Prof Dr. Süleyman KIZILTOPRAK / Tarihçi
Değerli İstanbullular! Ben kendime ayrılan süre içerisinde Afrika’dan, Afrika’daki sömürgeci geçmişten bahsedeceğim ve bugüne yansımaları üzerinde de mümkün olduğunca durmaya çalışacağım. Afrika’nın 2012 yılına kadar karşılaştığı zorluklar; kökleri geçmişte olan sorunların bugüne yansımasından ibarettir diyebiliriz. Afrika kıtasına baktığımızda, nüfusunun 1 milyarı aştığını görürüz. Yüzölçümü 30 milyon kilometrekareden fazladır. Halihazırda 54 devleti vardır ve BM Genel Kurulunda %30 civarında oy oranına sahiptir. Nüfusu çok yoğun olmasına rağmen Afrika’da ortalama ömür 45.8 yıldır. Afrika’da 100 binden fazla Dolar milyoneri olmasına rağmen kıtada on milyonlarca insan açlıkla, yoksullukla, sefaletle karşı karşıyadır. Afrika’nın karşılaştığı problemler hem kendi problemleri, hem de insanlığın problemleridir. Ama aynı zamanda geçtiğimiz yüzyılda köklerini bulduğumuz sorunlar yumağının bugüne yansımasıdır. Bize bir Afrikalı imajı yansıtılmıştır, özellikle Hollywood vasıtasıyla.
Afrika nedir? Bir çöldür, karadır. ABD başkanlarından Roosevelt in vahşi hayvanları avlayıp onların üzerine ayağını koyup poz verdiği gibi zengin ve seçkinlerin safari keyfini yaşadığı balta girmemiş ormanlarla kaplı otantik bir coğrafyadır. Ve Avrupalı, ya da Batılı; insanları derilerinin rengiyle tarif eder. Yani Afrikalı siyahtır. Avrupalı Amerika ya gittiğinde insanları bir ulus olup olmadığına ya da herhangi bir medeniyetin ya da kültürün mensubu olup olmadığına bakmadan derilerine göre adlandırmış ve kızılderili demiştir. Önce XV. Yüzyılın sonlarında kıyıları vasıtasıyla ele geçirilmeye başlayan Afrika üç yüzyıl boyunca iç kesimlerinin işgaline izin vermemiştir. 1805 ten itibaren Afrika kıtası Avrupalılarca yeniden tanınmaya, öğrenilmeye, araştırılmaya başlanmıştır. Bu, literatüre Afrika kıtasının keşfi diye geçmiştir.
Sanki Afrikalı kendi topraklarını, Nil in doğduğu suları, Zimbabwe Nehrinin ya da Nijer Nehrinin doğduğu suları bilmiyormuş gibi, sanki bunu dışarıdan gelen Avrupalı, Afrikalıya öğretmiş gibi bir söylem literatüre yansımıştır. Aslında bütün yabancı güçlerin Afrika kıtasına müdahalesinin Sanayi Devrimiyle de ilgisi vardır. Kendi pazarlarının arza doymasından itibaren, yeni pazarlar arayışına girilmiştir. Yine kendi fabrikalarının hammadde ihtiyacı ile karşılaşmasından itibaren, Afrika kıtasının hammadde kaynakları incelenmeye ve araştırılmaya başlanmıştır. Bu uğraş Afrika kıtasını geri götürürken Avrupa kıtasını yükseltmiştir. Afrika’dan temin edilen insan kaynağı, ucuz işgücü olarak Avrupa medeniyetine, Avrupa sanayisine, Avrupa’nın ulus devletlerine katkıda bulunurken, Afrika’nın insan kaynağını kurutmuş, yeraltı kaynaklarını parçalı hale getirmiş ve birbirleriyle dostluğunu da bozmuştur.
