir, o imkanı bana verir.
Şöyle bir şey vardır, ben beyin cerrahisinde asla tevazuyu kabul etmiyorum. Onu söyleyeyim ben sana. Beyin cerrahisinde asla tevazuyu kabul etmem. Ama sanatta, sanat tevazuyu gerektirir. Beni bilim adamı yapan Kuran’ı Kerim’dir. Kuran’a inandıkça, okudukça, Kuran’ı okudukça bilim adamı oldum. Bilim adamı oldukça, Kuran’ı okudum. Hani Biruni der ki, bilimle uğraşmama sebep Bakara Suresi’nin 191. ayetidir. Doğrudur. Ben de ‘Kuran’ın hepsidir’ diyorum. Çünkü Kuran’ı okuyup da bilime bigâne kalmak mümkün değil. Çünkü Kuran’ı her okuduğumda yeni bir şey çıkıyor karşıma. Aaa diyorum ben bu ayeti hiç okumamış mıyım? Okuyorum ‘Allah Allah’ diyorum. Bu sanki daha yeni okuyormuşum gibi. Yani geçen Hac suresinin 47. ayetini okuduğumda Allah Allah, izafiyet teorisi. Veyahut okudum, baktım ki kopyalamadan bahsediyor Allahu Teala. 1400 sene önce geldi. Onun için Kuran’ı Kerim’i okudukça bilime yöneldim. Onda tevazuyu kabul etmiyorum çünkü peygamber de diyor ki ‘Alimlerin kaleminden boşalan mürekkep Allah’ın dinini yaymak için savaşa gidenlerin ve şehit olanların kanından daha hayırlıdır’. Onun için dolma kalem kullanıyorum. Ayrıca tabii bilimde, ilimde hep peşinde koşmak önemlidir. Çünkü insan ilim öğrenmek istediği müddetçe alimdir. O nedenle bilimde böyle. Ama sanatta tevazu çok önemli. Dünyanın en iyi udisini çağırın, ‘Ben udiyim’ demez. ‘Efendim ud görmüşlüğümüz vardır’ der…
40 yılı aşkındır meslek hayatımda hiçbir hastama değil reçete, idrar tahlili dahi tükenmez kalemle yazmadım. Ve ben imzaya çok dikkat ederim. Dolma kalem kutsaldır.
Dolma kalem hassasiyetiniz olduğunu okuyorum yazdıklarınızdan. Sizi siz yapan değişmez prensipleriniz var. Dolma kalem dışında hangilerinden bahsedebilirsiniz?
Biz Trabzonluyuz. Trabzonlular silaha düşkündür. 8-9 yaşlarında babamdan silah istedim “Bana bir tane tabanca al” dedim. “Olur oğlum” dedi. Babam akşam bir kutu getirdi bana, “al oğlum tabancanı getirdim” dedi. Açtım baktım hafif. Sonra açtım içinden bir kutu daha çıktı. İçinden baktım bir dolma kalem çıktı. Baktım şaşırdım böyle. Tabii babam izliyor. “Oğlum senin silahın budur” dedi. Ve o zaman ne dediğini çok iyi anladım.
Mürekkebin kutsal olduğuna inanırım ve talebeliğim boyunca dolma kalem kullanmışımdır. Hep çift dolma kalem kullandım. Yani 40 yılı aşkındır meslek hayatımda hiçbir hastama değil reçete, idrar tahlili dahi tükenmez kalemle yazmadım. Ve ben imzaya çok dikkat ederim. Çünkü yazı, imza kişinin şahsiyetidir. Dolma kalem de kutsaldır. Çünkü ayette ‘alleme bil kalem’ diyor. Kalem ile yarattı. Oku ve yaz diyor. Onun için o bizim değişmez bir düsturumuzdur. Bir tanesi ‘Mütevekkil Münzevi’ olan bu kalem, bu da ‘Müteariz Müşteki’ olan. İkisini de devamlı yanımda tutuyorum. Birisi siyah yazar, birisi mavi yazar. Keyfime göre hangisini istersem onu kullanırım.
Birçok kitabınız var ama dikkatimi en çok ‘Ah Bu Doktorlar’, ‘Ah Bu Hastalar’ çekti. 30 yılda 30 binden fazla ameliyat yaptınız. Neler anlatıyorsunuz bu kitaplarda?
‘Ah bu hastalar’ derken ben o kitabımı hastalarıma atfettim. Çünkü benim bu tecrübeyi kazanmamda hastalarımın çok büyük payı vardır. Yani anatomi laboratuvarları ölülerin dirileri eğittiği yerdir. Ameliyathaneler ise hastaların kendilerine şifa ararken, dertlerine derman ararken cerrahları da eğittiği yerdir. Şimdi ben o kadar ameliyat yapmamış olsaydım tecrübeyi nasıl kazanacaktım. Onun için ‘Ah Bu Hastalar‘ kitabımı beyin cerrahisindeki tecrübelerim ve bu seviyeye gelmemde katkıları olan hastalarıma ithaf etmişimdir. Evet ‘Ah bu doktorlar’ var, ‘Rabbim Beni Doktordan Koru’ var. Onların sonunda bir ünlem işareti vardır.
Tabii hekimlik çok zor bir meslektir. Kolay elde edilen, kolay kazanılan bir meslek değildir. Bugün bile hala Afrika’da bazı kabileler hekimleri, cerrahları tanrının yerdeki temsilcisi olarak görürler. Biz buna inanmış insanlarız, şifa da dert de derman da ondandır. Hiçbir hastalık yoktur ki Allah’u Teala tedavisini yaratmamış olsun. O nedenle hekimliğin böyle bir yönü vardır. Evet şifa da Allahtan, dert de Allahtan ama biz bir yerde onun vermiş olduğu imkanla bu işi yapıyoruz. Onun için hekimlik zor bir meslektir. Tanrısal bir meslektir. Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Şafi sıfatını kullanır. Hekim zaten hakemden gelir, aynı kökten gelir. Hakem ile hekim aynı kökten gelir. O nedenle zor yetişiyor. Hekimlerimizin maruz kaldığı çeşitli tacizlere, yaralanmalara bir yerde dikkat çekmek için o kitabı yazdım ama ilk etapta onun ismine bakanlar ‘ya bu doktorları yeriyor’ diye düşündü. Halbuki içerisinde hep doktorların ne çileler çektiğini, ne gibi bir eğitimden geçtiğini, ne kadar uykusuz geceler geçirdiğini anlatan bir kitaptır.