Bu, Afrika’nın 200 yıllık tarihinin kısa bir özetidir diyebiliriz. 1960 öncesi Afrika kıtasına baktığımızda, bugün 54 bağımsız devletle temsil edilen Afrika kıtasında, sadece 4 devlet şu veya bu şekilde bağımsızdır. İngiliz kontrolünde Mısır, yine İngiliz Devletler Topluluğu’na ait olup bağımsız olmayan Güney Afrika, İtalyan faşizmine direnen, Afrika’nın onurunu, Afrika insanının kendi özgürlüğünü, bağımsızlığını ve yabancı müdahaleye karşı gücünü bir ölçüde kanıtlayan Etiyopya ve yine 1847 de Amerika dan özgürlüğünü kazanarak Afrika kıtasına gönderilen ya da dönen Afro-Amerikanların kurduğu Liberya, Afrika’nın bağımsız devletleridir. 1960 tan sonra kazanılan bağımsızlıklar da bu ulusların, Cezayir örneğinde olduğu gibi, çok büyük mücadeleler ve çok büyük insan kayıplarıyla elde ettiği bir başarıdır. Ama ne yazık ki birçok Afrika ülkesi bu bağımsızlığını da doyasıya yaşayamamıştır. Çünkü 1960 ta sanıyorum 16 Afrika ülkesi bağımsızlığına kavuşmuştur ama Artık Afrika’ya bağımsızlıklarını verdik diyen güçler, Afrikalının kendi yönetimlerini kendi başlarına sürdürmelerine olanak tanıyacak bir sistemi işletmekten kaçınmışlar, aksine Afrika yı kendi elitleriyle, yöneticileriyle daha fazla kavgaya, kaosa sürükleyen bir mekanizma bırakmışlardır. Bu mekanizma kendi halkına, toplumuna 29
30 yabancılaşan, adeta bir sömürgeci vali gibi kendi halkını ezen, kendi halkını ödeyemeyeceği vergilerle ve uyamayacağı anlamsız yasalarla bir arada tutmak isteyen yöneticiler eliyle işletilmiştir. Maalesef 1960 tan sonra Afrika’nın en büyük sorunu kötü yönetimlerdir, yolsuzluklardır, bir avuç elitin zenginleşmesidir. Günde sadece 1 Dolar temin ederek açlığını yatıştırmaya çalışan bir topluluk, ama öbür tarafta on milyarlarca Dolarıyla ülkesinden kaçan, o paraları bir şekilde ülkesinden kaçıran, kendi halkına yabancılaşmış, kendi halkını bir sömürge valisinin gördüğünden daha aşağıda gören bir yönetici sınıfla, beceriksiz ve yetersiz bürokrasiyle ve çok kıt sağlık ve eğitim imkânı sunan devlet yapılarıyla Afrika muhatap oldu. Ne oldu da Afrika bugünkü duruma düştü? Yoksullukla, salgın hastalıklarla boğuşan, kötü sağlık koşullarına ve yetersiz eğitime, emniyet adına acımasız güvenlik politikalarına maruz kalan Afrika halkı nasıl bugünlere geldi? Burada tabi üç önemli nokta var: Birincisi kölelik, ikincisi sömürgecilik dönemi ve son olarak sömürge sonrası yanlış yönetim. Afrika’da kölelik, Afrika’nın insan kaynağını bitiren bir özelliğe sahiptir. Önceki yüzyıllarda da olan ancak XV. yüzyılda yeni bir sürece giren Afrika köle ticareti, XIX. yüzyıl sonlarında yasaklanana kadar 50-60 milyon Afrikalının toprağından, yerinden, yurdundan ve ailesinden kopararak Avrupa ve Amerika kıtasına taşınması ve sömürülmesi demektir. Afrika nüfusunun henüz 40 milyonlarda olduğu bir dönemde başlayıp, bu kadar ciddi bir insan kaynağının, çalışabilecek, genç, dinamik, üretken bir nüfusun Afrika’dan çıkartılıp başka topraklara götürülmesi, hem gidenlerin hem de kalanların zihninde derin yaralar açtı.
Maalesef bu köle ticaretine Afrika’nın yerel liderleri, kabile liderleri, kabile şefleri de aracılık ettiler. Maalesef bazen sadece bir tüfek için, bazen sadece 10 Dolar için, kendi kabilesinden ya da komşu kabileden onlarca kişiyi satan Afrikalı aracılar bu köle ticaretinin önemli aktörleriydi. Köle ticareti ne zaman sona erdi? Sanayi devrimi olduğunda, artık Avrupa’daki fabrikalar köle gücü yerine işçi gücüne ihtiyaç duyduklarında köle ticareti geçerliliğini yitirmişti. Artık Afrikalıyı kendi ülkesinde köle yapıp ona kendi kaynaklarını taşıtıp, kendi kaynaklarını kullanmasına mani olup başka ülkelere yani merkez ülkelere transfer etmesi için yeni bir rol verildi. Demek istediğim şu değerli dinleyiciler; köle ticareti salt insani değerler ön plana çıkarılarak kaldırılmış, yasaklanmış değil. Avrupa’nın, ya da Batılı ülkelerin sanayide işgücü ihtiyacı doğduğu için, dünya pazarlarını ya da Afrika pazarlarını ele geçirmek, onları bir tüketim toplum yapmak istedikleri için bu uygulama ortadan kaldırıldı.
Sömürgecilik nasıl başladı? Söylediğim gibi, yeni pazar ihtiyacı, hammadde ihtiyacı çerçevesinde Afrika’nın kaynaklarını keşfetme, bilinir hale getirme düşüncesi doğdu. Devlet adamlarına ya da tüccarlara bu bilgileri sattılar. Bunların neticesinde kâşiflerden sonra misyonerlerin harekete geçtiğini görüyoruz. Misyonerler, Afrika insanına kimileri Katolikliği, kimileri Protestanlığı ve Anglikan mezhebini tanıtmak için gitmeye başladılar. Başlangıç aşamasında Afrika’da Hristiyanlık dinini yaymak noktasında beyaz adamlar başarısız oldu. Daha sonra Afrikalıyı ikna etmek için yine siyah insanları kullandılar. İlk olarak Sierra-Leone den başladılar, sonra Güney Afrika önemli bir merkezleriydi; buralardan yetiştirdikleri siyah insanlar diğer siyah insanlarla ilişki içerisine girerek Avrupa da gerilemeye yüz tutan bu dinin yayılmasını Afrika’da gerçekleştirmeyi başardılar. Çok çarpıcı bazı rakamlara değineceğim. Bundan 100 yıl önce Afrika’da Hristiyanların genel nüfusa oranı sadece % 7 iken, bugün % 50’lere dayanmıştır.
Yine Hristiyanlık içinde Afrikalının oranı, bundan 100 yıl önce % 1.7 iken, bugün % 25’lere gelmiş durumda. Dünyadaki bütün Hristiyan nüfusu 2.2 milyar olarak alırsak, bu nüfusun% 25 i bugün Avrupalı, ama 100 yıl önce % 70 i Avrupalıydı. Bu rakamlar Afrika’nın sadece maddî değerlerinin değil, manevî değerlerinin de el değiştirdiğini gösteren çok çarpıcı rakamlar. Burada, Hristiyan din adamları elbette tüccarlarla, kâşiflerle ve Avrupalı askerlerle elbirliği içinde çalışıyorlar. İnsanların özgür bir şekilde kendi dinlerini seçmekte hür olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bir topluma bu dayatılıyorsa, ellerinden kendi imkânları alınıyor ve onlar tarım yapamaz halde bırakılıyorsa, sadece tek bir ürünü üretmeye mahkûm ediliyorsa ve onları teskin etmek için de elinde İncil le gelen bir papaz varsa, bu tabi ki bu insanların dramını anlatmakta önemli bir ipucudur.
Öte yandan, Sömürgeci Batılı güçler tarafından, İslam’ın, toplumu birarada tutan tarafı değil, bozan unsurlarının yayılmasına öncülük verildi. Örneğin Ahmedîlik, Kadıyânîlik, İsmailîlik, Bahâîlik in, çok ciddi fonlar kullanılarak Afrika ülkelerinde yayılmasının önü açıldı. Bu da bu toplumları, hem düşünce bazında, hem de toplumsal barış anlamında bozan, dağıtan, parçalayan bir unsur olarak önümüze çıkıyor. 30
31 Kendi sınırlarına sadece 50 km yakınlıkta demiryolları var, ama bu demiryolları bu ülkelerin hiçbir işine yaramıyor. Pekiyi, neye yarıyor? Hammadde kaynaklarının limana transferine yarıyor. Ne bu ülkelerin ulaşımına, ne birbirleriyle ticaretine, ne de ülkelerini korumalarına yarıyor. Tek bir önemi var: Demir, fosfat ya da bir başka madeni limana kolayca ulaştırmak. Afrika’daki bu yapay sınırlar Afrika halkını birbirleriyle kavga eder hale getirdi. Nil Nehri boyunca uzanan, Nil Nehri kendi topraklarından geçen, onda hakkı olan 6 devlet var. Hâlbuki bir zamanlar bu sayı 2 idi.
Dolayısıyla aralarında uzlaşmazlıklar ve problemler var. Yine Afrika’da Nijer Nehri tarih boyunca bu kadar parçalı ve farklı güçler tarafından yönetilmedi. Aynı nehrin karşı tarafında ailesinin bir üyesine ziyarete giden kişi, bir anda kendisini ya mayınların içinde, ya da hain damgası yiyerek mahkemede buluyor, izinsiz olarak başka ülke topraklarına geçtiği gerekçesiyle. Maalesef Afrika ülkelerinde bu sınır problemleri aslında çok ciddi insanî problemler doğuruyor. Böylelikle Afrikalı ne kendi kaynaklarını kullanabiliyor, ne de barış içinde yaşayabiliyor. Kendisine, kabilesine, toplumuna, devletine ve kıtasına düşman hale geliyor.
Afrika’nın bağımsızlık savaşlarında sömürgeci ülkelerin kendilerine verdiği sözler karşısında kandırılan bir topluluk var. 1. Dünya Savaşında ve 2. Dünya Savaşında Fransa 100 bin, İngiltere 400 bin Afrikalıyı kendi amaçları doğrultusunda savaştırmıştır. Batılı güçler Afrika ülkelerini tek bir ürün üretmeye zorladılar. Mısır da ve Sudan da pamuk, Kenya da çay, Gana da kakao Bunları üretmek zorunda bırakıldılar. Bu ürünleri ürettiler ve çok ucuz fiyata Batılı tüccara sattılar. Aslında Ganalı kendi toprağında kakao yanında kendisi tüketeceği kadar patates ekse açlıkla karşılaşmayacak. Malavi ye ebter tohum denen tohumlar verdi Avrupa. Malavi bu tohumları kullanmadı. Eğer Malavi tek bir defa ürün alınan bu tohumları kullansaydı, bugün Somali ve diğer Afrika bölgeleri gibi açlıkla muhatap olacaktı.
Maalesef 2. Dünya Savaşından sonra kurulan uluslararası düzen ahlakî değil, âdil değil; anarşik ve çok kaotik, insan haklarına çok aykırı bir yapılanmayla kurulmuş. Bu insanlığın faydasına değil. Kimin faydasına? Kurucu ülkelerin faydasına! Mevcut 5 daimi üye ülkenin faydasına! Kimin zararına? Bütün insanlığın zararına aslında. Afrikalı kendi ürettiği ürünü, dünyada geçerli olan serbest piyasa ekonomisine göre değil de, Dünya Ticaret Örgütü nün kısıtlamalarına tabi olarak satmak zorunda. Bir ulusun tamamının ürettiği bir ürün, yöneticilerinin keyfî olarak zamanı geldiğinde kendi halkına karşı kullanmak üzere ve bazen de gösteriş için alınan silahlara yetmiyor. Afrika’ya dışarıdan gelen ürünler ilaç ya da sağlık malzemeleri değildir. Afrikalının dış ticaretinde en fazla yer eden ürün silahtır. Kendi ihtiyaçları için değil, dışarıdan gelen işgalcilere karşı kullanmak için değil, kendi halkını sindirmek için kullanılması düşünülen silahlardır.
Afrika’nın o kadar çarpıcı rakamları var ki sevgili dinleyiciler; Sudan bugün 2 milyon 400 bin kilometrekarelik yüzölçümüne sahipken ikiye bölündü. Ne için bölündüğünü ne Sudan yönetimi, ne de Güney Sudan biliyor. Tamamen başarısız ve sorunları azaltacağına daha fazla sorun üreten bir bölünme gerçekleşti. Maalesef bu Türkiye de pek gündeme gelmedi ve insanlar anlamadılar. Ne Afrikalı anladı, ne Sudanlı anladı, ne Mısırlı anladı. 1956 da Sudan ve Mısır kesin olarak ikiye bölündüğünde bütün Mısır ayaktaydı. Bugün Mısır, Mübarek i düşürmek için ayakta; aslında öbür taraftan Nil in sularına başka bir devlet kuruluyor, başka bir güç konuyor, Mısırlılar ise kendi iç meselelerini çözmek için meydanlarda. Ne Mısırlı, ne de Sudanlı tam olarak olan bitenden haberdar değilmiş gibi.
Oysa Mısır’ın hayatı Nil e bağlıdır. Mısır’ın 85 milyona yakın nüfusu var; bütün bu nüfus Nil Nehrinin etrafında yaşıyor. Bu insanların tarımda ulaşımda, temizlikte ve suyu tüketmede, aklınıza gelen her şeyde Nil’e ihtiyaçları var. Ama ne olduğunun farkında değiller. Bugün 8 milyon nüfusa Sudan topraklarının 1/3 ü verildi. Hala Hartum’da yaşayan Hristiyan nüfusun geleceği ne olacak, bunlar hangi ülkenin pasaportunu taşıyacak, bu belli değil. Güney de sözümona Hristiyan bir devlet kuruldu. Kendi halkının, ya da kendisiyle aynı kültüre sahip insanların geleceğini konuşmayan bir devlet kuruldu. Çünkü onlar önceliği Güney Sudan da çıkan petrolü hangi uluslararası şirkete vereceklerinin derdindeler. 40 tan fazla kabile var ve hepsi bakan olmak istiyor. Her kabile 3 bakanlık istiyor ve 120 kişilik bir hükümetten sözediliyor. Kabileler bu siyasi ve ekonomik çıkarları için birbirleriyle Güney de savaşıyorlar. Yine Güney Sudan’ın Hristiyan oranı da çok yapay ve belirsizdir. Orada yapılan referandum da çok sağlıklı değildir. 1930’ların istatistiklerinde Güney Sudan’daki Hristiyan oranı % 20 civarındadır. Bugün hala orada % 31-32
%25 ten fazla Müslüman nüfus var. Ama dünyaya ifade edilen Güney Hristiyan, Kuzey Müslüman söylemi, aslında gerçeği yansıtmıyor. Güney ve Kuzey çok karışık ve komplike bir topluluktur. Hartum’daki kiliselerin, Hartum’daki Hristiyanların gelecekleri ne olacak? Bu sorunlar çözülmüş değil. ABD, referandum yapıldığında Sudan ı terörist devlet listesinden kaldıracağına söz vermişti. İki ayrı devlet kuruldu, Güney Sudan bayrağını dikti ama dünya hala Sudan a ambargo uyguluyor. Sudan hala dünyaya herhangi bir mal satamıyor, hala bankacılık sisteminden refüze edilmiş durumda. Eğer Sudan barış içinde olsa ve ziraat modern tekniklerle yapılabilse 1.5 milyar nüfusa yetecek tarım imkânına sahip. Modern tekniklerle, düzgün tohumlarla ve üretken, verimli bir nüfusla Sudan toprakları, sadece tarım yapılsa 1.5 milyar nüfusu doyurmaya yetiyor. Sudan topraklarında sadece hayvancılık yapılsa, Afrika’da açlık diye bir sorun kalmıyor. Ama bugün Sudan da, Darfur’da yoksulluk ve açlık gibi temel problemler çözüm bekliyor.
Somali’den bir örnek vereceğim. Herhangi bir ülke dörde bölünürse orada ekonomik sıkıntıyı en üst seviyede yaşamak, güvenlik sorunlarıyla karşılaşmak sürpriz değildir. Böyle bir durumda güvenlik sorunlarını kontrol etmek ve barışı sağlamak mümkün değildir. Somali, Osmanlı Devleti Doğu Afrika’dan çekildikten sonra, Mısır’ı işgal eden İngiltere’nin bölgeye yönelik politikalarının kurbanı olmaya başladı. Somali topraklarının bir kısmı İngiltere, bir kısmı İtalya, bir kısmı da Fransa tarafından işgal edildi. Son olarak Soğuk Savaş sırasında da Etiyopya, Somali topraklarının bir kısmını elinde tutmayı garanti altına aldı. Bütün bu olumsuzlukları yaşayan bir ülkede anarşi, terör, açlık, sefalet, cehalet ve yıkım dışında ne beklenebilir. İnsanlık değişen iklim koşullarından önce, parçalanarak güçsüzleşen ülkelerin bu gibi durumlarda neden çaresiz kaldıklarını tartışmalıdır. Somali’nin bu halinden sömürgeci ülkelerin sorumlu olduğu kadar, dostları, komşuları da sorumludur. Somali’nin 10 milyon nüfusu var, Suudi Arabistan sadece hac mevsiminde Somali den kurban ihtiyacını karşılayabilse, Somali de biten hayvancılık canlanacaktır. Hayvancılık bu ülkenin kurtuluşu için önemli geçim alanlarından biridir. Bu insanlar Arapça konuşuyor, bu insanlar Sünni Müslüman, niçin komşusu durumundaki çok sayıdaki Müslüman Araplar ve onların devletleri sorunların çözümü noktasında aciz kalıyorlar?
Değerli dinleyiciler! Afrika’nın problemi, 1-İnsanlık problemi, 2-Müslümanlık problemi, 3-Araplık problemidir. Tam olarak Afrika’ya ne insanlık sahip çıkıyor, ne İslam dünyası sahip çıkıyor, ne de Arap dünyası sahip çıkıyor. Soğuk Savaş döneminde Afrika’nın bir şansı vardı; Rusya şu veya bu şekilde bu insanlara sahip çıkıyordu. Soğuk Savaş bittiğinde bu insanlar, dünyada denge olması için bile arkalarında herhangi bir gücün olmadığı bir pozisyonda kaldılar. Bu uluslaşamamış, bir üst kimlik oluşturamamış, kabile düzeyinde kalmış halk, tek dayanacağı ve sığınacağı kabilesi ve ailesi olduğu için onlara sığınıyor. Böyle bir ortamda daha ilkel çıkarlar olarak tanımlayabileceğimiz çıkarlar gündeme geliyor ve bu insanlar birbirlerini katlediyorlar, acımasız ve anlamsız bir şekilde soykırıma varan suçların işlenmesine alet oluyorlar.
Afrika’nın kaynakları kendisine o kadar yeterli ki, mesela petrolü ele alalım. Sadece Angola ve Gabon da çıkan petrol, bütün Afrika’nın ihtiyacını karşılayabilecek nitelikte. Ama Afrika kendi petrolünü kendi ihtiyaçları için kullanamıyor. Bütün bu olumsuzluklar Afrika’ya kan, gözyaşı, açlık, sefalet, AIDS gibi salgın hastalıklar, kısa ömür olarak geri dönüyor. Bugün İngiltere de ortalama ömür 80, Afrika’da ise 45 yıldır. İngiltere de yeni doğan her 100 bin çocuktan sadece 13 ü hayatını kaybediyor. Bu oran Afrika’da ne kadar biliyor musunuz? Her 1.000 çocukta 10 Değerli dinleyiciler! Afrika’nın bugün çok derin sorunları var. Bu derin sorunları çözmek mümkündür. Afrika konusundaki imaj, Roosevelt’in Afrika’da avlanması, vahşi hayvanları avlayarak onlarla fotoğraf çektirmesi etrafında şekillenmiştir; yani Afrika vahşidir, yerliler kendilerini yönetecek olgunluğa erişememiştir, bu halkı aydınlatmak, geliştirmek, modernleştirmek beyaz adamın görevidir gibi ifadelerle, Tarzan filmleriyle, Afrika garip, vahşi, ilkel bir topluluk olarak gösterilmiştir.
Halbuki Afrika çok zengin topraklara sahiptir, kimi yerlerde yılda 2-3 defa ürün almak mümkündür, su kaynakları bütün Afrika’yı doyurduğu gibi, eğer adil ve düzenli bir şekilde dağıtılırsa birkaç tane Afrika’yı besleyecek durumdadır. Ama Afrika kendi güçlerini, kendi özgürlüğünü ve kendi sorunlarını kendi başına çözme iradesi gösterirse. Sevindirici bir gelişme olarak zikretmeliyim ki, Türkiye deki Sivil Toplum Kuruluşları Afrika’ya ilgi duyuyorlar. Sudan, Uganda, Güney Afrika, Etiyopya, Eritre, Cibuti, Kenya ve özellikle Somali gibi kardeş Afrika ülkelerinde başarılı sosyal yardım faaliyetleri yapıyorlar. Tarihi, coğrafi ve kültürel bağları olan Afrika’ya duyulan bu ilgi artarak devam etmelidir. Bu sivil toplum örgütlerinin şeffaf ve bağımsız bir şekilde buralarda faaliyet göstermelerinin bütün insanlığa faydası vardır. TİKA gibi devlet kurumlarının bu faaliyetleri kolaylaştırıcı düzenlemeleri, yol gösterici faaliyetleri gayet başarılıdır. Ancak ihtiyaçlar göz önüne alındığında yapılacak daha çok iş olduğu açıktır. Türkiye sosyal yardım faaliyetleri dışında kardeş Afrika halklarının ihtiyaç duyduğu altyapı, eğitim, turizm ve sağlık gibi alanlarda daha fazla katkıda bulunabilecek kapasiteye sahiptir. Değerli dinleyenler! Afrika’nın gerçeği bu! Afrika’nın insanlıktan beklediği bu! Kendi ayakları üzerinde durma imkânı var. Yeter ki kendi sorunlarını aklıbaşında bir şekilde düşünsün ve dış güçler de buna izin versin! 2
BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi ABD, Çin, İngiltere, Rusya ve Fransa’nın dünyanın dört bir yanında gerçekleştirdikleri soykırım ve katliamları gözler önüne sermek amacı ile Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi (UHİM) olarak Taksim Metro Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdigimiz ‘Bu Devletlerin Yargılanmasını İstiyorum!’ etkinligine 07 Nisan 2012 Cumartesi günü Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak ‘Afrika’da Emperyal Gelenek’ başlıklı konferansı ile katıldı.
https://www.uhim.org/konferans-prof-dr-suleyman-kiziltoprak.html